Daha önce de yazmıştım. Kitapları yazıldıkları yerde okumaktan büyük keyif alıyorum. Örneğin Kilimanjaro dağının karlı tepelerini seyrederek Hemingway'in kitaplarını okudum. Lawrence Durrell’in dörtlemesini okuyarak İskenderiye'yi gezdim. Los Angeles barlarında, Bukowski'nin kitabını okuyarak içki içtim. Pierre Loti'nin İzlanda Balıkçısı kitabını, İzlanda'da küçük bir balıkçı köyünde bitirdim. Her geçen gün liste biraz daha uzuyor.
Geçen haftaki gezimde de yanımda, Mehmet Coral'ın Mimar Sinan'ın yaşamını konu eden, 'Işıkla Yazılsın Sonsuza Adın' adlı romanı vardı. Mimar Sinan'ın olağanüstü serüvenini, umutsuz bir aşkı anlatan kitabı altını çize çize okudum. Okudukça Sinan'a olan hayranlığım ve merakım bir kat daha arttı. Her gün önünden geçtiğim eserlerini, daha yakından görmek için planlar yapmaya başladım. İşe önce uzaktan başlamaya karar verdim. Güneşli bir hafta sonu, arabama atladığım gibi soluğu Edirne'de, Selimiye Camii'nde aldım.
Cami'yi gezmeden önce avluda bir kenara ilişip, Coral'ın kitabından o bölümü bir kez daha okudum. Her satırdan sonra başımı kaldırıp detaylara baktım. Sinan caminin serüvenini şöyle anlatıyordu:
'Kafamda yıllar boyu ayrıntılarını kurmuştum zaten. Sadece onu yeryüzüne, sonsuzluğun kandili gibi asmak kalıyordu... Tüm taşıyıcı kütleler, ustaca uygulanmış bezeme öğeleriyle gizlenmeliydi. Ancak bu sayede anıtsal kubbenin havada asılıymış gibi durmasını sağlayabilirdim.'
Okumayı yarıda kesip, caminin içine girdim. O muhteşem kubbenin altında hareketsiz kalakaldım. Gerçekten de ikinci bir gökyüzü gibi görünüyordu. Yüzlerce pencereden giren ışık huzmesi, insanı başka boyutlara taşıyordu. Hayatımda ilk kez gerçek İznik çinisine bu kadar yaklaştım. Duvarları süsleyen bu şaheserleri ellerimle okşadım.
Bir kenara oturup, kitaptan Sinan'ın anlattıklarını okumayı sürdürdüm: 'Teknik hilelerle kütleyi olduğundan büyük göstermek değildi aradığım. Kubbe altında öyle açılar yakalamalıydım ki, vecd haline gelenler, görünenin ardına bakabilsin. Selimiye düşünce ve inanç sistematiği üzerine bina edilerek ortaya çıktı. Kendinden başka aşmak istediği bir şey olmadı. Sadece ebediyetle bütünleşmeyi diledi...'
TEKNİK HİLE YOK
Yanımda bir de XIX. yüzyıl Divan şairi Keçecizade İzzet Molla'nın anıları vardı. Sıkı bir savaş aleyhtarı olan şairin ömrü sürgünlerde geçmişti. Bu nedenle Anadolu'nun bir çok yerini görmüştü. Keçecizade anılarında Selimiye Camisi için şunları yazmıştı: 'Ne Camii!.. Bütün iyilik yapıları toplansa bunun yanında hiç kalır. Yapılırken bin kilise yıkılmış. Mimar Sinan onu göğün tepesine dikmiş. O ne kubbe!.. Sanki yeryüzünde başka bir gök. O ne kapılar!.. Sanki yüce cennetin kapısı. Ona bakmadan bıkılmaz, bakışa usanç gelmez...'
Şair çok haklıydı. Camiye baktıkça bakasım geliyordu. Çevresinden ayrılmak istemiyordum. Ama bu ulu caminin etrafındaki düzensizliğe, yapılaşmadaki çirkinliğe canım çok sıkıldı. Biraz aşağıdaki Rüstem Paşa Kervansarayı'na doğru ilerlerken, karşıma gençlik arkadaşım Metin İzmirlioğlu çıkıverdi. Bir zamanların sıkı şairi şimdi emekli olmuş, köşesine çekilmişti. Onu neredeyse 30 yıldan beri görmemiştim. O andan sonra Edirne sokaklarında kendimi Metin'e emanet ettim.
