Salzburg’dan Münih’e indim kendimi küçük Türkiye’de buldum

Güncelleme Tarihi:

Salzburg’dan Münih’e indim kendimi küçük Türkiye’de buldum
Oluşturulma Tarihi: Ocak 13, 2014 01:42

Çağın ritmi hızlandıkça tatil yolculukları da bundan payını alıyor. Dünyayı uçaklardan kuşbakışı seyrediyoruz, şehirleri birkaç saatte keşfedip, hayatı ıskalıyoruz. Okurumuz, TODAİE Öğretim Üyesi Prof. Dr. Seriye Sezen seyahatin ritmini yavaşlatıp, derinlemesine gözlem yapmayı tercih eden gezginlerden. Bavyera’yı trenle geçti, Münih sokaklarında yürüyüşe çıktı, izlenimlerini yazdı.

Haberin Devamı

Salzburg Garı... Yolcular Münih trenini bekliyor. Günümüzde yolculuk için bilet almak kolay bir iş değil. Seçeneklere bağlı fiyatların, çoktan seçmeli sınava giren öğrenci psikolojisine ittiği yolcuların işi zor. Neyse ki Münih bileti için iki seçenek vardı: Her istasyonda durup 1,5 saatte giden yerel tren ve 1 saatte giden ekspres. Yarım saat erken gitmenin farkı ise 11 Euro. Tatildeydik, aceleye gerek yoktu; üstelik bu coğrafyayı tanımak için bir fırsattı.
Münih treni geldi, yolcular hızla yerleşti. İki katlı trenin üst katına geçerek, yalnızca bir çiftin bulunduğu vagona yerleştik. Tren saat 12.09’da, tam vaktinde hareket etti. 10 dakika geçti geçmedi, ilk istasyon Freilassing’deyiz. Reklam afişlerindeki web adreslerinin “de” uzantısı, şimdiden Almanya topraklarında olduğumuzu gösteriyor. Kısa bir bekleyiş ve ardından hareket. Kırsal görüntüler harika. Yeşillikler içindeki köylerin, balkonlarından çiçekler sarkan bakımlı evleri hızla tren penceresinin önünden geçiyor. Mısır tarlaları, ormansı ağaçlıklar derken Teisendorf İstasyonu, belki bir dakika gecikmeli. İnenler indi, binenler bindi, tren yeniden yeşile gömüldü. Güzel, yeşil çayırlar üzerinde otlayan sağlıklı ve besili inekler görüntüye giriyor. Yollar dışında her yer yeşil; yalnızca hasadın yapıldığı tarlalar ve alanlar nispeten sararmış. Üçüncü istasyon olan Traunstein’dan sonra tekrar yeşilin içindeyiz. Görüntüye bu kez otlayan koyunlar giriyor. Kırsal yerleşimlerden geçildiğinin göstergeleri yalnızca traktörler ve otlayan hayvanlar. Kır görüntüsünün bu düzenliliği beni, 1930’ların Frankfurt’u için; “Yarabbi! Bu şehirde ufak bir yıkıntı, bir küçük ihmal, yerine konulması unutulmuş bir taş, kapatılmamış bir çukur yok mu? Umranın bu kadarı fazla” diyen Ahmet Haşim’e götürüyor. Ama Haşim gibi isyan içinde değilim; bu yumuşak, yatıştırıcı ve insanda sevdiği bir yemeğin yarattığına benzer tat bırakan görüntüyü içime çekiyorum.
Saat 12.50, Bergen istasyonu. Kısa bir duraklamadan sonra yola devam. Arkada puslar içinde, Hasan Mutlu’nun tablolarındaki gibi birbirlerini kesen dağlar görünüyor. Ardından muhtelif tonlarda yeşil, yeşil, yeşil… Bernau ve Bad Endorf istasyonlarından sonra tren Simssee Gölü’nün kenarından geçiyor. Büyük bir yerleşim yeri olan Rosenheim’da tren kalabalıklaşıyor, binenler çok. Bir öğrenci grubu vagonun sessizliğini bozuyor. Yüksek sesle konuşuyor, gülüyor ve şakalaşıyorlar. Großkarolinenfeld, Ostermünchen, Aßling’den sonra 14.27’de Münih Doğu Garı’na (München Ost) geliyoruz. Kentin girişi yeşil. Bosch tesisleri ve eskiden kalma 5-6 katlı apartmanlar dikkat çekiyor. Tren tam vaktinde ana istasyon olan München Hauptbahnof’a giriyor.

