Fransız askerlerinin boşalttığı kışlaya girmek üzere olan Türk askerini durduran kadınlar, “20 yıl önce ‘Düşman askeri gidince, kışlaları bizim askerimiz için saçlarımızla süpüreceğiz’ diye ant içmiştik” diyerek, birbirlerinin saçlarını kesip, süpürge yaparak kışlayı temizliyor.
CUMHURİYET Türk Mucizesi-İkinci Kitap, adlı eserinde kadın hakları konusunda da önemli anekdotları kaleme alan Turgut Özakman, Hatay’ın yeniden Türkiye sınırlarına dahil olması sırasında yaşanan ve bugüne kadar pek bilinmeyen bir olayı anlattı. Özakman’ın kitapta bu olayı anlattığı bölüm şöyle:
“Şükrü Kanatlı komutasındaki alay alkışlar, sevinç gözyaşları, çiçek yağmuru altında ilerledi. Yol on binlerle doluydu. Belen’de karargah kurdu. Alayın bir taburu ertesi günü Belen’den Antakya’ya yürüyecekti. Ertesi günü bütün Antakya ayaktaydı. Halaylar oynanıyor, kurbanlar kesiliyor, zılgıtlar çekiliyordu. Tabur Fransızların boşalttığı kışlanın önüne geldi. Bir grup Antakyalı hanım tabur komutanının yolunu kesti. Komutan ‘Hayrola hanımlar?’ dedi.
‘Komutan, yirmi yıl önce, ‘düşman askeri gidince, kışlaları bizim askerimiz için saçlarımızla süpüreceğiz’ diye ant içmiştik. Andımızı tutup burayı tertemiz etmedikçe askeri kışlaya sokmayız.’
Komutan bu mübarek kadınları saygı ile selamladı. Mola verdi. Asker silah çatıp dinlenmeye geçti. Kadınların upuzun saçları vardı. Birbirlerinin saçlarını kestiler, uzun değneklere bağladılar. Kışlayı saçlarıyla süpürdüler, sildiler, tertemiz ettiler.
- Şimdi buyrun!”
Özakman, cumhuriyet döneminde yaşananları anlatmayı şöyle sürdürdü:
Camiye neden gitmedi
Birinci Büyük Millet Meclisi sırasında cuma günleri,
Atatürk de başlarında, Hacı Bayram Camisi’ne giderek namaz kılınıyor. Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’te cuma namazını kılmaya gelecek ama bekliyorlar, girmiyorlar içeri. Bir arkadaşı Atatürk’e, ‘Bu, padişahın selamlık törenlerine benzemeye başladı. Bizim sizi beklememiz doğru olur mu?’ diyor. Bunun üzerine Atatürk bir daha camiye gelmiyor. Sevap kaybetmeye razı oluyor. Evinde, banyosunda abdest alınabilir bir düzenek var. Ama Atatürk namaz kılıyor muydu, kılmıyor muydu kimse cevap vermiyor.
Osmanlı yapabilseydi...
Hilafetin Kaldırılması Kanunu’nun birinci maddesi laikliği anlatıyor. Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak değil, din ve dünya işlerini birbirinden ayırmak daha doğru bir tanımlama olur. Din işleriyle ilgilenmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluyor, dünya işleriyle ilgilenmesi için de meclis, hükümet ve yönetim kuruluyor.
Cumhuriyet’in camileri
Cumhuriyet’in dinle ilişkisi, dine saygılı ama dinciliğe karşı. Dinin siyaset için kullanılmasına, din aktörlüğüne ve tüccarlığına karşı. Din ile ilgili hiçbir sorunu yok. Kuran-ı Kerim’in Mehmet Akif Ersoy tarafından çevirilmesini teklif eden, gerçekleştiren ve bununla ilgili parayı veren de yine Mustafa Kemal’dir. Camilerde Türkçe Kuran okunacak lafı yanlış anlaşılıyor. Yapılan şudur: Kuran Türkçeleştirilmedi. Kuran okundu, sonra okuyan hafız Türkçesini de söyledi. Halk anlamadan duyduğu şeyi, zihnen de kavrar hale geldi. Keşke bu sürdürülebilseydi.
