Güncelleme Tarihi:
Şehzade Medresesi büyük bir sevgiden ve acıdan doğmuştur. Hikáyenin kahramanları arasında padişahların en haşmetlisi Kanuni Sultan Süleyman, mimarların en büyüğü Sinan ve şehzadelerin en bahtsızı Mehmet bulunmaktadır. Tarih 16. yüzyılın başları, mekán İstanbul'dur.
Külliye'de cami, sibyan mektebi, imaret, tabhane ve bir de çok zarif bir medrese vardır. Şehzade Mehmet'in türbesi baş köşede, kıble tarafında kurulur. Türbe, 1544'te, külliye, Ağustos 1548'de biter.
Prof. Dr. Doğan Kuban, İstanbul Ansiklopedisi'nde kaleme aldığı bir makalede, medrese hakkında şu bilgilere yer vermiş:
‘‘Dış avlu duvarının kuzeydoğu duvarını oluşturan yapılardan biri olan medresenin asimetrik bir planı vardır. Temelde klasik tipolojiye uygun, bir dersane ve yirmi hücreden , hücreler arasında girişin karşısında bir eyvan ve helalardan oluşan basit bir yapıdır. Dersanesi kıbleye dönüktür ve mescit olarak da kullanılmak üzere bir mihrap nişi vardır. Medresede de, camide olduğu gibi, taş polikramisi ve saçak kornişlerinin palmet dizisiyle süslendiği görülmektedir. Giriş kapısı üzerindeki kitabede medresenin bitiş tarihi 953 (1546-1547) olarak verilmiştir. Bu medrese önce ellili, sonra da altmışlı medrese olarak İstanbul medreseleri içinde üst düzeyde payesi olan bir eğitim merkeziydi. 1950'den sonra kız talebe yurdu olarak kullanılmak için revakları camekanlarla kapatılmıştır.’’
Evet 1950'lerde kız talebe yurdu olarak kullanılan medrese, bir çok tarihi eserin kaderiyle karşı karşıya kalır ve bir müddet sonra boşaltılır. Bundan sonra medrese, kendi kaderine teslim olur diyemeyeceğim çünkü ona kaderiyle başbaşa kalma fırsatı verilmez. Cami ve çevresinde ne kadar moloz ve çöp varsa bir bir toplanıp, Sinan'ın büyük bir özenle yaptığı, küfeki taşları ve Marmara mermeriyle nakış nakış ördüğü bu eşsiz güzellikteki eserin eyvanına boşaltılır.
Bu durum geçen yılın son aylarına kadar böylece devam eder. İşte tam bu zamanlarda Türk Dünyası Vakfı gönüllülerinden Salih Köksal, İstanbul'un karlarla kaplı bir kış gününde medresenin büyük kapısından içeri girer. Giriş o giriş. Mimar Sinan'ın nakış nakış işlediği bu yapı karşısında büyülenir. Derhal Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne başvurarak mensubu olduğu vakıf adına bu eseri kiralar ve vakit geçirmeksizin restorasyon çalışmalarını başlatır. Kendisi de eline aletleri alıp işe girişir.
Başlangıcı ve sonrasını Salih Köksal anlatıyor: ‘‘Kar yağıyordu ve biz medresenin avlusunda çalışıyorduk. Ortalık buz tutmuştu ama Sinan'ın sabırla işlediği taşlara dokunduğumuzda ısınıyorduk. Ne açlık geldi aklımıza ne de susuzluk. Günler ve geceler boyu çalıştık. Medrese bize, biz medreseye usul usul alıştık. Bana öyle geliyor ki, o şimdi bizi, taşları, nişleri ve beşyüz yıllık ahşapları gibi görüyor. Yadırgamıyor.’’
Yedi ay gibi kısa bir zaman içinde medrese baştan ayağa elden geçirilir. Eksik parçalar usta ellerce tamamlanır. Ve geleneksel Türk yemeklerinin yapıldığı bir lokanta olarak hizmete açılır. Tıpkı eski çağlarda olduğu gibi ayışığı altında, kanun ve ezeli dalgınlığımızın ıslığı olan neyin sesi eşliğinde oturmak isteyenler buraya geliyor. Sinan'ın büyüsünün etkisiyle olsa gerek, şehrin ortasında olmasına rağmen büyük ve derin bir sessizlik hakim medreseye. Gün batarken avluda kırlangıçlar, gece yarısına doğru aydınlatılmış minarenin tepesinde martılar uçuşuyor. Bu eseri kendi elleriyle yeniden İstanbul'a kazandıran Salih Bey, Sinan'ın Tezküret-ül Bünyan adlı eserinden bir bölüme işaret ediyor. Ben de, Sinan'ın yüzyıllar öncesinden yükselen sesini ve vasiyetini insaf sahibi kulaklar duysun, izan sahibi yürekler bilsin diye buraya naklediyorum:
‘‘Tasarlayıp uyguladığım birçok cami, mescit ve diğer anıtsal yapıları bir kitapta topladım. Dünya durdukça eserlerimi gören sağduyu sahiplerinin çabamın ciddiyetini anlayacaklarını umarım. O zaman eserlerime insaf ile bakarak, beni hayırlı dualarla anacaklardır inşallah.’’