Haberin Devamı

ALMANYA HÂLÂ ACI VATAN MI

Haberin Devamı

Sabah, çevrede küçük bir yürüyüş. Gün yeni başlıyor, sokaklar tenha. Bir kilisenin fotoğrafını çekmeye çalışırken, kulağıma ‘Zahidem’ türküsü çalınıyor. Arkama döndüğümde; iş tulumları ve başlarında kasklarıyla kanal işçilerini görüyorum. “Günaydın” diyorum, Erzincanlı Birol Özdemir ile Uşaklı İsmail Pekmez’le sohbetimiz başlıyor. Kanaldaki Kayserili Mustafa Çelik de bize katılıyor. Türklerin yaşam koşullarından, aralarında birlik oluşturamamalarından, diplomatik misyonlarımızın ilgisizliğinden, yalnızlık hissinden söz ediyorlar. Genel olarak buradaki düzenlerinden memnunlar, ‘acı vatan’ algısı artık geride kalmış. Her yıl Türkiye’ye gidip hasret gideriyorlar. Konu, yaptıkları işe, kentin kanalizasyon sistemine geliyor. Kanala inen merdiven boşluğunu gösteriyorlar, tertemiz, koku zaten yok.
Akşam üzeri. Kent merkezinden dönüşte yolumuz üzerindeki Gül Döner’in çalışanına “yakınlarda market var mı” diye soruyoruz. “Abla her taraf market burada. Metro istasyonunun içinde de var” diyor. Yöneldiğimiz bu marketin sahibinin Türk olduğunu öğreniyoruz. Akşam geç saatte oteldeyiz. Otelde Türkler de istihdam ediliyor; sabah kahvaltıda bir genç Türk kadınıyla tanışmıştık. Resepsiyonda esmer bir genç, acaba bu genç de Türk mü? Hayır, düzgün Türkçe konuşan İranlı Muhsen bir süre Türkiye’de yaşamış. Otelde çalışan tek İranlı Muhsen değil. 20 yıldır aynı otelde çalışan bir çiftin küçük kızları da yarı zamanlı olarak kabul masasında çalışıyor. Sahibi dışında neredeyse tüm otel çalışanlarının yabancı olduğu otel, sermaye ve uzmanlık gerektiren işlerin merkez ülkelerde toplandığı, emeğe dayalı işlerin de çevre ülkelere yayıldığı küresel iktisadi işbölümünün küçük bir modeli. Otelin sahibi Alman ama ücretli çalışanların neredeyse tamamı azgelişmiş ülkelerden.

