"SADECE DİPLOMAT"IN KALEMİNDENSAVAŞ YILLARINDA ROMANYA VE GAGAUZLAR (2)(Büyük Hatip HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER...) Çetin Altan'ın bir sözünü okumuştum geçenlerde. Üstad'a sormuşlar: "Bu gazeteler niçin satmıyor?" diye. Notunu aradım, aceleyle, bulamadım. Ama, cevabı, yanlış hatırlamıyorsam, şöyleydi: "Şimdiki gençler zaten toplam 300 kelime ile konuşuyor. Gazetelerin kelime dağarcığı ise, taş çatlasa 600 kelime. O yüzden satmıyorlar, herhalde." Eski deyişle, "meth" ederken "zem" etmek diye buna deniyor. Tıpkı, Mustafa Denizli'nin, "Hocam, Elvir Baliç gol attı. Ne diyeceksiniz?" sorularını cevaplarken, gol orucunu nihayet bozabilen Baliç'i över görünüp yerdiği gibi: "Eh, koca sezonu bir tek gol bile atmadan kapatacak değildi, herhalde…" Hamdullah Suphi Tanrıöver, umarım, güzelim lisanımızın bugün yaşadığı fukaralığı hissetmiyordur. Şayet farketse, kahrından mezarında ters dönerdi. Edebiyatın üç beş kolunda kalem oynatmış bu muhterem insan, zamanında, yani Servet-i Fünun, Fecr-i Âti ve Edebiyat-ı Cedîde akımlarının kıyasıya rekabet ortamında, fazla ağdalı bir üslup kullandığı için eleştirilmiş. Bir asıra kalmadan dilin ne kadar yoksullaşacağını görebilselerdi, eminim o saat mütareke ilan ederlerdi. Bu mümtaz edebi zevatın zarif kavgaları, bugüne kıyasla, aşırı bolluk içinde, kıymetini, belki de, tam bilemedikleri bir zenginliğin nimeti. Tanrım, ne talihli imişler… Öyle bir dil hazinesinin içine doğmuş olsam, ben de teferruata dalardım. Ne yazık ki, bugün bırakın faizi, ana parayı kurtarma derdindeyiz. Büyük hatibimiz, Bükreş'ten kaleme aldığı ağdalı, çetrefil, aşırı süslü telgraflarıyla, şifreye döküş aşamasında Zeki Kuneralp başta olmak üzere tüm kançilarya mensuplarına kök söktürmüş olabilir. Ancak, muzip astlarının bu zorlu sınava karşı, "Hababam Sınıfı"nı hatırlatan bir hile-i şer'iyye geliştirmeleri de ne şirin… Türk yazarı ve devlet adamı, Hamdullah Suphi Tanrıöver (1886-1966) için, Meydan-Larouesse'da şu bilgiler veriliyor: "Numune-i Terakki Mektebi ve
Galatasaray Lisesi'nde okudu. "Ä°stanbul Erkek Muallim Mektebi'nde hocalık, Dâr-ül Fünun'da Türk-Ä°slam sanatları müderrisliÄŸi yaptı. "Osmanlı Meb'usan Meclisi ve TBMM'de Saruhan mebusu (bugün, Aydın vilayetine baÄŸlı bölge) oldu (1920). "Ä°ki kere Maarif VekilliÄŸi yaptı (1920 ve 1925). "BükreÅŸ BüyükelçiliÄŸi'nde bulundu (1935-1944). "Ä°stanbul milletvekilliÄŸine seçildi (1946-1957). "Türk Ocakları'nın kurulmasında ve geliÅŸtirilmesinde çalıştı." Åžimdi, buraya kadarı, iÅŸini "kariyer" faslı. Hamdullah Suphi üstadımızın edebi özgeçmiÅŸi ise, özetle şöyle: "Yazı hayatına Fecr-i Âti topluluÄŸunda, ÅŸiirle