Güncelleme Tarihi:
Uluslararası hukuk ve insan hakları hukuku alanlarında önemli çalışmaları olan Tarhanlı, Türkiye’ye gelen uluslararası gözlem heyeti AGİT’in ön raporundan yola çıkarak kampanya sürecinde göze batan sıkıntıları yorumladı. Seçimlerin yürütülmesinden mesul olan Yüksek Seçim Kurulu’nun aldığı, almadığı ihlal kararlarını anlattı. Tarhanlı’ya göre bazı tedbirler için hâlâ çok geç değil, YSK kadar RTÜK’e de önemli roller düşüyor.
AGİT SEÇİM SANDIKLARININ KURULMASINDA ŞEFFAFLIK EKSİK DİYOR
- Türkiye’nin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi uluslararası antlaşmaların şeffaf ve adil seçimler noktasında ortaya koyduğu kriterler nedir? Türkiye bugün bu kriterlerin hepsini karşılayan bir seçim süreci yürütüyor mu?
Türkiye’ye gelen AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) heyeti geçen hafta 28 Mayıs tarihli bir ön rapor hazırladı. Sınırlı bir misyonla belli merkezlerde çalıştılar, siyasi aktörler, sivil toplum ve medyayla görüştüler. Seçimlerin eşit fırsatlar sunulan bir ortamda gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği meselesine baktılar. Bunun Avrupa standardı olan formülü şu; genel, eşit, özür, gizli oy ve doğrudan seçim. Bu beşli formül bir Avrupa standardıdır. Ama iş burada bitmiyor. Türkiye’de de sorun orada başlıyor bence. Orası sizin sorunuzdaki büyük soru işaretleriyle karşı karşıya kaldığımız mecra. Bu ilkelere uygun bir seçim düzenini eşit fırsatlar içinde gerçekleştirebilmek için bir takım başka değerlere ve ilkelere sadık kalmak gerekiyor. Avrupa kurumları bunu 3 başlık altında topluyor. Birincisi; temel insan haklarına saygı. İkincisi; seçim mevzuatının istikrarı ve seçimlerin yönetilmesiyle ilgili bir düzen. Türkiye açısından bunda bir sorun yok, bir düzen var. Üçüncüsü de usule yönelik bir takım güvenceler. Türkiye’nin seçim altyapısı ve yetkili kurumları bunların hepsini sağlamak için yetkiye sahipler. AGİT’in işaret ettiği tek bir zafiyet var; yerel anlamda gözlemciliğin ve şeffaflığın çok net olmayışı. Yüksek Seçim Kurulu bas¸ta olmak üzere il ve ilçe seçim kuralları da dahil seçimlerin hazırlanmasından ve güvenliğinden sorumlu olan bütün kurumların karar alma süreçlerinin kapalı oluşu, şeffaf olmayışı. Bir de seçim mevzuatının sivil toplum gözlemcilerine izin vermiyor oluşu. Uluslararası heyetler bunları opak bir davranış olarak görüyor. O anlamda bir şeffaflık eksikliği var. Türkiye seçim mevzuatının hem AGİT hem de AB ve Avrupa Konseyi çevrelerinde eleştirilen bir başka açığı da kampanyaların mali şeffaflığının olmayışı. Seçim kampanyaları tamamen kapalı bir dönem.
CUMHURBAŞKANI’NIN DENKLEME GİRMESİ EŞİT FIRSAT İLKESİNİ ZEDELİYOR
- Bahsettiğiniz AGİT heyeti bu sene daha geniş bir ekiple Türkiye’deki seçimleri izliyor. Kamuoyunda seçim güvenliği konusunda yürüyen bir tartışma var. Bugüne kadar içeride ve dışarıdaki algı şuydu; Türkiye demokratik alanda sorunları olan bir ülke ama seçimleri düzgün, adil, şeffaf yapar. Bu sene ortaya çıkan soru işaretleri haklı soru işaretleri mi? Neden biz 7 Haziran seçimlerine bu tartışmanın gölgesinde gidiyoruz?