Haberin Devamı

Salzburg’dan Münih’e indim kendimi küçük Türkiye’de buldum

YARDIMSEVER TÜRKLER

Ertesi gün. Kent merkezinde ziyaret edeceğimiz Kral Konutu Müzesi’nin (Residans Museum) yerini harita üzerinde bulmaya çalışırken, biri “yardımcı olabilir miyim” diye sesleniyor. Bisikletteki, 25-30 yaşlarında Türk genci, “Türkçe konuştuğunuzu duydum, yardım etmek istedim” diyor. Adres tarifinden sonra konu kendisine ve Almanya’daki Türklere geliyor. Teknisyen olarak çalışan genç Alman yurttaşlığına geçmiş. Türklerin en fazla aylık 2 bin Euro kazanılan işlerde çalıştığını, uzmanlık gerektiren işlerde çalışanların ise azınlıkta kaldığını belirtiyor. Yaşam burada da pahalı diyor; “babamların kendi evi var ama kirada olsalardı o eve 1000 Euro kira verirlerdi” diye ekliyor.
Kral Konutu Müzesi’nde gezinin sonundayız. Müze boyunca bizi yönlendiren oklar sona geldiğimizde iki ayrı yönü işaret ediyor. Bir an tereddüt ediyoruz, çıkış için hangi yöne gideceğiz diye kendi aramızda konuşurken, birisi Türkçe sesleniyor: “Şu taraftan gideceksiniz, öbür tarafta lavabolar var.” Etrafta hiç Türkle karşılaşmadığımızdan şaşkınlıkla sesin geldiği yöne dönüyorum. Müze görevlisi bir hanım. “Aa siz Türk müsünüz” diyorum. “Evet” diyor ve yaka kartındaki adını gösteriyor.
Salzburg’a dönüş seferlerini öğrenmek üzere Doğu (Ost) Garı’ndayız. Hafta sonu, gar tenha. Bir hareket memurunun bulunduğu bölüme yaklaşırken, “inşallah İngilizce biliyordur” diye kendi aramızda konuşuyoruz. Bizi duyan içerideki görevliden, “bilir bilir, Türkçe de bilir” yanıtı geliyor. Karşılıklı gülüşmeden sonra, bir taraftan işini yapıp bizimle sohbet ediyor. “Alıştık artık buraya” diyor Kırıkkaleli tren görevlisi. “Tek eksiğimiz memleket hasreti. Onu da her yıl tatilde gidermeye çalışıyoruz. Ama buranın düzenine o kadar alışmışız ki Türkiye’ye gittiğimizde ilk bir hafta şaşkına dönüyorum. Alışmam zaman alıyor.”
Gurbetçilerin Almanya’ya daha çok Türk gözüyle, Türkiye’ye de Alman gözüyle baktıkları anlaşılıyor. Diğer yandan, Türklerin kendi aralarında bir birlik, bütünlük ve birlikte hareket etme refleksi oluşturamamışlar. Türkiye’deki ayrışma, saflaşma burada da geçerli. Ortak bir ‘Türk topluluğu çıkarı’ yönünde hareket yeteneği gelişmemiş görünüyor.

Haberin Devamı

Türkçe yeterli

1 milyon 700 bin nüfuslu Münih’te, merkezde 65 bin, çevresiyle birlikte 100 bin civarında Türk yaşıyor. Dolayısıyla yabancı dil bilmemek sorun değil. Elbet bir Türkle karşılaşırsınız. Metro istasyonlarındaki bilet makinelerinde bile Türkçe mönü var. Almanya artık gurbetçiler için ‘acı vatan’ olmaktan çıkmış, kalıcı vatana dönüşmüş. Kendilerini burada yerleşik görüyorlar; Almanya çifte vatandaşlığı kaldırdığı için bir kısmı zaten Alman yurttaşlığına geçmiş. Ancak Almanya’da ‘yabancı’, Türkiye’de ‘Almancı’ görülmekten, dolayısıyla bir yere ait olamamaktan yakınıyorlar.

Olimpiyat Kulesi’nden panorama

Münih Olimpiyat Parkı pazar günü kalabalık. Girişte, soldaki, BMW’nin tanıtım binası (BMW Welt) otomobillerin yanı sıra ilginç mimarisiyle dikkat çekiyor. Üst katındaki geçitten yolun karşı yakasındaki BMW Müzesi’ne geçiliyor. Fabrika ve yönetim ofisleri de yanı başında. Müzede, ücret karşılığında, BMW’nin 90 yılı aşan tarihinin görsel özeti sergileniyor, yapım aşamaları gösteriliyor. Bir bölüm BMW’nin 1990’larda satın aldığı Rolls-Royce otomobillerine ayrılmış. Mücevher gibi sergilenen klasik Rolls-Royce otomobilleri geride bırakıp Olimpiyat Parkı’na geçiyoruz. Kenti kuşbakışı görmek için Olimpik Kule’deyiz. 291,2 metrelik kule Münih’teki en yüksek bina. 1968’de açılan kulede radyo-TV, telefon vericileri, gözlem alanı ile
Michelin yıldızlı döner bir lokanta yer alıyor. Buradan bakıldığında olimpik tesisler, göl, park, şehir ayaklarımızın altında.