baÅŸlayan Hamdullah Suphi, ÅŸiir, hikâye, makale türlerinde yazmakla birlikte, Türk Edebiyatı'nda, hitabet gücüyle tanındı. "Türkçülük ülküsünün savunucusu olduÄŸu yıllarda, nutuklarıyla milli edebiyat akımını etkiledi. "Ä°zmir'in iÅŸgal edilmesi üzerine, Ä°stanbul'da yapılan mitinglerdeki konuÅŸmalarıyla da, Milli Mücadele'nin baÅŸlamasında etkili oldu. Ä°ki önemli eseri zikrediliyor: DaÄŸ Yolu (hitabeler, 2 cilt, I/1928, II/1931) Günebakan (makaleler, 1929) Gördünüz mü, kançılaryayı düğüm eden muhteÅŸem hatibimiz, madde I, Galatasaraylı!.. Madde 2, Fecr-i Âti mensubu. Yani, "fecr" Arapça'da sabaha karşı gökyüzünün aydınlanması, "tan" (yani, güneÅŸin doÄŸuÅŸ anı) vakti anlamına geldiÄŸine göre, "âti" de "gelecek" demek olduÄŸuna göre, istikbalde bir ışık, ir tür aydınlanma gören ya da uman, Osmanlının son döneminin mümtaz ediplerinin oluÅŸturduÄŸu bir zümreye mensup. II. MeÅŸrutiyet ertesinde, Servet-i Fünun akımına alternatif geliÅŸen bu edebiakımın önde gelen isimleri arasında kimler yok ki? Mehmed Fuad Köprülü, Refik Halid (Karay), Ali Süha (DelibaÅŸ), Fazıl Ahmet, Celâl Sahir, Yakup Kadri (KaraosmanoÄŸlu), Tahsin Nahid, Cemal Süleyman, Emin Bülend, Ahmet Hâşim, Faik Ali. Ve, daha seçkin bir dizi edebi ÅŸahsiyet. "Sefir-i Kebir"in yaklaşık on yıllık icraatını Zeki Kuneralp'in kaleminden okuyacaksınız. Sözün özü… Yazdıkları ve yazıya dökülmüş hitabet ustalığı ile, "kalıcı" olmuÅŸ bir deÄŸer. HAMDULLAH SUPHÄ° TANRIÖVER Biz ÅŸimdi, Zeki Kuneralp'in Hamdullah Suphi'sine dönelim. 4. BükreÅŸ'teki temsilciliÄŸimiz o zaman elçilik idi. Başında, "Büyükelçi" unvanıyla, Hamdullah Suphi Tanrıöver bulunuyordu. Tanrıöver, Ä°stiklal Harbi ve Milli Devrim destanlarımıın önemli simalarından biri idi. Bu husus BükreÅŸ'te biliniyordu ve kendisine karşı duyulan saygı ona göre idi. Oniki seneden beri BükreÅŸ'te idi, bir yabancı seferi nâdiren nasip olan bir itibar kazanmıştı. O zamanki dünya konstelasyonu icabı, Türkiye'nin dış münasebetler alanındaki ağırlığı, bilhassa Rumenler'in nazarında, pek fazla idi. Bu keyfiyet, Türk Sefiri'nin itibarını daha da artırıyordu. Bütün bunlardan dolayı, Tanrıöver'in sözleri dikkatle dinleniyordu, tartılıyordu, saptanıyordu. Hariciye Vekili Mihail Antonescu'nun kapısı ona daima açıktı. Elçilik, sorunlarının çözülmesi için, Rumen makamlarından her türlü kolaylık görüyordu. Bu müsait havadan bütün elçilik mensupları faydalanıyordu. <Ä°>5. Tanrıöver büyük bir hatip idi, modern Türkiye'nin meydana getirdiÄŸi, belki, en büyük hatiplerinden biri. Canlı, renkli, envai türlü teÅŸbihlerle dolu, son derece edebi bir lisan kullanırdı. Yalnız konuÅŸması deÄŸil, bakanlığa