Rüstem Paşa Kervansarayı şimdilerde otel olarak kullanılıyordu. Binanın avlusunda soluklanırken, yine Mehmet Coral'ın kitabından, Rüstem Paşa'nın serveti ile ilgili bölümü buldum okudum:
'Mihrimah Sultan Hazretlerine, kocası Rüstem Paşa'nın vefatıyla intikal eden mirasın dökümüdür: Çeşitli büyüklükte 815 çiftlik, 466 parça su değirmeni, 1700 köle ve ırgat, 2900 adet savaş atı, 1106 adet deve, sayılamayacak kadar çok koyun ve büyükbaş hayvan, 5000 adet kıymetli kürk, 600 adet gümüş kakmalı semer, 500 adet
altın ve değerli taşlarla işlenmiş semer, 130 çift altın üzengi, 800 parça nadide elyazması Kuran-ı Kerim, 8000 parça altın para, 32 parça harika mücevher, sarayındaki özel kasasında 1000 eşek yükü nakit akçe, 5000 elyazmasından oluşan bir kütüphane ve imparatorluğun dört bir yanında inşa ettirdiği han, hamam, kervansaray...'
ÇARŞI, HAMAM, SARAY
Rüstem Paşa'nın muhteşem serveti bile, 'acıktım' diye bağıran midemin isyanını bastıramadı. Metin Edirne'ye gelip de ciğer yemeden gidilmeyeceğini söyledi. Onun peşine düşüp ciğerciye doğru yürümeye koyuldum. Gördüğüm manzalar karşısında, buranın bir zamanlar 'yedi bayır arasındaki geniş vadide' kurulmuş, koca imparatorluğa başkentlik etmiş bir kent olduğuna inanamadım. Her yerde bir itinasızlık göze çarpıyordu: İtinasız yapılaşma, itinasız bir mimari, itinasız sokaklar. Geçmiş yakılıp, yıkılıp yok edilmişti.
Halbuki bu kente gelmeden önce notlarını okuduğum yerli-yabancı gezginler, kent hakkında ne güzel şeyler yazmışlardı. Kimi Rumlar’ın, Ermeniler’in, Müslümanlar’ın, Yahudiler’in, Çingeneler’in yanyana dostça yaşamasını övmüştü. Kimi camilerini, bedestenlerini, hamamlarını yere göğe sığdıramamıştı. Kimi yemyeşil verimli bahçelerden, bostanlardan dem vurmuştu. Evliya Çelebi’ye göre, Edirne çarşılarında toplam 6700 dükkan vardı. Bu kentteki imam, hatip ve bilginlerin sayısı 6150'nin üstündeydi.
Ciğerciye gitmek için ünlü Ali Paşa Çarşı'na girdik. Bu çarşıyı da Sinan yapmıştı. Dükkanların içi ve önü çeşit çeşit mal ile doluydu. Çarşının yapısı dışında, şaşırtıcı herhangi bir görüntü yoktu. Halbuki Keçecizade İzzet Molla burayı öyle ballandıra ballandıra anlatmıştı ki:
'Baştanbaşa kuyumcu dükkanı. Aktar dükkanlarının kokusu, gül bahçelerinin kokusunu unutturuyor. Her köşede denk denk kırmızı kumaşlar, gül bahçesi gibi açılmış. Tuhafiyeciler, sanki İngiltere devleti gibi süslü. Buradaki ciltçiler bir kitap süsleyecek olsalar, güneşi altın niyetine kullanırlardı. Ressamları günü betimlese, güneşle ay birlikte doğardı. İçinde her çeşit zanaatçı vardı. Kimi Müslüman, kimi kafir çocuğu oturmuştu. Çarşının şerbetçileri coşunca, macun hasetten kapağını atardı.'
CİĞERİN TAVASI
Bir kağıt inceliğinde kesilip, tavada kızartılan ciğerler gerçekten çok lezzetliydi. Ciğerin yanında servis edilen, yağda kızarıp kıtır kıtır olmuş acı sivri biber, lezzete lezzet katıyordu. Acı yüzünden alnımdan süzülen terleri sile sile karnımı bir güzel doyurdum.