Sanırım Türkiye siyaset arenasındaki kutuplaşma bunu kamçıladı. Seçim kampanyalarını kutuplaşmanın taraflarının birbirine karşı keskin bir dille yürütüyor olması kıvamını daha da arttırdı. İkincisi, Cumhurbaşkanı’nın, anayasal anlamda sorumsuzluğu tanınmış bir makamın sahibi olarak, daha alt kademedeki siyasi oyuncularla birlikte sahnede yer alıyor olması tabii yeni bir denklem. Mevcut hukuki altyapının üzerine Cumhurbaşkanı bir siyasi aktör olarak girdiği zaman ve diğer aktörlerle eşit silahlara sahip olmayan bir aktör olarak girdiği zaman, eşit fırsatlar ilkesi zedelenmiş oluyor. Bir kere Cumhurbaşkanlığı makamı böyle bir oyuncu olarak tasarlanmış değil Türkiye’nin anayasa ve hukuk düzeni içinde. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı’nın seçim kampanyası içinde yer alması hukuki değil siyasi bir durum.
HERKESİN GÖNLÜNDE BİR ASLAN YATAR AMA HUKUK DÜZENİ BUNA AÇIK DEĞİL
- Cumhurbaşkanı Erdoğan referandumla seçildiğinden beri şunu savunuyor; ‘Beni halk seçti, milli iradeyi temsil ediyorum, elbette benim de halkın tercihleri konusunda söyleyecek lafım var’.
Tabii bu bir tez ama hukuki değil siyasi bir tez. Türkiye bir hukuk devleti. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere muhtarlara kadar bütün devlet görevlileri, keza vatandaşlar, hukukun çerçevesi içinde hareket etmek durumunda. Ben Cumhurbaşkanı’nın tezini, Cumhurbaşkanlığı seçim kanunuyla birlikte Anayasa’nın cumhurbaşkanlığının görev ve yetkilerine dair maddelerini de değiştirilseydi kabul edebilirdim. İşte o zaman yeni Cumhurbaşkanlığı makamının Türkiye anayasal düzeni içinde aktif bir siyasi makam olarak siyasette varlık gösterebileceğini tartışabilirdik. O zaman zaten muhtemelen bir başkanlık rejimine büründürülüp demokrasi içinde uygun bir yapıya ulaştırmanın bir siyasi sonucu olabilecekti. Şimdi böyle bir durum yok; değişen cumhurbaşkanının görev ve yetkileri değil seçim yöntemi. Buna siyasi olarak yeni bir anlam kazandırmak düşünülebilir. Hele de karizmatik ve özgüvenli kişiler bunu daha da ileriye taşıyabilir. Herkesin gönlünde bir aslan yatabilir ama gönlümüzde yatan aslanlara hukuk düzeni ne kadar açık? Hukuk devleti ilkesiyle bu tez bağdaşmıyor.
YSK’NIN CUMHURBAŞKANINI UYARMA YETKİSİ YOK AMA RTÜK’ÜN YAYINLARI DENETLEMESİNİ SAĞLAYABİLİRDİ
- Cumhurbaşkanı’nın meydanlarda AK Parti lehine seçim propagandası yaptığı savıyla HDP ve CHP, kendisinin ikaz edilmesi talebiyle YSK’ya başvurdu. YSK bu başvuruların hepsini reddetti ve ‘Bizim cumhurbaşkanını denetleme yetkimiz yok’ dedi. Sizce YSK bu itirazında haklı mı, böyle bir inceleme yapması uygun değil mi?
Partilerin götürdüğü talep daha farklı olabilirdi bence. Cumhurbaşkanının uyarılması biraz zorlayıcı bir yetki kullanımı olabilir gerçekten YSK açısından. Ama YSK şunu yapabilirdi ve hâlâ da yapabilir bence. Cumhurbaşkanını uyarmak değil de bunları yayınlayan medya kuruluşlarının, sosyal medyanın yasalara ve Anayasa’ya uygun bir yayın yapması gereğine işaret edebilirdi. Cumhurbaşkanı bugün Tayyip Erdoğan, yarın bir başkası olabilir ve yine aynı durumla karşılaşabiliriz. Bu kişisel bir mesele değil. Biz oyunu hangi kurallarla oynadığımız noktasında bunları tartışıyoruz, yoksa Erdoğan bunları söyledi diye değil. Niçin seçim yasakları konuyor? Mesele özgürlüğün kullanımı ve etkilenmeme meselesidir.