gönderdiÄŸi ÅŸifreli telgraflar da bu ÅŸiveden idi. Bunun bazı mahzurları vardı. Telgraf masrafını bir hayli kabartıyordu, raporları ÅŸifrelemek de bir hayli vakit alıyordu. Kançılarla Åžefi, biraz cüretkâr bir tarzda ve Tanrıöver'in haberi olmaksızın, bu mahzurları hiç olmazsa kısmen gidermek yolunu bulmuÅŸtu. Buna ÅŸu ÅŸekilde muttali oldum. Kuneralp sayesinde "miftah" kelimesini de öğrendim. Kitabını ilk okuyuÅŸlarımda karine ile çıkartmış olmalıyım. "Miftah", Farsça kökü "feth"den geliyor. Eski dilde "anahtar" demekmiÅŸ. (Kenan Evren versiyonuyla) Netekim, osmanlı sarayında "anahtarcıbaşı"ya "miftah" denirmiÅŸ. Bir de, eskiden, yabancı lisan öğretilirken kullanılan yardımcı kitaplara da "miftah" adı verilirmiÅŸ. 6. BükreÅŸ'te vazifemin ilk günlerinde idi. Tanrıöver beni bir sabah yanına çağırdı. Son siyasi istihbaratına dayanan bir ÅŸifre telgraf dikte etti. Dikte bittikten sonra, "Haydi evladım, bunu hemen kapatın, gönderin" dedi. Kâğıtlarımı topladım, odadan çıktım. Kançılarya odasına gittim. Büyükelçinin dikte ettiÄŸi metni, en önce makinede temize çektim. Sonra, miftahı alarak ÅŸifrelemeye baÅŸladım. Tam o sırada, Kançılarya Åžefi BaÅŸkâtip Hasan Nurelgin odaya girdi. "Ne yapıyorsun?" diye sordu. Anlattım. Raporu elimden aldı ve "Yaz" dedikten sonra miftaha ve rapora bakarak, ÅŸifre rakamlarını bu sefer kendisi bana dikte etmeÄŸe baÅŸladı. Hiç tahmin etmediÄŸim kısa bir zamanda iÅŸ bitti. Nurelgin, "Ä°ÅŸte oldu ve daha çok iyi oldu, üç sahifelik raporu bir sahifeye indirdik" dedi. Yüzümdeki hayret ifadesini görünce, sözüne şöyle devam etti: "Hamdullah Suphi Beyefendi büyük bir hatiptir, telgraflarını da sanki birer nutuk imiÅŸ gibi dikte eder. Halbuki, nutuk lisaniyle yazı lisanı arasında büyük fark vardır. Hatip aynı ÅŸeyi üç defa söylemek mecburiyetindedir. Birinci defa, dinleyenlerden bazıları sözlerini kaçırmış olabilirler. Ä°kinci defa, diÄŸer bazıları bu sefer manayı sezmemiÅŸ olabilirler. Ancak üçüncü defadır ki, herkes her ÅŸeyi anlamış olur. Yazıda bu tekerrürler fuzulidir, okuyan için can sıkıcıdır. Ä°lk okuyuÅŸunda yazıyı anlamamış olan tekrar aynı yeri okuyabilir, tekerrürlere lüzum duymaz. Raporlarını böyle kısaltmak suretiyle okunmalarını kolaylaÅŸtırıyoruz, Hamdullah Suphi Beyefendi'ye iyilik etmiÅŸ oluyoruz." TÃœRK ELÇİLİĞİNÄ°N Ä°TÄ°BARI "DışiÅŸleri Özal'dan ÅŸikayetçi: 'Bu adam devleti idare etmek istiyor!" Ahmet Altan'ın Hürriyet'teki "Bir Günün Hikâyesi" (18.12.1988) köşesinde yer verdiÄŸi bu feryat, hiç de haksız deÄŸildi. Turgut Özal'ın devleti idare etme hevesinin sonuçlarını hep beraber yaÅŸadık, hâlâ da yaşıyoruz. BoÅŸuna, Özal için, "The president prime minister!" denmiyordu. Tanrıöver ve Kuneralp'ın mensup olduÄŸu Türk hariciyesi o devirde hem devleti, hem de dış politikayı yönlendiriyordu. Dış dünyanın bunu mecbur kılıyordu. Kaldı ki, devrin seçkin diplomatları Osmanlı hariciyesinin tecrübesiyle donatılmış idiler. 