Güncelleme Tarihi:
Osmanlı döneminin İstanbul'u taşradan bakıldığında, sonsuz bir bayram yeriydi ve 'Binbir gece' yalnız orada yaşanırdı. Bu sonsuz mutluluğu kente kazandıranlar ise saraydaki padişahtan, çarşılardaki esnafa kadar herkesti. Gündüz dükkanında tesbih satan bir İstanbullu, gece bir müderrisin evinde hayal perdesi kurup, mahalle halkını neşelendiriyor; bir başkası kukla oynatıyor, Babıali katiplerinden, esnaftan, din görevlilerinden amatör bir grup, sazlar ve sesleri ile ya bir kayığa dolup mehtap sefasına çıkıyor, ya bir çemenzarda fasıl geçiyorlardı.
İstanbul çocuklarının ve onlarla birlikte çocuksu bir dünyada dolaşmak isteyen yetişkinlerin, hele, duygu ve düşünceleri çocuklarla örtüşen haminnelerin, Arap bacıların, yanaşmaların, ayvazların, karagöz ve kuklayla çok sık buluştukları bir gerçek. Simgesel mezarı Bursa'da olan Karagöz'ün, çocuksu dünyaların gecelerini neşelendirmek için İstanbul'a hicreti, 1453'te İstanbul'un fethinden hemen sonraya denk geliyor. Yaklaşık 50 yıl içinde Karagöz öylesine saygınlık kazandı ki, 1516 yılında Mısır seferine çıkan Yavuz Sultan Selim, kimi geceler çadırında Karagöz oynattırıp oyalanıyordu.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde, İstanbul gecelerinde Karagöz seyrederek vakit geçirmek öylesine yaygınlaşmıştı ki Şeyhülislam Ebussud Efendi, ‘‘Ders almak, yararlanmak amacıyla imam ve hatiplerin bile geceleri Karagöz seyretmelerinin günah olmayacağını bildiren fetva vermişti.
OSMANLI'NIN 'SHOWMAN'LERİ
Osmanlı'nın Showman'leri meddahlardı. Onlar, anlatıyı jestler ve mimiklerle süsleyerek, kişileri, hayvanları taklit ederek, bin türlü ses çıkartarak öyküler, masallar aktaran, dinleyenleri güldüren, düşündüren , eğlendiren showman'lerdi. Onları usta kılan pek çok yeteneklerinin yanında bir üstünlükleri de okur yazar olmalarıydı. Diyar diyar gezen meddahların en yeteneklileri, gerektiğinde padişahın huzurunda da beceri sergileyenleri İstanbul'daydı. Bunlar, kahvehanelerin peykelerine bağdaş kurup, omuzlarındaki mendil, ellerindeki değnekle bin türlü canlandırma yaparlar, en kalabalık öyküleri bile zorluk çekmeden anlatırlardı. Yaşlı bir kadını öykünürken sanki onun tülbentiymiş gibi mendilini başına atıverir ya da yüzüne yaşmak yapardı. Değneğiyle kapı çalar, kimi sesleri çıkartır, sallar, savurur, tüfek, kılıç, kaval gibi kullanırdı. Meddahlar, anlatacaklarının yalan mı gerçek mi olduğu konusunda dinleyenlere özgürlük tanımak ve alınmalarını önlemek için ‘‘İsim isme, kisip kisbe, semt semte benzer; geçmiş zaman söylenir, yalan gerçek dinlenir’’ diye başlarlardı hikayeye.
İstanbul'da meddahlık salt bu sanatın ustalarıyla sınırlı değildi. Kentin bütün semtlerinde, çarşılarında 'Nekregu*', 'Nüktedan', 'Hoşsohbet' nitelikleriyle anılan, amatör söz ve anlatı ustaları çoktu. Bir de kıssahanlar vardı ki onlar meddahların bir alt sınıfıydı. Canlandırma yapmazlar, yanlarında taşıdıkları 'Kıssa' denilen öykü kitaplarını okumakla yetinirlerdi.
SARAY EĞLENİYOR
İstanbul'daki eğlencelerin en renklileri şüphe yok ki saraylarda oluyordu. Mekan olarak saray, her türlü çılgınlığı gizleyebilen, dış aleme kapalı, buna karşılık eğlencenin her türlüsü için yeteneklerin ve olanakların seferber edildiği tek ortamdı.
