Güncelleme Tarihi:
17 Ağustos gecesi derin uykudan acıyla uyandık. Sokaklara döküldük, komşularımızla tanıştık, bilmediğimiz bir sürü şeyi öğrendik. Afetle başlayan bu sivil dalgalanmanın, katılan herkesi kucaklayacak ve yardımların dağıtılmasından yeni kanun tasarılarına kadar işin peşini bırakmadan dallanıp budaklanması gerekiyor. Soru şu: Bir kere daha kaderimizi başkalarının eline bırakabilir miyiz?
GÖRÜNTÜLER YALAN SÖYLEMEZ
100 küsür saat sonra deprem altından kurtarılan kadının dünyaya ilk bakışı... Bir masanın üzerine Türk Telekom yardımı olarak konmuş telefonun başında, iki büklüm olmuş, sırtında zamanın ve ardında bekleyen yüzlerce kişinin ağırlığını hissederek, yakınlarına ‘‘Biz iyiyiz’’ diyebilmek için, titreyen parmaklarıyla numaraları doğru tuşlamaya çalışan yaşlı adam... Gençlerin ellerinde otomatik av tüfekleriyle, enkaza dönmüş şehrin sokaklarında yağmacı kovalamaları... Ve çok kısa bir süre içinde, bir kez daha, tanımadıkları bir dünyanın içine düşmüş çocukların soran bakışları... Devletin temsilcilerinin söyledikleri her şeyi, yerle bir ediyor. Kuşkusuz yetkililerin söylediklerinin hepsi yalandır denemez; ama söyleyenler ve söylenenler gerçeğin o kadar uzağına düşmüşler ki, şimdi ona yaklaşmak için dış bir güçle silkelendiklerinde, ellerinde tekrarlamayı alışkanlık haline getirdikleri vaatlerden ve tehditlerden başka bir şey bulamıyorlar. Hiç değilse neyi yapamadıklarını, niye yapamadıklarını anlatmayı deneyebilirlerdi. Bu yönde adım atacakları yerde, bir an evvel delilleri yok etmek için çırpınıyorlar.
Bir süredir depreme hazırlanmaya çalışıyorduk. Bilim insanı denilen kimi insanlar, bizi depreme karşı uyarmak için, hemen hepimizin manasız bulduğu bir telaş içinde çırpınıyordu. Bu çabalardan geriye belleklerimizde, ne idüğü belirsiz bir istatistik sonuç kaldı: İstanbul her yüzyılda bir silkiniyor, yıkılıyordu.
Medyada İstanbul'daki olası bir depremle ilgili felaket senaryoları yayınlandı. Konu üzerinde biraz lafladık. Sonra sıkıldık bu haberlerden. Astrolojik bir oyuna, new age'cilerin kıyamet söylentilerine çevirdik bakışlarımızı. Ne de olsa ikinci bin yıl yaklaşıyordu. Nostradamus'un kehanetleri, Kanadalı bir kahinin 10 Temmuz'da Saros'da deprem olacağına ilişkin açıklaması, İzmit Fay Hattı üzerinde çalışan jeologların sözlerinden çok daha fazla yankı buldu medyada.
Bu durum 17 Ağustos gecesi, titreyip kendimize gelene dek sürdü. Hepimiz, korkuyla bilim insanlarının söylediklerine diktik kulaklarımızı: Depremin yeri ve şiddetini bilebileceğimizi, ama zamanını bilemeyeceğimizi öğrendik. Farklı ölçümler olduğunu da... Tsunami'nin ne demek olduğunu ezberledik. Bir kolonda kaç demir, ne kadar çimento kullanılması gerektiğini, artçı depremler olmazsa asıl o zaman korkmamız gerektiğini, şu ya da bundan sonraki depremin İstanbul'u vuracağını öğrendik.
DEVLET ARANIYOR!
Sokaklara döküldük. Komşularımızla tanıştık. Tanıdığımızı sandığımız insanların hiç tanımadığımız yüzleriyle karşılaştık. Okumuş yazmış diye bildiğimiz insanların, cahil deyip küçümsedikleri insanlardan bir farkları olmadığını gördük.
Şimdi istedikleri kadar inkár etsinler; devlet yetkilileri, şaşkınlık içinde çalışmayan cep telefonlarına bakarken, kimi insanlar afet bölgelerine doğru yola çıkmıştı bile. Afet bölgelerindeki insanlar, devletin gelip, binlerce insanın el verdiği enkaz kaldırma çalışmasında bir koordinasyon sağlamasını bekliyordu. Japonlar gelmişti, Yunanlılar gelmişti, Ruslar, Fransızlar, Almanlar, Cezayirliler, Amerikalılar, Meksikalılar gelmişti... Ama devlet gelmemiş, gelememişti.
ÖYLE BİR ENKAZ Kİ...
Bekir Coşkun, 21 Ağustos tarihli Hürriyet Gazetesi'nde yazdı; devlet o sırada helikopterdeydi. Çoşkun'un ‘‘Bir enkaz var ki!’’ başlıklı köşe yazısı, aynen şu cümleyle başlıyordu: ‘‘Demirel her zaman deprem bölgelerine çadır kazıklarından önce varmıştır.’’
Demirel, 60'lı, 70'li yıllarda belleklere kazınmış o veciz ifadelerine iki yenisini daha ekledi:
Önce, ‘‘Deprem Allah'tan. Allah'la pazarlık yapamayız’’ dedi.