Ben yine de yetkileri itibarıyla YSK’nın iyi bir yönetimle o noktada ortaya çıkabilecek komplikasyonları önleyici bir rol yerine getirmesinin mümkün olduğunu düşünüyorum.
- Cumhurbaşkanını uyaramıyorsa ne yapabilir YSK?
Tabii cumhurbaşkanına karşı bu tür bir uyarma üslubu anayasal olarak yok. Türkiye hukuk uygulaması da doğrusunu isterseniz böyle lafzi. Halbuki burada yoruma ihtiyaç var. Bakın, YSK’nın CHP’li Oyan’ın başvurusunu reddettiği kararda iki üyenin muhalefet şerhi var. Aslında ben o muhalefet şerhinin çoğunluk görüşü olmasını dilerdim. Kimseye karşı olmakla ilgili bir mesele değil ama hukuk bu. O iki üye de ‘Cumhurbaşkanı uyarılsın’ demiyor. Vardıkları yer şu; ‘Cumhurbaşkanı tarafından yapılan bu propaganda konuşmalarına Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 79. maddesi, 6112 sayılı Kanun’un 8, 30, 45. maddeleri, 2954 sayılı Kanun’un 5. maddesi ve 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümlerine İlişkin Kanun’un 55a ve 55b maddeleri uyarınca radyo ve televizyon kanallarında yer verilmemesi yönünde konunun RTÜK gündemine alınmasını sağlayacak nitelikte bir karar alınması gereği nedeniyle verilen karara katılmıyoruz’.
CUMHURBAŞKANI DEĞİL DE GENELKURMAY BAŞKANI SEÇİM KONUŞMASI YAPSA NASIL KARŞILARDIK?
- Bu eğer YSK içinde çoğunluk kararı olsaydı, mesela RTÜK’ün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim propagandası içerikli bir röportajını yayınlayan kanala ceza mı kesmesi gerekecekti?
Yayınladıkları zaman bir yaptırımla karşılaşacaklar veya yayın yasağı gelecek. Bunlar çok hoş şeyler değil ama şu açıdan önemli. Diyelim ki konu cumhurbaşkanı değil de genelkurmay başkanı olsaydı. Diyelim ki seçim sathı mahallinde cumhurbaşkanı daha pasif bir şahsiyet ama genelkurmay başkanı devamlı seçim konuşmaları yapıyor, bunu nasıl karşılayacaktık? Şimdi tabii öyle bir genelkurmay başkanı yok ve bundan da mutluyuz.
- Nitekim geçmişte bunu yapan genelkurmay başkanları da vardı.
E vardı tabii.
- O dönemde de kimse seçim propagandası yapan bir genelkurmay başkanına karşı hukuki bir karar almaya cesaret edemiyordu.
Hukuk devleti içinde hareket ediyorsak hareketlerimizin ulusal veya uluslararası kurallara uygunluğunu gözetmek zorundayız. YSK ya da RTÜK ‘watchdog’ denen yapılar, yani demokrasinin işleyişinin aygıtları. Buralarda tıkanıklık ortaya çıktığı zaman biz bir fiili durumla karşı karşıya kalıyoruz. Yetkileri hukukun belirlemediği, görev alanlarının muğlaklık taşıdığı bir ortamda bir yarışma yapıyorsunuz. Bu futbol maçında forvet oyuncularından birinin motosikletle yer almasına benzer.
MEŞRUİYET TARTIŞMASI SEÇİMDEN SONRA DA SÜRER
- Cumhurbaşkanı’nın bir şekilde seçim propagandasına dahil olduğuna yönelik emareleri tek başına 7 Haziran seçimlerinin meşruiyetine gölge düşürmeye yeter mi?
Düşürücü maalesef. Tabii ki 7 Haziran’da oy kullanılacak ve öyle ümit ediyorum ki bunun çok büyük bir aksaklık içinde olmaması için herkes elinden gelen çabayı gösterecek. Ama bu kampanya döneminin ortaya koyduğu bu fiili durum hali, seçim sonuçları ilan edildikten sonra bile herkesin hafızasında yer alacak. Yeni hükümeti kim kurarsa kursun her zaman için ona muhalif olan kesim bir biçimde bu seçim kampanyası dönemindeki fırsat eşitsizliğini dile getirecektir. Bunu bir meşruiyet meselesi haline getirecektir. Hükümeti AK Parti kurarsa bu töhmetin altında daha fazla kalacaktır. Cumhurbaşkanı’nın siyasi partilerle devletin uyumunu gözetme ödevi de yine bu gölgenin altında kalacaktır.