Köçeklik eğitimi alan iç oğlanları, kadife üstüne sırma işlemeli mintan, sırma saçaklı canfes eteklik giyip, bellerine sırma kemer bağlayarak parmaklarında ziller, başları açık çerağan alemlerini, kışın da helva sohbetlerini neşeye boğarlardı. İç oğlanları kimi zaman da 'Enderun takımı' olarak saray dairelerinde hatta gözleri kapalı olarak haremde konser verirlerdi. Tavşan oğlanları, saray düğünlerinde, sazların ritmine uyarak geceli gündüzlü oynarlardı.
Seferli koğuşuna mensup cüceler, taklitler yapıp hünerlerini gösterirdi. Eğer padişah hasta değil ve saraydaysa her gün bir başka eğlence sergilenmesi olağandı.
Haremde eğlence, hanende sazende gruplarının icra ettikleri müzik fasıllarını, cariyelerin danslarını ve drama gösterilerini içeriyordu.
Harem suarelerini padişahın onurlandırması söz konusu ise mekan, türlü renklerde ışıklar veren kandiller, fanuslar ve şamdanlarla aydınlatılır, ortamın bir masal dünyası havasında olmasına özen gösterilirdi.
Sıcak havalarda, cariyelerin harem bahçesine çıkmalarına kendi aralarında eğlenceler düzenlemelerine (Halvet) izin verilirdi. Sarayın kadınları bahçeye çıkmadan önce, saray çevresindeki tüm yollar kesilir, surlar üzerinde bostancı neferleri arkaları bahçeye dönük olarak nöbet tutarlardı. Kıskanç ya da bağnaz bazı hükümdarlar, halvet günlerinde saraya yakın camilerin minarelerine müezzinlerin ezan okumak için çıkmasını yasaklardı.
1579'da sapık ilişki taklidi yapabiliyorlardı
İstanbul'da ortaoyunu doğmadan önce kol denilen oyun ekipleri vardı. Kol; çalan, söyleyen, rakseden, taklitler yapan yetenekli kişiler topluluğuydu. Köçekler, çengiler, sazendeler, hanendeler, soytarılar, maskaralar, mukallitler, pişekarlardan oluşan kollar, müthiş gösterileriyle kalabalıkları coşturuyorlardı.
1579'da bir Rum düğününü izleyen Gerlach, seyirciler arasında kadınlar olmasına rağmen kol oyuncularının bir erkek çocukla sapık ilişki taklidi yaptıklarını anlatıyor.
Baron de Tott, sokaklarda bayram yerlerinde gösteriler yapan kolların hiçbir şeye saygı duymadıklarını, bir seferinde şehzadeyi ve saraylıyı canlandırdıkları için cezalandırıldıklarını, bir başka seferinde kadıyı canlandırırken tesadüfen kadının çıkageldiğini fakat tepki göstermediğini yazıyor.
1759 yılında Hibetullah Sultan'ın doğumu nedeniyle yapılan kol gösterilerinde kendileriyle alay edilmesine kızan din adamları, sadrazama şikayete giderler. Sadrazam Koçak Ragıp Paşa, din adamlarını alıp gösterilerin yapıldığı yere götürür. Kendisinin 10 arşın bir hartavi kavukla değersiz eşeğe bindirilip teşhir edildiğini gösterip, 'Ben darılmadım' diyerek din adamlarını yatıştırır.
Binbir Gün Binbir Gece kitabında Osmanlı'dan bugüne eğlence anlayışı sergileniyor
Binbir Gün Binbir Gece
Televizyon henüz icad edilmemişti. Fatih'in şehri fethinden, Cumhuriyet'in ilanına kadar İstanbul'da eğlence evlere bu nedenle hapsedilemedi. Taşra halkının hayal bile edemeyeceği, eğlenceler, şenlikler, coşkulu kutlamalar İstanbul'da yaşandı. 470 yıl boyunca İstanbullu 'Alay', 'Şehir donanması', 'Derya Donanması', 'Teferrüç', 'Mehtap seyri' gibi her biri festival kıvamında özgün eğlence ve sergilemeler, 'Karagöz', 'Meddah', 'Ortaoyunu' gibi gösterimlerde şıngır mıngır eğlendi.
Denizcilik Bankası, Osmanlı'dan günümüze eğlence yaşamını, 'Binbir Gün, Binbir Gece' adını verdiği, bir kitapta topladı. Necdet Sakaoğlu ve Nuri Akbayar, kaleme aldıkları, görsel malzeme yönünden zengin kitabın ön sözünde bir uyarıda bulunuyorlar:
‘‘Binbir Gün Binbir Gece bir nostalji kaynağı olarak değil, eleştirel bir bakışla, dün-bugün kıyaslamaları için bir değerlendirme belgeseli olarak okunmalı.’’