Haberin Devamı

Hofbrauhaus öğle yemeği

16’ncı yüzyıldan beri bira üretilen Münih birahane cenneti. Bunlar arasında, 1897’den bu yana hizmet veren Hofbrauhaus’un yeri ayrı. Tarihi bira yapımevinin yaşlı kestane ağaçlarıyla kaplı, havuzlu avlusu turist dolup taşıyor. Yerel giysili ve kimilerinin yüzünden yorgunluk akan kadın garsonlar yürümüyor, adeta koşuyor. O kadar kalabalık ki, yine de hizmette gecikmeler yaşanabiliyor.
Haftanın her günü saat 09.00’dan itibaren kapılarını açan bu bira evi, yoğun günlerde 30 bin ziyaretçiyi ağırlıyor. 500 kişilik bahçenin dışında kapalı mekânlarda binlerce kişiye aynı anda hizmet verilebiliyor. Bahçe dolu ama giriş katında muazzam genişlikteki, işlemeli ve tonozlu tavanının gözaldığı salon da yarı dolu. Üç katlı binanın en üst kattaki bin kişilik festival salonunda, HB harflerinin üzerindeki kraliyet tacından oluşan bira evinin ticari markasının işlendiği boş sandalyeler düzenlilik içinde. Ama hazırlıklar akşam yapılacak bir etkinliğin habercisi.
Festival salonunun asma katındaki sergi, Bavyera’da bira üretimine ilişkin ilginç bilgiler içeriyor. 500 yıl önce bira yalnızca içecek değil ekmek gibi bir gıda maddesi sayıldığından tadını geliştirmek için yabancı maddeler kullanılırmış. Bu nedenle biradan ölümlerin yaşanması üzerine “sıvı ekmek” olarak görülen biranın yapımında arpa, su ve şerbetçiotu dışındaki maddelerin kullanımını yasaklayan bir buyruk çıkarılıyor ve yasağa uymayanlar şiddetle cezalandırılıyor. 1516’da çıkarılan ve halen yürürlükte olan buyruğun, dünyadaki ilk gıda yasası olduğu söyleniyor.

İngiliz Bahçesi’nde doğayla baş başa

İngiliz Bahçesi (Englischer Garten), 18’inci yüzyılda, doğanın denetlenmesine dayalı bahçe geleneğine tepki olarak doğmuş, insanın doğaya en az müdahalesi ilkesine dayanan İngiliz tarzına göre düzenlenmiş bir park. 1808’de Karl Theodor Parkı ismiyle açılmış. 5 kilometrekarelik alana yayılmış, bol ağaçlı, yeşilli, sulak; göletlerin, kanalların, köprülerin, Japon çayevinin, Çin tapınağının süslediği güzel bir park. Münihliler ve gezginler yürümek, koşmak, dinlenmek, piknik yapmak, güneşlenmek, parkın ortasından geçen kanalda yüzmek veya çeşitli su sporları yapmak için buradalar.
Prinzregentenstrasse’dan parka girildiğinde sağ taraftaki, başta ve sondaki kare sütunlara dairesel sütunların eşlik ettiği, etkileyici bir kunt bina dikkat çekiyor. 1930’lu yıllarda Nazi iktidarınca yaptırılan, 22 sütunlu bu neo-klasik bina, günümüzde Sanat Evi (Haus der Kunst). Geniş revakın bir bölümü içerdeki kahvenin terası olarak kullanılıyor.
Sanat Evi’nin sağındaki kanalda gençler yazın dalga sörfü yapıyor. Gruplar halinde gelmişler. Piknik örtüleri açılmış. Çocuğunu gezdiren, bankta kitap okuyan, koşan, yürüyen, çimlere uzanıp şekerleme yapanlar barış içindeki parkın tadını çıkarıyor.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!