Güncelleme Tarihi:
İSMAİL TÜRKMEN
1914 sonlarında Rus ordusunun Doğu Anadolu’ya taarruzunu fırsat bilen bölgedeki Ermeni çeteleri, kentlerde idareyi ele geçirerek “kutsal” emellerine ulaşmak için silaha sarılırlar. Büyük müttefik Almanya’nın yardımlarına bel bağlayan ama güveninin karşılığını alamayan Osmanlı ordusu bölgede hem dondurucu hava koşullarıyla hem de cephane darlığıyla savaşmaktadır. Van’da kalan son cephanenin sınır birliklerine ulaştırılması görevi mecburen 12-17 yaşları arasındaki 120 çocuğa düşer.
Savaşın doğurduğu kaotik ortamda kendi devletlerini kurma ve Osmanlı’dan toprak kapma fırsatını yakaladıklarını düşünen Ermeniler, kendileri gibi düşünmeyen, Türklere karşı tavır almayan ve savaştan kaçan soydaşlarını da öldürürler. Öte yandan savaştan önce Ermenilere sattıkları silahlarla servet yapan Türkler şimdi bunun bedelini kendi kanlarıyla ödemektedir. Ayrıca gelişmelerin seyri içinde her iki taraftan birçok insan kendilerince makul gerekçelerden dolayı istemedikleri bir savaşın içine çekilirler.
Senaryosunu da yazan Özhan Eren’in Murat Saraçoğlu’yla birlikte yönettiği 120, yüz yılı aşkın bir süredir ülkemizin en hassas noktalarından biri olan Türk-Ermeni ilişkilerini hem de en zor dönemi içinde işliyor. O dönemde fazlasıyla gergin olan bu ilişkiler filmin fonunu oluşturuyor. Yaklaşık 2 saat süren tarihsel çalışmada, temelde iki ailenin bu fonda yaşadıkları dramı, gel-gitleri, gururu ve acıyı izliyoruz.
120’nin en başarılı taraflarından biri, geçmişte “başınızı ağrıtan” bir milletle yaşadıklarınızı anlatırken işe minimum düzeyde hamaset katması. Filmi bitirdiğinizde o dönemde savaştıklarınıza karşı bir nefretten ziyade, olup bitenlerin neden yaşandığının muhasebesine dalıyorsunuz. Meseleyi “kişiselleştirip” ulusal bir kan davası olarak görmeden, olabildiğince soğukkanlılıkla ele alan filmi izleyen herkesin kendisine anlamlı sorular çıkarabileceği kanaatindeyim. Sinema çıkışında benim aklıma gelen soru şu oldu örneğin: Acaba şu veya bu nedenle Ermenistan kurulmamış ve 93 Harbi’nde kaybedilen topraklardaki Ermeniler Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşıyor olsalardı halimiz nice olurdu? Bu soruyu kendi kendime sordum ama cevabını düşünmek bile istemedim.
MAKYAJ SORUNU
Algılarım beni yanıltmadıysa 120’nin makyaj konusunda önemli sayılabilecek bir sorunu var. Sınıra cephane taşımak için seçilen 120 çocuk arasında ön rolleri oynayanlarla figüranlar arasında hatırı sayılır bir “imaj” farkı var. Kurgu gereği aynı çevre şartlarında doğup büyüyen ve aynı mahallede yaşayan çocuklardan figüran olanlar diğerlerine göre epeyce “kavruk” görünüyor. Ön rolleri canlandıran birkaç çocuğun filmin çekildiği varsayılan ortama ait olmadığı belli sahnelerde neredeyse gün gibi ortaya çıkıyor. Bu da seyircinin tam kendini hikayeye kaptırmışken tabiri caizse “dürtülmesine” yol açıyor. Belki aynı dozda değil ama aynı sorun genel anlamda yetişkin oyuncular için de geçerli.