Oradan çıkıp Üç Şerefeli camiyi, birkaç hamam yıkıntısını gezdikten sonra Sarayiçi'ne gittik. Bir zamanlar surlar içinde, ağaçlar arasında gözden saklı olan saray yapılarından geriye birkaç harabe kalmıştı. Ortada yağlı güreşlerin yapıldığı koca bir alan yer alıyordu. Ağaç altlarına masa kuran şarapçılar tarihe kadeh kaldırıyorlardı. Tunca Nehri, kendisine boca edilen onca kanalizasyon, çöp ve pislikle etrafa kokular yayarak akmaya çalışıyordu.
Gitmeden önce Meriç nehrinin kıyısında oturup bir yorgunluk kahvesi içtim. Rodop Dağları'ndan kopup gelen koca nehir, adına uygun olarak 'çağıltılı' akıyordu. Kuruluşu İ.Ö 3500 yılına dayanan, Romalılar’a, Venedikliler’e yataklık eden, koca Osmanlı İmparatorluğu'nun hem başkenti hem de önemli bir askeri üssü olan Edirne'nin, bugünkü görüntüsünü düşündüm. O anlı şanlı kent, şimdi büyükçe bir kasabaya benziyordu. Türkiye'nin Avrupa'ya açılan kapısına daha görkemli bir görüntü dileyip İstanbul'a döndüm.
Şimdi Mehmet Coral'ın 'Işıkla Yazılsın Sonsuza Adın' kitabını okuyarak, Sinan'ın İstanbul'daki eserlerini gezmeyi planlıyorum. Size de öneririm.
Edirne sokaklarında seyrek olmakla birlikte eskinin izlerine rastlamak mümkün. Bakımsız ahşap evlerin yıkılmasından sonra geçmişe ait pek bir şey kalmayacak.
Selimiye Camii'nin dış cephesinde yer alan ve surelerin yazılı olduğu İznik çinileri aradan geçen onca yıla rağmen hala pırıltısını koruyor.
Mimar Sinan'ın en önemli eserlerinden biri olan Selimiye Camii, gökyüzünü andıran kubbesi, İznik çinileri, süslemeleri, pencerelerinden süzülen ışıkların neden olduğu derinliklerle ziyaretçileri kendine hayran bırakıyor.
Doğa ve macera rehberiTürkiye'de de giderek yaygınlaşan aktif tatil anlayışına uygun bir gezi rehberi yayınlandı. Deniz kıyısında ve güneş altındaki tatile alternatif gezi, doğa ve macerayı tercih edenler için hazırlanmış bir rehber bu.
20 yıldır turizm rehberleri hazırlayan Ekin Yazım Merkezi'nin yayınladığı 336 sayfalık kitapta önce trekking yapmanın temel kuralları ve kullanılması gereken donanım maceracılara hatırlatılıyor. Rehberin büyük bir kısmında Ballıkayalar, Sülüklügöl, Pınarbaşı-Valla Kanyonu, Karaca Mağarası gibi Marmara, Ege ve Karadeniz bölgelerindeki trekking parkurları tanıtılıyor. Her parkur bölgesinin genel tasviri ve zorluk derecesi, parkura nasıl ulaşılacağı ve hangi mevsim gidilmesi gerektiği yöre haritası üzerinde ayrıntılı biçimde anlatılıyor. Ayrıca her parkuru ve çevresini yansıtan birkaç fotoğraf da bulunuyor.
Rehberin yeni başlayanlara tavsiyesi ilk trekkinglerinde kolay parkurları tercih etmeleri ve şehir içi parklarda denemeler yapmaları.
Trekking dışında Türkiye'de yeni yeni tanınmaya başlayan ve yurtdışından turistleri de çeken rafting-kano, yamaç paraşütü, dalış, paintball, binicilik ve kayak parkurlarına yer veriliyor. Çoruh ve Dalaman nehirlerinde rafting, Ölüdeniz'de yamaç paraşütü yapmak, İstanbul, Ankara ve Antalya'da paintball oynayıp ata binmek mümkün. Her bölümün sonunda da doğa ve macera turları düzenleyen acentaların irtibat numaraları bulunuyor.