Bir örnek vereyim; Türkiye DGM’leri bu nedenle kaldırdı. DGM’lerde bir üniformalı yargıç oturuyordu kürsüde. O yargıç gerçek bir hukukçu olabilirdi, çok iyi kararlara imza atıyor da olabilirdi. Ama o kişinin emir komuta ilişkisi içinde bir statüye sahip olması, üstlerinin emirlerine itaat durumunda olması onun yargıçlık bağımsızlığı ve tarafsızlığıyla orada oturmasını mümkün kılamıyordu. O üniformanın üzerine cüppe giymiş olsa bile. Adil olmanız yeterli değil, adil olduğunuzun görülmesi de gerekir. Biz bunu seçim kampanyalarına uyarladığımız zaman şu çıkıyor; seçimlerin standartlara uygun olması gerekli ama yeterli değil, yürütülüşü de eşit fırsatlar ve adilane biçimde yapıldığı algısı yaratmalıdır. Algıyla olgu denklemini birlikte düşünmek lazım. Dolayısıyla evet meşruiyet tartışması gündeme gelecek.
YSK SİYASİ PARTİLERE YÖNELTİLEN ‘TERÖRİST’ SUÇLAMASI İÇİN BİR CEVAP ORTAYA KOYABİLMELİYDİ
- RTÜK’ün yayın kuruluşlarının seçime giren tüm aktörlere ve siyasi partilere eşit ölçüde yer verdiğini denetlemek dışında ne tür görevleri var bizim gözden kaçırdığımız ve seçim sürecini etkileyen?
Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu’nun yayın esasları başlıklı maddesi der ki; karamsarlık, umutsuzluk, kargaşa, dehşet, saldırganlık gibi olumsuz duygular uyandırmak ve telkin etmek amacına yönelik yayın yapılmamalıdır. Yapılıyor mu? Yapılıyor! Mesela muhalefet partilerinin tümünün Esad, PKK, DHKP-C ile birlikte bir altılı şer ittifakı olduğu iddiasına bakın. Seçmenler olarak duruyorsunuz ve devleti temsil eden en yüksek mertebedeki birinci ve ikinci kişiler tarafından oy verdiğiniz parti ‘terörist’ diye adlandırılıyor. Siz bu durumda kendi siyasi kimliğinizle bağlantılı bir yakıştırmaya maruz kalıyorsunuz.
- Bu söylemden dolayı mesela ben bir yurttaş olarak Anayasa Mahkemesi’ne gidip seçimlerin eşitlik ilkesi çerçevesinde yapılmadığına yönelik bireysel başvuru yapabilir miyim?
Bu seçimlerin yürütülmesine yönelik ifade özgürlüğü kuralları bağlamında bu haklarınızın ihlal edildiği anlamına gelebilecek bir şikâyete konu olabilir. Ayrıca tabii bu tür yayınlar yapan yayın kuruluşlarına karşı hukuk davaları açılması da söz konusu olabilir bence. Radyo ve televizyonların kuruluş hizmetleri hakkındaki kanunun 8. maddesi der ki; yayın hizmetleri ırk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz. E şimdi altılı çete, terörist, ateist, Zerdüşt yakıştırmalarını düşünün. Bir insan Zerdüşt de olabilir ateist de, zaten inanç özgürlüğü dediğimiz şey bu. Ama biz bunları savunmuyoruz. Ha o zaman demek ki Anayasa’nın 10. maddesiyle ters düşüyoruz ve ayrımcılık yapıyoruz. Bu aynı zamanda stigmatization (damgalama) meselesi. Yani toplum içinde küçük düşürücü ve olumsuzlayıcı bir politika dili içinde o kişileri nitelemek meselesi. Bu ülkede sadece Müslümanlar yaşamıyor. Devletin birinci temsilcisinin Müslümanların kutsal kitabı üzerinden bir siyasi söyleme sahip olmasının o kimliğe mensup olmayanlar açısından yarattığı bir tedirginlik, bir rencide olma hali çok olağandır. Mazide de bunu depreştiren birçok olay olduğunu düşünürsek hiç de yabana atılacak bir kaygı değildir. Onun için YSK’nın kendisine yapılan bu tür başvurularda hukuk dışına meyili önlemek için medya kuruluşlarına karşı hukuk içerisinde ne yapılabileceğine dair bir cevabı ortaya koyması lazımdı.