7. Tanrıöver'in haberi olsaydı, acaba Kançılarya Åžefimiz'in bu görüşüne katılır mı idi? Orasını bilmiyorum. Herhalde, Nurelgin'in de bu hususta bazı şüpheleri vardı ki, hükümetle temas etmek üzere Büyükelçinin Ankara'ya hareketine on beÅŸ gün kaladan itibaren bu ampütasyon ameliyelerine son verirdi. Avdetinde, bunlara tekrar baÅŸlardı. Bunun sebebi ÅŸu idi: Tanrıöver'in bir âdeti vardı. Ankara'da iken bakanlığa uÄŸrar, son on beÅŸ gün içinde BükreÅŸ'ten gönderdiÄŸi telgrafları getirtip okurdu. Nurelgin bunu biliyordu ve tedbirli davranıyordu. Seneler geçtikten sonra, ben de bir büyükelçilik makamına oturduÄŸum vakit, Tanrıöver'in raporlarına yaptığımızı hatırlayarak, kendi raporlarımı mümkün mertebe kısa yazmaÄŸa ikna ettim, her ihtimale karşı. Bana bu dersi vermiÅŸ olan o zamanki ÅŸefim Hasan Nurelgin, dünyanın en iyi kalpli insanı idi. HoÅŸ sohbet idi, babacan ve esprili. Hem o, hem refikası, BükreÅŸ'e ayak bastığımız andan itibaren, eÅŸimi ve beni ÅŸefkatli himayeleri altına aldılar. Bu samimi ilgi hep böyle devam etti. Hasan Nurelgin daha sonra Tirana'ya "Büyükelçi" oldu. Bilahare, Cenevre'de BaÅŸkonsolos iken, ansızın Allah'ın rahmetine kavuÅŸtu. Unutmadan… "Ampütasyon" kelimesini ancak Kuneralp seviyesinde lisan bilen birisi, böyle kullanabilir. GAGAUZLAR -BÄ°R "GARÄ°P" TÃœRK BOYU- "GAGAUZ" kelimesini ilk defa Zeki Kuneralp'den iÅŸittiÄŸimde çok ÅŸaşırmıştım. Ne biçim isim? Ses olarak, bana biraz biçimsiz gelmiÅŸti. Fakat, buruk hikâyelerini öğrendiÄŸimden beri, fırsat olursa, bir Gagauz ile tanışabilmeyi ümit ediyorum. Åžans gülerse, belki bir gün olur. Zeki Kuneralp'in sade olduÄŸu kadar, en hayati noktaları vurgulayarak aktardığı Gagauzlar'ın -sahiden- kökeni ve tarihi konusunda kesin bilgi yok.Gagauzlar ("Gagavuzlar" ya da "Gagavuz Türkleri" olarak da anılıyorlar), bir Türk boyu. Ä°simlerini ilk duyduÄŸumda yaÅŸadığım heyecan da bu yüzdendi. Türk, ama Ortodoks??? Parçalanmış Balkanlar coÄŸrafyasında, baÅŸta Romanya olmak üzere, Kuzey Bulgaristan, (Dobruca), Moldavya (Comrat, Ceader-Lunga, Kangaz, Taraçlia, Vulcanesti "rayonları"), ukrayna'da (eski Besarabya, ismail ve Zaparoje bölgeleri) yaşıyorlar. Balkan Gagauzları, kendilerini "Sorguç" ya da "Surguç" olarak da adlandırıyor. Gagauzlar'ın konuÅŸtuÄŸu Türk lehçesi de "Gagauzca" olarak bilinir. Kimi kaynaklara göre, Gagauzlar, öbür Balkan Türkleri gibi, Karadeniz'in