Tel: (0212) 526 26 68-69
Medresenin hüzünlü hikáyesi
Şehzade Mehmet, Sultan Süleyman'ın en kıymetli varlığıdır. Daha minnacık bir çocukkken hastalıkların pençesine düşer. Koca Sultan, dumanlarla, kan gölleriyle kaplı savaş meydanlarından gelip sabahlara kadar, kinin yutturulan oğlunun başında ateşinin düşmesini bekler. Şifa bulunca İstanbul'un meydanlarında şenlikler yaptırır, şehirde aç susuz tek bir insanın kalmaması için buyruklar verir.
Şehzademiz, büyüyene kadar bir ölür bir dirilir. Hastalandığında yemeden içmeden kesilir, belindeki kılıcı bile taşıyamayacak kadar mecalsiz düşer. Sonra iyileşir, yüzüne kan, bileğine kılıç tutacak kadar bir kuvvet gelir. Yüzündeki güneş gah açar, gah bulutların arasında kaybolur. Gün gelir devran döner ve Şehzademiz büyür.
Kudreti ve haşmeti pek sevmez. Ve aslında tahtta taçta gözü de yoktur. Biraz nazenin yetiştiği ve şair ruhlu olduğu için, değil savaş meydanlarına çıkmak, sürek avlarına bile gitmemiştir. Önünde bir hayvan kesilemez çünkü onu kan tutar. Koskoca Şehzade, kan gördü mü cümle alem içinde küt diye düşüp bayılıverir. Musikiyle arası iyidir, Kanuni'nin (buradaki 'kanuni' kanun koyucu anlamına gelir) oğlu çok iyi kanunidir (buradaki ise bir enstrumandır), geceler boyu gazeller içinde uyur, sabahları beyitler ortasında uyanır.
Abileri nazenin şehzadeye kin güder. Sultanın sevgisini kıskanıp, sarayın loş koridorlarında, kurdukları kumpaslarla Mehmet'i ortadan kaldırmanın yollarını ararlar. Ama, bir müddet sonra anlarlar ki bu lanetli işi Kanuni baştayken yapmak imkansızdır. Kanuni yaşarsa da fitnenin başını çeken büyük birader tahta geçemeyecektir. Büyük sarayın kalın taş duvarları, mermer döşemeleri odalarda dönen fitne fısıltılarını, Sultan'ın yakut, zümrüt, akik ve firuzeden yapılma tahtı revanına kadar taşır. Osmanlı sarayında sırları küplere koysanız da kar etmez, padişahın her yerde gözü ve kulağı vardır. Zaten saltanatını ve canını korumanın başka yolu da yoktur.
Kanuni Sultan Süleyman, sıcak bir temmuz akşamı fitne başı büyük oğlunu, tahtına göz diktiği gerekçesiyle boğdurur. Sultan Süleyman, tahtını, tacını, kılıcını ve şanını canından çok sevdiği küçük oğlu Şehzade Mehmet'e bırakmak istemektedir. Memleketin en iyi hocalarından dersler alarak yetişen Şehzade Mehmet, Fransız ve İtalyan hocalardan da yabancı dil, Avrupa görgüsü ve kültürü üstüne eğitim almıştır. Haris değil, mütevazidir. Nazenindir ama sözünü dinletir. Oturmasını kalkmasını, saltanatın adabını ve töresini bilir.
Yağmurlu bir sonbahar günü, Manisa'da yatağa düşer ve bir daha kalkamaz. Bir seferden dönmekte olan Kanuni acı haberi Edirne'de duyar ve rivayet odur ki kendini dışarı atıp kafasını toprağa gömerek saatlerce ağlar. Takvimler, 18 Şaban 950'yi (16 Ekim 1543) göstermektedir.
Mimar Sinan bu kara günlerde Sultan’ın emriyle daha sonra adı Şehzade Külliyesi olan eserin yapımına başlar. Cenaze namazı sonrası Kanuni, çok sevdiği oğlunun türbesinin bu külliyede yapılmasını ve külliyenin adının Şehzade olmasını buyurur.