Sonra da, ‘‘Altımız çürük!’’
Yapıp ettiklerinin tartışılmazlığı o hále gelmişti ki, gazetelerde çarşaf çarşaf resimleri çıkan, devleti dolandırmaktan haklarında yasal soruşturma açılmış, töhmet altındaki insanlarla Büyükada'da ‘‘aile fotoğrafı’’ çektirmekten bile çekinmez olmuştu.
Deprem tam bu sırada geldi.
HÜKÜMET CEPHESİ
Devletin başında durum böyleyken, hükümetin başında da daha iç açıcı bir manzara yoktu. Dili titiz kullanmasıyla bilinen Başbakan Ecevit, televizyona yaptığı açıklamada, gecikmelerinin nedenini anlatırken ‘‘Üç gün engellendik’’ diyordu. Bunu bir dil sürçmesi olarak görenler çıkabilir, ama o, sonraki tavırlarıyla da ‘‘devletin áli çıkarları’’ söz konusu olunca Demirel'den aşağı kalmayacağını gösterdi. Kimdir ve nedir hükümeti engelleyen? Ecevit bunları açıklamak zorundadır. Belki böylece, 20 küsur yıl önce ‘‘Kontrgerilla vardır’’ diye başladığı cümleyi de bitirme fırsatı bulur.
Sağlık Bakanı için ne söylenebilir? O türden siyasetçi yedekte çok var. Üzerine daha çok düşünülmesi gereken, Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli'nin, bakanı ve devleti savunurken kullandığı üslup ve millete karşı sallanan o tehditkár parmaktır.
TÜPRAŞ VE KIZILAY
TÜPRAŞ günlerce yanarken, TÜPRAŞ'ın o bölgeye üniversitenin olumsuz raporuna rağmen kurulduğunu öğrendik. Sadece TÜPRAŞ mı, bütün sanayi, bilinen tehlikeye rağmen oraya yığılmış; yetmemiş, TÜPRAŞ'ın yanına her an patlayıp bütün Körfez'i yok edebilecek LPG tankları konulmuştu.
TÜPRAŞ yangınının üçüncü gününde ortaya çıkan ve uluslararası desteğin adını anmaksızın, yangını kendisi söndürmüş gibi konuşan TÜPRAŞ Genel Müdürü, laf arasında ilginç bir şey de açıkladı: TÜPRAŞ 9 şiddetindeki bir depreme bile dayanacak şekilde yapılmıştı. Oysa buralara yerleşen insanların hareketli bir fay üzerinde olduklarından haberleri yoktu!
Kızılay'da da durum daha iç açıcı değildi. Derhal yardıma koşması gereken bu kurumun yöneticisi, günler sonra ortaya çıkıp, bir pazarlamacı edasıyla elindeki çadırların ne kadar kaliteli olduğunu anlatıp duruyordu.
ENKAZ KALDIRMA TELAŞI
Dünyanın ve Türkiye'nin dört bir yanından gelen insanlar, canları pahasına bir cana daha ulaşmak için enkaz altında çabalıyor. Bir yandan 60 saat, 100 saat, 130 saat sonra gelen mucizelere şaşarken, bir yandan da bir tek insan hayatının bile ne kadar değerli olduğunu idrák ediyoruz.
Oysa, Amerika'dan gelen kurtarma ekibi Miami Dade'in sözcüsü Rafael Pozo'nun ‘‘Meksika depreminde çalışırken, depremden iki hafta sonra bile enkaz altından canlı çıkarmıştık. O yüzden biz hálá umut taşıyoruz’’ sözlerinin ertesi günü, daha olayın üzerinde bir hafta geçmişken, Başbakanlık Kriz Masası'nın açıklaması geliyor: ‘‘Kurtarma çalışmaları durdurulup, enkaz hızla kaldırılacak.’’
Gerekçe olarak salgın hastalık tehlikesi gösteriliyor. Oysa aynı gün Dünya Sağlık Örgütü'nün Hürriyet'te yer alan açıklamasında, enkaz altındaki cesetlerin salgın hastalık yayıcısı olamayacağı açıklanıyor.
İnsanlar ister istemez, neyi örtme telaşı bu diye soruyorlar kendi kendilerine. Yanıt İstanbul Barosu Başkanı'ndan geliyor: ‘‘Delilleri yok ediyorlar!’’
VER, ANLA VE DENETLE
Depremin olduğu ilk andan itibaren ortaya çıkan bir gerçek, bugün de önümüzde: Devlet ve millet ayrı köşelerde duruyor. Afetle başlayan sivil dalgalanmanın, bu işe katılan herkesi kucaklayacak ve yardımların dağıtılmasından, hazırlanan kanun tasarılarına kadar işin peşini bırakmayacak bir anlayışla dallanıp budaklanarak örgütlenmesi gerekiyor. Bundan sonra devlet ne kadar Adapazarı'nda, İzmit'te, Yalova'da, Gölcük'te, Çınarcık'ta ise, 17 Ağustos sabahı oraya koşmuş millet de orada olmalıdır. Yoksa devlet, ‘‘baba’’ masalını anlatmayı sürdürecek, şapka himmet dağıtmaya devam edecektir.
Soru şudur: Bir kez daha kaderimizi kişilerin ellerine bırakabilir miyiz? ‘‘Ver, anla, denetle’’ der, özlü bir Hint sözü. Yurttaşlar olarak bundan sonra arkasında durmamız ve asla geri adım atmamız gereken mevzi budur.