güneyi yerine kuzeyinden göç etmiÅŸler. Ä°lk kez, 1065'de geldiler. MoÄŸollar'ın 1224'te Ruslar'ı yenmesinden sonra da, Tuna boylarındaki ikinci serüvenlerini yaÅŸadılar. Bu göç akımında, Silistre ve Varna yörelerine yerleÅŸtiler. Gagauzlar'ın Peçenekler'in soyundan olduÄŸu da iddia edilmiÅŸtir. Balkan tarihine eÄŸilen bilim adamlarından K.Jirecek, Gagauzlar'ı, MoÄŸol akınlarından sonra Bulgaristan'a yerleÅŸen Kumanlar'ın soyundan sayıyor. T.Kowalski ile BaÅŸkaroy da, Gagauzlar'ın Karadeniz'in kuzeyinden geldiklerinde hemfikir. Zeki Kuneralp, "Gagauz" kelimesinin "GökoÄŸuz"dan geldiÄŸini zikrediyor. Bir baÅŸka görüş, Selçuklu sultanı "Keykavus"tan türetildiÄŸi yönünde. Sebebi ÅŸu: Kimi tarihçiler de, Gagauzlar'ın Balkanlar'a Anadolu'dan geldiÄŸini iddia ediyor. Bu sava göre, Gagauzlar, 13. Yüzyıl'da, Anadolu Selçuklu hükümdarı II. Ä°zzettin Keykâvus'un yanında yer almışlardı. Ãœstelik, adlarını aldıkları sultanın yandaşı olarak, onunla Kırım'a da giden Gagauzlar, Keykâvus'un 1278'de ölmesinden sonra, Dobruca'ya yerleÅŸtiler, 14. Yüzyıl'da da Hıristiyanlık'ı benimsediler. Gagauzlar'ın oradan oraya savrulması bu kadarla kalmıyor, tabii ki. 18. ve 19. Yüzyıllar'da, Balkanlar, bu sefer milliyetçilik akımlarıyla karman çorman olduÄŸunda, Bulgarlar'ın baskısına dayanamayan Gagauzlar, 1750-1846 yılları arasında, Tuna'yı geçip Rusya'ya (yani, bugünkü Rumen topraklarına. Zira, o devirde "Romanya" diye bir ülke yoktu.) göç ettiler. Ve, 19. Yüzyıl başında da Besarabya'ya yerleÅŸtiler. Bu fırsatı ganimet bilen Ruslar, Gagauzlar'a toprak vererek Tuna boylarında kök salmalarını saÄŸladılar. Rusça öğrenmelerini kolaylaÅŸtırarak, "Rus"laÅŸmalarını amaçladılar. Gagauzlar'ın savaşçı yönlerini kullanarak, yeri geldiÄŸinde onlardan Rusya, Romanya ve Bulgaristan hudutlarında sınır bekçisi olarak yararlandılar. Ama hemen belirtelim, Gagauzlar, esas olarak, geçimlerini çiftçilik, hayvancılık ve baÄŸcılık ile saÄŸlıyor. Halklar gibi, dinlerin de türlü çeÅŸitli olduÄŸu Romanya'da, günümüzde, yaklaşık 50.000 Gagauz yaşıyor. Orta kısmı Karpat DaÄŸları ile kabarmış, tüm ovaları eteklere yayılmış bir pasta görünümündeki bu ülkenin, yüzde 80'ini aÅŸan Ortodoks nüfusunun minik bir dilimini oluÅŸturuyorlar. Evet, sıra, Hamdullah Suphi-Gagauzlar muhabbetiyle ilgili pasajlarda. 