Bazı savaşlar fena halde kişiseldir | |
Kariyerinde en büyük esin kaynağı gerilim filmlerinin ustası Alfred Hitchcock olan ABD’li Brian De Palma’nın senaryosunu yazdığı ve yönettiği Örtülü Gerçek, “tamamen kişisel” bir savaşın paralı askerlerinin içine düştükleri anlamsızlığı ve bulaştıkları dehşet verici bir insanlık suçunu anlatıyor. 12 Mart 2006 günü beş ABD askerinin 14 yaşındaki bir Iraklı kız çocuğuna topluca ve defalarca tecavüz edip ailesiyle birlikte öldürdükleri Mahmudiye olayı üzerine kurgulanan film, ABD Başkanı George W. Bush’un Irak politikasına yöneltilen en sağlam sanatsal eleştirilerden biri olarak görülüyor. |
Örtülü Gerçek, “ekmek parası” için ta yeni dünyadan Irak’a gönderilen profesyonel ABD askerlerinin bu ülkede neden bulunduklarına bir türlü anlam veremediklerini resmeden sahnelerle başlıyor. Ve açıkçası baştaki bu sahneler ve filmin farklı yerlerine serpiştirilen benzer görüntüler, anlatılmak isteneni en kestirmesinden anlatmaya yeten ustaca kareler. Ortadoğu sıcağında yanıp kavrulan, El Kaide saldırılarına uğramadıkları anlarda can sıkıntısından patlayan, hani neredeyse “bir çatışma çıksa da meşgalemiz olsa” şeklinde düşünecek durumlara düşen, öte yandan iç içe yaşamak zorunda kaldıkları Iraklılarla korktukları için sosyal temas da kuramayan ABD askerlerinin tam anlamıyla patlamaya hazır bomba oluşları bu karelerde izleyiciye sessiz ve derinden çok iyi aktarılıyor. Zaten filmin en başarılı olduğu şeylerden biri, insanın içini parçalayan bir dehşeti nispi bir sükunetle anlatması. Filmdeki bu sessizlik ve yavaşlık, savaşın anlamsızlığını aktarmaya çalışan bir yönetmen için çok doğru seçimler.
Filmin yönetmeni Brian De Palma’ya göre askerler dahil hiçbir ABD’li, ordularının neden Irak’ta olduğuna anlam veremiyor. Yönetmeni doğrulayan pek çok veri var bu konuda. ABD yönetiminin işgalden önce sıraladığı gerekçelerin hiçbirinin doğru olmadığı daha sonra ortaya çıktı. Ne Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin’in El Kaide’yle bir ilişkisi ispatlanabildi ne de ülkede kitle imha silahları olduğuna dair bir kanıt ele geçirilebildi. Geçtiğimiz günlerde yapılan bir medya taramasında, Irak’ın işgaline varan süreçte ABD liderlerinin kamuoyunu savaşa ikna edebilmek için irili ufaklı tam 935 yalan söyledikleri ortaya çıkarıldı. En çok yalan söyleyenler sıralamasında ise Başkan George W. Bush 259 yalanla birinciliği kimselere kaptırmadı. Durum böyle olunca savaş, askerler tarafından bir türlü sahiplenilemedi.
DEMOKRASİ HAVARİLERİNİN SAVAŞI
Yine bu hafta vizyona giren “Kan Dökülecek” filminde ünlü oyuncu Daniel Day-Lewis’in canlandırdığı Daniel Plainview’den beri gözleri bir türlü doymayan petrolcülerin, iki sene önce Rachel Grady ve Heidi Ewing tarafından çekilen Jesus Camp (İsa Kampı) belgeselinde anlatıldığı kadarıyla İslami Cihad’dan pek bir farkı olmayan kuşaklar yetiştiren evanjelik Hıristiyanların ve tabii ki onların altın çocuğu, alkoliklikten İsa Mesih’in “demokrasi havariliği”ne terfi eden iyilerin dostu kötülerin düşmanı Başkomutan George W. Bush’un savaşı hem kendi askerlerini hem de “demokrasiye susamış” Iraklıları tüketiyor. Brian De Palma bu tükenişi, didaktik havası olmayan bir belgesel ve vicdan sömürüsünden kaçınan bir dram olarak anlatıyor.
Konu “demokrasi havariliği”nden açılmışken en büyük müttefik İngiltere’nin de hakkını vererek bitirelim. Geçtiğimiz hafta İngiltere’nin Dışişleri Bakanı, Marksist babanın solcu oğlu David Miliband aynen şunları söyledi: “Irak ve Afganistan’daki varlığımız konusunda soru işaretleri olabilir. Ama İngiltere olarak biz ahlaki görevimiz olan demokrasiyi desteklemekten geri durmamalıyız.” Çocukluğunda tren kondüktörü olmayı hayal etmiş bir insan için epey büyük bir laf. Karl Marx yaşasa şöyle derdi sanırım: Bütün dünyanın işçileri, birleşin ve partiliniz Miliband’in çocukluk hayalini gerçekleştirmesine yardım edin.