DEVLET İŞİYLE SEÇİM PROPAGANDASINI KALIN HATLARLA AYIRMAK HİÇ ZOR DEĞİL
- Diyelim ki her şey normal anayasal zeminde gidiyor ve Cumhurbaşkanı seçim sürecine müdahil değil. Başbakan üzerinden gidelim... Seçim kampanyası sürecinde Başbakanlık kadrosundaki bir danışmanı bile kullanamayacak mı? 298 sayılı Kanun o kadar sert mi yorumlanmalı? Kanunun 62. 63. ve 65. maddeleri arasında boşluklar yok mu?
Var tabii ki. Burada iyileştirmelere muhtaç olduğumuzu söylemek isterim. Tabii güçlü olan iktidar partisi bu imkânlardan her zaman daha fazla faydalanacaktır ki öyle oluyor. Fakat seçimle ilgili seyahatini ayırmak aslında bir başbakan için zor değil. Seçim kampanyası sırasında elbette başbakan şapkasıyla da görevine devam ediyor ve o zaman elbette devletin kendisine sunduğu imkânlardan yararlanacaktır. Ama bunları kalın hatlarla ayırt edilebilmesini gerçekleştirmesi bir erdemlilik olduğu kadar siyasi etiğin de gereğidir. Bu görünür kılınmalıdır. Uşak’taki seçim konuşmasına makam arabasıyla değil kendi partisinin organize ettiği imkânlarla bunu yapacak. Partilerimizin hepsi bunu yapmaya muktedir partiler. Bunu yapmaları için devlet desteği var. Ama daha bugün gördüm basında; Ege’de bir yerde valilik ‘resmi araçların plakalarını değiştirin sivil plaka takın, Başbakan’ı öyle karşılasınlar’ diye talimat vermiş. Şu da olabilir; bazı bürokratlar belki kendileri böyle teveccüh gösterdiğini düşünerek bu tür şeyler yapabilir. Ama bunların önlenmesi zor değil.
- Bir de şöyle bir uygulama olduğuna tanık oluyoruz; belediyelerde ve kamu kuruluşlarında çalışanlara bir şekilde o mitinglere gidilmesi öneriliyor.
Tabii bunlar devlet memuru. Seçimlerin temel hükümleri hakkındaki 298 sayılı Kanun devlet memurlarının oralarda yer almamaları gereğini söyler. Ama o insanların bu telkine direnmesini çok da savunamayabilirsiniz, çünkü sendikal örgütlenmenin ve kamu sendikacılığının bu kadar zayıf olduğu bir ülkede kamu çalışanlarının geleceklerini karartmak uğruna sineye çektikleri çok durumlarla karşı karşıya kalabiliriz. Bu sadece iktidar partisiyle sınırlı bir durum değil. Diğer partilerin de kendi idareleri altındaki yerlerde uyguladıklarını gördüğümüz bir durum. Daha önceki dönemlerde de karşı karşıya kaldığımız bir durum.
‘EŞCİNSEL ADAY GÖSTERMEDİK’ SÖYLEMİ ANAYASA’NIN ÇİĞNENMESİ CUMHURBAŞKANLIĞI OFİSİNDE DE EŞCİNSEL ÇALIŞABİLMELİ
- Geçen hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meydanlarda şöyle bir ifadesi oldu; ‘Biz Eskişehir’de eşcinsel aday göstermiyoruz’. Bu cümlenin içinde kaç tane hukuk ihlali var?
Çok ihlal var, Anayasa ihlali var. Cumhurbaşkanı devletin başı konumunda. Anayasa bu devleti ‘insan haklarına saygılı bir hukuk devleti’ olarak tanımlıyor. Eşcinseller, LGBTİ hakları, eşitlik hakkı ve ayrımcılık yasağı kapsamında bir meseledir. Cumhurbaşkanı ‘biz’ derken Cumhurbaşkanlığı katından mı bu değerlendirmeyi yapıyor? Cumhurbaşkanlığı ofisinde eşcinsel çalıştırmadığını mı anlamalıyız? Ki çalıştırmak zorundadır, yoksa İş Kanunu’nun 5. maddesine göre ayrımcılık yapar. Ayrıca Anayasa’nın 2. maddesine göre devletin başını temsil eden bir kişinin Anayasa’nın 10. maddesinde cinsel ayrım da dahil hiçbir ayrım gözetmeksizin herkesin haklarına saygılı olacağı hükmü varken böyle bir sözün söylenmesi hem genel hukuk kuralları hem Anayasa’nın zorlanması ve çiğnenmesi anlamına gelir.
