Bu köşede yayınlanan yazılarda
21. Yüzyıl'a uygun insan nasıl bir insan olmalıdır, diye arayışlarımı sürdürüyorum.
Benim arayışım iki ana kavram çerçevesinde odaklanıyor:
1)
Birey-Şahsiyet.
2)
Huzur-hüzün.
* * *
Bence, 21. Yüzyıl'da, hem onun dayattığı koşullara uyum göstermek, hem de mutlu olabilmek için:
Kendine ait tercihleri olan
birey/şahsiyet olarak gelişmek; buna göre,
dış faktörlere bağlı ani ve geçici
sevinç ve
üzüntülere kapılmak yerine,
şahsiyet geliştirmeye dayanan, maddeyi mana içinde özümseyen ve dahi
kalıcı ve
yerleşik duygular olan huzuru, hüznü aramak gerekiyor.
* * *
Okurlar bilir, bu köşede bu kavramları irdeleyen yazılar yazıyorum.
Vardığım noktada, bu dönemde geçmişimi irdeliyorum.
Bizi genellikle, bize ait duygular ile yetiştirmediler.
* * *
Ancak, her şey kendi yapımıza ters değildi.
Örneğin, bu neslin doğru dürüst yakalayamadığı
bir arada ve
paylaşarak yaşamanın keyfini biz doyasıya yaşadık.
Biz
sokak çocukları olarak büyüdük.
Evsiz çocuklar ile karıştırmayın!
Biz şimdi arabalara teslim olmuş beton kaldırımlarda koşturarak, sokağın ortasına futbol kalesi kurarak büyüdük.
Bir mahallenin, her yaştan tüm çocukları, bir arada oynayarak/tartışarak/konuşarak/ itişerek/oynaşarak büyüdük.
Biz insana alışık büyüdük.
Paylaşmanın erdemine, ister istemez, ulaşarak büyüdük.
* * *
Şimdiki çocukların içinde şanslı olanlar yazın yazlık yerlerde yukarıda tarif ettiğim hayatı birkaç aylığına olsa da yaşıyorlar.
Biz 12 ay böyle yaşardık.
Üstelik, zengin fakir çocuğu olarak ayırt edilmeden.
Hep beraber!
* * *
Benim çocukluğumda sokaklar şimdiki kadar tehlikeli değildi; ortalıkta o kadar çok araba ve serseri yoktu. Yeni yeni apartmanlaşan 1960'ların Ankara'sında oldukça sayıda bahçe bile vardı.
Bizim mahallede kocaman ağaçların arasında hep gölgelik kalan, onun için de adını
Karanlık Bahçe koyduğumuz kocaman bir bahçe vardı.
Bütün mahalle orada oynardık. Kızlar ip atlar, onlara hava atmak isteyen oğlanlar ağaçlarda en yükseğe çıkma yarışı yaparlar, ayrıca bahçede futbol oynanır, o haftaki Teksas/Tommiks/Kinova'da hangi konu işlenmişse, o temaya uygun olarak 'kızıldereli-kovboy' olunurdu.
Kışın ortasında bile okuldan gelir gelmez, çantayı hemen sokak kapısının dibine atar, okul kıyafetimi fırlatır üzerimden atar-ne komik! Ankara Koleji'nde küçücük veletlere 1960'lı yıllarda bile; lacivert ceket, gri pantolon, beyaz gömlek, lacivert papyon giydirirlerdi: 'dostlar modernleşirken görsün!' -eskilerimi giyer,sokağa fırlardım.
Kışın sokakta mesai ancak ve ancak babalarımız -nerede ise hepsi devlet memuru idi- kendi mesailerini bitirip, sokağın başında gözükünce biterdi.
Nedense analara şımarır, babalardan korkardık.
Yazın ise mesai ancak ve ancak etraf göz gözü görmeyecek kadar kararınca biter.
Bizler çalışkan sokak çocukları idik!
Okulda kimimiz çalışkan, kimimiz tembel idik.
Ama sokakta, herkes çalışkandı!
* * *
'Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan yılan deliğine!', diye hep beraber bağrılarak 'eve gir!' borusu çalındığı halde aramızdan birisi eve gelmemişse, annesi kapı kapı gezer:
-Huu komşu! Benim velet sende mi?, diye onu arardı.
Her evin kapısı açık dururdu.
Bilen bilir, hangi evden güzel
yemek kokusu geliyorsa ve eğer o evin çocuğu senin kankan ise, o akşam kapak o eve atılırdı. Davet edilmeden sofraya kurulunurdu.
Tabii ki popüler yemekler etli olanlar, börek veya tatlı fark etmez hamur işleri ve o zamanlar Ankara'da zenginliğin sembolü sayılan muzdu.
Komşu da annenizi:
-Komşu merak etme! Veletin bizde! Yemeğini yesin, dersini çalışmaya gelir, diye yatıştırırdı.
* * *
Akşam da karı-koca aynı aile sizin eve, diğer komşularla birlikte ziyarete gelirlerdi. Onlar, 'harcı alem komşu' oldukları için, zaten kullanılmayan misafir odasında değil, benim çalışma masamın olduğu oturma odasında otururlardı.
Ben onların dedikodularını dinlerken, dersimi çalışırmış gibi yapar sonra, yatağım aynı odada gündüz oturma divanı olarak kullanılan somya olduğu için, misafirlerin yanında yatardım.
* * *
Şimdi bunların hiç birisi yok.
Tamam biz şimdiki veletler kadar
birey değildik.
Ama, onlar gibi
bireyci de değildik!