8. Tanrıöver'in bir özelliÄŸi daha vardı, Gagauzlar'a çok düşkündü ve bundan dolayı Kançılarya erkânı kendisine "Gagauz Metropoliti" lâkabını takmıştı. Zira, Gagauz'lar Romanya'daki Hıristiyan Türkler idi. "Gagauz" galiba, "GökoÄŸuz"un tahrifidir. Bu Türk kolu, Orta Asya'dan kalkıp batıya doÄŸru hicret ettiÄŸi vakit, yolunda Ä°slam alemine deÄŸil Hıristiyanlık'a rastgelmiÅŸ, Hıristiyanlık'I kabul etmiÅŸ ve bir daha bırakmamıştır. Diline sadık kalmıştır, yalnız çevredeki lisanların tesiriyle, ona özel bir renk vermiÅŸtir. Gagauzca'da nispi terkiplere, mesela daha çok yer ayrılır. Gagauzlar "dün gelen adam" demezler, "herif hani dün geldi" derler. Telaffuzda seslilerin başına, Rusça'nın tesiriyle olsa gerek, bir "y" korlar, "üzüm" demezler, "yüzüm" derler, "elma" demezler "yelma" derler. Ama, sanki bu kabahatlarını affettirmek için, kendileri için biçilmiÅŸ kaftan sayılabilecek olan "yıldırım"ı "ıldırım" olarak telaffuz ederler. Bu zararsız ve sempatik Gagauz milleti, Tanrıöver'in himayesi altında elçiliÄŸi istila etmiÅŸti. Büyükelçi bunları baÄŸrına basmıştı. Niçin? Belli deÄŸildi, belki bir nevi Turancılık hevesiyle, bütün sefaret hizmetkârı Gagauz'du. Bizim de ilk hizmetçimiz bir Gagauz kızı idi. Tanrıöver bunların bir kısmını Türkiye'ye gönderdi, orada yerleÅŸmelerini, kök salmalarını istedi. Bu teÅŸebbüsünün fazla netice verdiÄŸini sanmıyorum. Ä°kinci Dünya Harbi'nin bölgeye getirdiÄŸi hercümerçde Gagauzlar'ın uÄŸradıkları akıbet meçhulumdur. Belki, onlar da bu milletler potasında eriyip yok olmuÅŸlardır. Ä°KÄ° CAMÄ°ARASINDA "BÃŽNAMAZ!" Rumenler için olduÄŸu kadar, iki arada bir derede kalan tüm milletlerin kaderi bu. Kadere pek inanmasam da, kimi tarihi örnekler karşısında, insanın eli böğründe kalıyor. Ne yazık ki, bir yerde olmazsa, bir baÅŸka yerde savaÅŸ gelip buldu Rumen diyarını. Ve tabii, Gagauzlar'I da. Savaşın kaçınılmaz sonucu nedir? Kıyım ve göç… Oradan oraya göçmekten, Gagauzlar bir yazılı edebiyat yaratamadılar. Hani, "kaçmaktan kovalamaya fırsat mı var?" denir ya… Yazılı edebiyat, "medeniler"in iÅŸidir. Medine'nin anlamı budur; insanların yerleÅŸtiÄŸi mekan, "ÅŸehir" demek. "Medeni" de, düpedüz, "göçebe", konar-göçer'in karşıtı olan "ÅŸehirli" anlamında. "Ä°skân edilmiÅŸ", "meskûn" insanlar "medine"de yaÅŸar ve dolayısıyla da "medeni"dirler. Veee, bir kerem insanların nazik yerleri kalıcı bir sedir bulunca, sözlü söylemler hemen yazılı edebiyata dönüşür; ardından da, bilumum güzel sanatlar yeÅŸerir. At üstünde koÅŸturan cengaver niye heykel yontsun ki? Heykeli nereye dikecek; ÅŸehir mi var, meydan mı var? Gagauzlar da, maateessüf, yazılı edebiyat geliÅŸtirememiÅŸler. Kör talih… Ama, Turgenyev'in bir oyunundaki bir pasajı doÄŸrulayan bir tarihi geçmiÅŸe sahipler; ırk, din ve dillerine sıkı sıkıya baÄŸlanmak açısından. "Bir ÅŸeyi asla unutma oÄŸlum. Sadece kendine ait ol ve boyun eÄŸme, Hiçbir zaman." Gagauzlar, ilginçtir, bir kez Ortadoksluk'u benimsedikten sonra, vazgeçmediler. Türklüklerinden