Güncelleme Tarihi:
Bir filmin, konserin ya da bir tiyatro eserinin başarısını, gişe hâsılatına göre değerlendiren listelere box office diyoruz. Tekabül ettiği mana bu ama Türkçe’ye İngilizce’den geçen bu kavramın kelime anlamı “kutu ofisi”, yani kutuların muhafaza edildiği ofis. Gişe başarısı için neden bu ifadenin kullanıldığını ise Elliot Engel, “Oscar Nasıl Wilde Oldu? …ve diğer Edebiyatçıların Okulda Öğrenemediğimiz Yaşamları” adlı kitabında açıklıyor.
“1590’larda bir Shakespeare oyununun bileti dört peniye satılıyordu. Bu dört peniyi teşrifatçının elinde tuttuğu küçük, kilitli madeni kutuya atardınız ki teşrifatçı paranızı alıp kaçmasın. Yine de bu yöntemin bir kusuru vardı: Para kutuları küçük, peniler ise kocamandı. Birkaç kişi dörder peni attıktan sonra küçük kutu tıka basa doluyor, yeni gelenlerin para atması zorlaşıyordu. Bu durumda teşrifatçı sahne gerisindeki küçük odaya koşuyordu. Odanın kilidini açıp, para dolu kutuyu içeri fırlatıyor, boşunu alıyor, yerine dönüyordu. Tiyatro yönetiminin neden daha büyük kutular temin etmediğini merak etmiş olabilirsiniz. Elbette bunu da düşünmüşler ama hemen vazgeçmişlerdi. Shakespeare’in tiyatrosu Londra’nın oldukça berbat bir mahallesindeydi. Buranın gündelik ahalisi fahişeler, soyguncular ve katillerden oluşuyordu. Bu insanlardan herhangi biri kocaman bir para kutusu görse gözünü kırpmadan kapıp kaçardı. Tiyatro yöneticileri azıcık aklı olan hiçbir soyguncunun küçük bir kutudaki birkaç peniyi çalmak için tehlikeye atılmayacağını tahmin edebiliyorlardı. Artık bilet paralarının saklandığı o odanın neden box office olarak adlandırıldığını anlamışsınızdır.”
SHAKESPEARE ASLINDA YOK MU
Yaşadıkları hayatın günümüzdeki şöhretleri üzerinde muazzam etkisi bulunduğunu öne sürerek, aralarında Edgar Allan Poe, Charlotte Brontë, Charles Dickens, Oscar Wilde ve Ernest Hemingway’in de bulunduğu 19 yazarın pek de bilinmeyen yönlerini kitabında anlatan Engel, 1750’den önce yaşamış yazarlar arasından sadece Geoffrey Chaucer ile William Shakespeare’i seçmesinin nedenini şöyle açıklıyor: “Ortaçağ ve Rönesans dönemlerinde yaşamış yazarlar hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuzdan onların yaşam öykülerine ilişkin bir araştırma, yetersiz, kuşku verici sonuçlar vermeye mahkûmdur.”
Fakat Shakespeare’den 200 yıl önce yazmış olmasına karşın hiç kimse Chaucer, Canterbury Hikâyeleri’nin yazarı mıdır, değil midir diye sorgulamıyor. Peki, Shakespeare’in bunca sorgulanmasının gerekçesi nedir? Engel’in de hatırlattığı gibi Shakespeare 14 yaşında okulu terk etmişti. Bir taşra okulu kaçağı, değil Hamlet’i ya da Kral Lear’ı yazmak, nasıl olurdu da herhangi bir piyes kaleme alabilirdi?
“Shakespeare’in yapıtlarının onun gibi halktan biri tarafından değil, toplumun üst sınıflarından biri tarafından yazıldığı iddia edilir. İleri sürdükleri yazar adayları bol seyahat eden, dönemin üstün zekâlarıyla dostlukları olan, heyecan verici yaşamlar süren insanlardır. Bilinen kadarıyla Shakespeare, ilginç bir yere seyahat bile etmemiştir. Evet, yaşamı elbette sıkıcıydı. O yaşamı 37 olağanüstü piyes yazarak, yöneterek, kimilerinde de rol alarak harcadı. Tüm o soylu adamların bu oyunların yazarı olma ihtimalini saf dışı bırakıyorum çünkü bırakın öylesine mükemmel yazmak, herhangi birini planlayacak zamanları olamazdı çünkü kendilerini hayatın heyecanlarına kaptırmışlardı. Shakespeare’in bir taşra okulu kaçağı olması, 16’ncı yüzyıldaki İngiliz eğitim sistemi üstüne ciddi araştırmalar yapılana dek, biz Shakespeare savunucularını epey tökezletiyordu. Hâlbuki söz konusu yüzyıl İngiliz tarihinin Rönesans dönemi sayılır. Bu dönemde Stratford gibi taşra kasabasında bile parlak bir öğrenci 15 yaşına geldiğinde, günümüzde İngiliz tarihi doktorası adaylarının bilgisine ek olarak, Yunan ve Roma mitolojileri lisansüstü adaylarının bilgisini de edinebiliyordu.”
Soylu bir aileden geldiği için Chaucer hakkında ise olağanüstü ölçüde bilgi sahibiyiz. Öyle ki 14 yaşında aldığı pelerin ile bir çift ayakkabı ve pantolonun resmi kaydı bile mevcut.
Jane Austen, İngilizce eserler veren ilk büyük kadın yazardır. Ondan önce iz bırakmış bir kadın yazar bulunmamasının sebeplerini Engel, şöyle sıralıyor: Erkekler hemen her şeyin üzerinde mutlak güç elde etmişti ve edebiyatın ilgi alanı olarak belirledikleri konular, kadınlara yabancıydı. Örneğin destanlardan itibaren savaşlar, yazılmaya değer görülen konuların en önemlisiydi. Bu alan, yakın döneme kadar erkekler savaşa gittiğinde, evlerinde oturan kadınlara yabancıydı. Rönesans döneminde şiir yükselişe geçtiğinde de değişen bir şey olmadı. Zira şiirlerde aşkın nesnesi olan kadına övgüler yağdırılması gerektiğine karar verilmişti. 18’inci yüzyıla gelindiğinde ise üç konu belirlenmişti. Bunlar, kadınların karışmasına izin verilmeyen siyaset, din ve toplum meseleleri idi. Dolayısıyla aile öykülerine değer veren roman türü ortaya çıkana kadar, edebiyatın kapısı kadınlara kapalıydı. Engel, yazmanın eril bir iş olduğunu iddia ettikten sonra iddiasına dayanak olarak yazar (author) ve kalem (pen) sözcüklerinin kökenini gösteriyor. İngilizce’de yazarlar için kullanılan “author” kelimesinin kökeni “authority” yani yetki sahibi. Kalem için kullanılan “pen” kelimesi ise Latince “penis” sözcüğünden geliyor. Penis, aslında (köpeğin kuyruğu gibi) kuyruk demek. Kısacası yazmak için kullandığımız aletin adı su götürmez biçimde eril.