KENDİ OY KULLANDIĞINIZ SANDIKTA SAYIMI GÖZLEMLEYİP İMZALI TUTANAĞIN FOTOĞRAFINI ÇEKİN
- Seçim güvenliğiyle ilgili tedirginlikleri olan seçmenlere 7 Haziran günü için öneriniz nedir?
Kendi mikro ölçeğimizde ve kendi adacığımızda ne yaptık? Bu hak savunuculuğunun en temel sorusudur. Türkiye’de seçmen olan herkesi kuşatan ortak bir menfaatten söz ediyoruz. Herkes kendi düşünceleri doğrultusunda göstereceği çabanın heba olmasını istemiyorsa mikro ölçekten başlamalı. Kendi sandığına sahip olması önemlidir. Bunun bilgilenmekle paralel götürülmesinde yarar var. Hukuk okuryazarlığı o kadar zor bir şey değil. Kendi oy kullandığımız sandıkta oylar sayılırken gözlem yapma hakkımız var. Hatta şunu da yapabilirsiniz; oy sayımı bittikten sonra tutanak imzalandı, o noktada tutanağın tak diye fotoğrafını çekebilirsiniz. Açık sayım ilkesi uyarınca bunu yapabilirsiniz. Kendi oyunuzu korurken bir başkasınınkini de korumuş oluyorsunuz aslında. Ben bunları büyük bir belayla karşı karşıya olduğumuzu düşündüğüm için de söylemiyorum.
FETİH TÖRENİ İÇİN ÖĞRETMENLERE, ÖĞRENCİLERE YAPILAN TELKİNİN BENZERİNİ GENELKURMAY YARGIÇLARA YAPARDI
Cumartesi günkü ‘Fetih Töreni’ için ilçe milli eğitim müdürlükleri okullara ‘Öğrencileri ve öğretmenleri seferber edin’ dedi. Bunun sorgulanması gereken birçok tarafı var. Devlet okullarındaki o öğretmenler kamu çalışanları, yani aslında direnip gitmeyebilirler. İkincisi de öğrencilerin çoğu 18 yaşın altında, yani Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre çocuk. Çocuğun da ifade özgürlüğü vardır, gitmek isterse gider, istemezse direnebilir. Ama bu tören aslında bir seçim kampanyası, tartışmaya gerek yok. Yuvarlak rakamlı yıllarda bu tür yıldönümü törenlerinin yapılması anlamlı da 562’ncide niye yapıldığını ben bilmiyorum! Bunlar biraz gülünç tabii. Bugün o çocuklara, öğretmenlere yapılan telkinin aynısını zamanında genelkurmay, yargıçlara yapardı. Hepsi koşarak gittiler, brifinglere girdiler. Bugün bir farklılık olacaksa bunun her şeyden önce siyasi üslupta olması ve görünebilir olması lazım.
KİMDİR?
Prof. Dr. Tarhanlı, eski Yugoslavya Ceza Mahkemesi (Lahey) Savcısı Richard Goldstone’nun başkanlığındaki Çalışma Grubu’nda, Bosna-Hersek savaşında uluslararası hukukun ihlalinden sorumlu kişilerin yargılanması ile ilgili hukuki çalışmalara kendi incelemesi ile katıldı.
ABD’deki Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki ‘çatışma çözümü programının’ katılımcılarındandır. Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin kurucularındandır ve yönetim kurulu üyesi. 1995 yılında, Uluslararası Af Örgütü’nün, Türkiye’de yeniden canlandırılması için yapılan girişimde kurucu yerel grupta da yer aldı. Bugün Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde uluslararası hukuk ve insan hakları hukuku dersleri veriyor, İnsan Hakları Araştırma Merkezi Başkanlığı’nı da yürütüyor.