vazgeçmediler. Ve de, lisanlarından vazgeçmediler. Tarih içinde, belki bir kısmı, bu insana feleÄŸini ÅŸaşırtan Balkan potasında eridi. Ama, geri kalanı bu üç ana unsurdan vazgeçmedi. Sadece, kendilerine ait oldular… Gagauzca, önceleri Varna ve çevresinde konuÅŸuluyordu. Gagauzlar'ın 19. Yüzyıl sonlarında Besarabya'ya yerleÅŸince, Gagauz Türkçesi çok daha geniÅŸ bir alana yayıldı. Bu yayılış, kelime hazinesinde deÄŸiÅŸiklikler, dolayısıyla da "ağızlar" yarattı. Mesela, Besarabya Gagauzları'nın dili iki kola ayrılıyor: "Ceader Lunga-Comrat" diyalekti ve "VulcaneÅŸti" diyalekti. Rus Çarlığı'nın Gagauzlar'ı "RuslaÅŸtırma" çabaları nedeniyle, Rus misyonerlerin Gagauzlar için hazırladığı metinlerde Kiril alfabesi kullanıldı. Ancak, Romanya'daki Gagauzlar, Latin alfabesine baÄŸlı kaldılar. Tuna Türkçesi'nin bir kolu ya da "Balkan Osmanlıcası" sayılan Gagauzca'da, Türkçemiz'de olduÄŸu gibi sekiz ünlü var. Ek olarak, "uzun ünlüler" de mevcut. Mesela, AÇ "aç", KOR "kor", KAZ "kaz". Ses uyumu esas itibariyle bizim gibi. Ancak, bozulduÄŸu kimi sözcükler de yok deÄŸil. "Orta"ya "ORTE" denmesi gibi. Ayrıca, "e", "o" ve "ö" ünlüleri "ÄŸ", "y" ve "v" seslerinin yanında "i", "u" ve "ü"ye dönüşmüş. Örnekler şöyle: DÄ°YÄ°L, "deÄŸil" BUYNUZ, "boynuz" GÃœLGE, "gölge" Önseste "y" türemesi pek ÅŸirin sözcükler yaratmış: YERKEK, "erkek" YEVLAT, "evlat" YÜÇ, "üç" YÖTE, "öte" YÃœZÃœM, "üzüm" (Bu örnek çok kafa karıştırıcı. Peki, "yüzümü yıkadım" diyecekleri zaman ne yapıyorlar? Fena halde merak ettim.) Önses'te varolan kimi "y"ler de düşüyor; Kuneralp'in verdiÄŸi örneklerde olduÄŸu gibi; EŞİL, "yeÅŸil" EDÄ°, "yedi" ENÄ°, "yeni" ÃœSEK, "yüksek" Nacizane fikrimi sorarsanız, hayatı durduk yerde zorlaÅŸtırmışlar. Ne var ki, her millet kendi coÄŸrafyasındaki mevcut öbür dillerden, ister istemez, etkileniyor. Hele, Gagauzlar gibi, bir "milletler çorbası"nın orta yerinde iseniz, haliniz duman. Önses'te düşenler arasında "h" da var. AFTA, "hafta" AKÄ°KAT, "hakikat" "H" kimi kelimelerde de "f"ye dönüşüyor: FOROZ, "horoz" SARFOÅž, "sarhoÅŸ" (Tüm sıkı içicilere duyurulur!) Bir de, Hint-Avrupa dillerinde olduÄŸu gibi, düşen ünsüzler, ünlüleri uzatır: SORA, "sonra" AR, "ağır" RAT, "rahat" Slavca'nın etkisinin en bariz olduÄŸu alan, "diÅŸil eki." Yani, Gagauz Türkçesi'nde, bazı kelimelerde diÅŸilik eki (-ka, -yka) kullanılıyor: KOMÅžUYKA, BALDISKA, PADÄ°ÅžAHKA gibi. Siz dizimi ise, Türkiye Türkçesi'nden farklı deÄŸil. Linguistik açıdan çok eÄŸlenceli bulduÄŸum bu detayları, aklınızda bulunsun diye verdim. Olur ya, belki bir gün bir Gagauz soydaşımızla tanış olursunuz… Kısmet… Jülide ERGÃœDER - 13 Aralık 2000, ÇarÅŸamba Â
button
Ä°>