Yunanlıların yıktığı 10 bine yakın cami. Ege’ye kadar olan taş olmayan bütün camileri Cumhuriyet yaptırmıştır. Sessizce halkına armağan etmiştir. Bu başka bir iktidarın elinde olsa dini siyasete alet ederek davulla zurnayla ilan ederdi ama Cumhuriyet bunu yapmadı. Laiklik gereği, dine saygı gereği bunu sessizce yapmışlardır.
Soydan bahsedilmezdi
Millet tarifinin içine, kan, ırk, soy birliği girmez. Yurttaşlık, yurtseverlik girer. Cumhuriyet öyle birleşti. 1924 Anayasası sırasında Türkiye’de yaşayan insanlara Türk dediler. Meclis’in içinde Tatar, Zaza, Kürt, Çerkez vardı. Türk de vardı. Kimse de buna itiraz etmedi. O toplantılar sırasında, ‘Peki Rumlara ve Ermenilere de Türk mü diyeceğiz?’ diye soruyor biri. Gücüne gidiyor onlara Türk demek. Onlara Türkiyeli diyelim diyor. Meclis kahkahalarla gülüyor. Olmaz öyle şey diyorlar. Onlar da Türk tebaası. Bu Ermeni asıllı da olabilir, Türk asıllı da, Çerkez asıllı da. Bizim küçüklüğümüzde iki şeyden hiç bahsedilmezdi. Kimseye aslını sormazlardı ve para konuşulmazdı. Şimdi özellikle bu ikisi tartışılıyor.
Böyle girdiler
SEÇİMLERİN güvenliğini Türk ve Fransız birlikleri sağlayacaktı. İlk Türk birlikleri 5 Temmuz 1938 Salı günü Hatay’a girdi. Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk askerini Fransız Albay Collet karşıladı. Halk heyecandan ağlıyor, askerlerin ayaklarına kapanıyordu. Alkışlar, gözyaşları, bağırışlar, haykırışlar, dualar birbirine karışıyordu. Duvarlara, ağaçlara bağımsızlık afişleri ve “Yaşasın Atatürk ve şanlı ordusu” yazan pankartlar asılmıştı.
Kadınlara hak vermediniz bari alkışlamayın yahu
KOMİSYON sözcüsü memnun olanları hayal kırıklığına uğrattı. “
Seçim kanununda kadınlara yer verilmediğini, her Türk derken yalnız erkekleri düşündüklerini” söyledi. Recep Peker çok sinirlendi:
“Kadınlar Türk değil mi Beyefendi?”
Yahya Kemal Bey bu çağdışı anlayışı aşmak ve maddeye açıklık getirmek için bir öneri verdi:
“Otuz yaşını bitiren kadın ve erkek her Türk’ün milletvekili seçilmek yetkisi vardır.”
Başkan bu öneriyi oylamaya sundu. Sonucu bildirdi:
“Kabul olunmamıştır.”
Alkışlar yükselince Recep Bey sinirlendi:
“Kadına hak vermediniz. Bari alkışlamayın yahu!”
Seçme hakkını düzenleyen madde de düzeltildi, ona da ‘erkek’ sözcüğü eklendi. Sonuç kadınlara ve uygarlık ilkelerine saygı duyan ve ümide kapılanları çok üzdü. Ama Meclis çoğunluğunun anlayışı böyleydi. Ortaçağ bu gibi konularda gücünü koruyordu. Latife Hanım bile bir yabancı gazeteciye “Cahil köylülerin (köylü kadınların) sırtına oy hakkını yüklemek saçma olur” diye demeç vermişti.
Türk kadını 4. Meclis’i unutmaz
5 ARALIK 1934 günü Türk tarihi bakımından büyük bir gün oldu. Meclis, kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkını tanıyan anayasa değişikliğini gündeme aldı. Öneriyi Başbakan İsmet Paşa ve 191 arkadaşı imzalamıştı. İsmet Paşa özlü bir konuşma yaptı. Konuşmasını şöyle bitirdi:
“Gelecek nesiller Dördüncü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, Türk kadınına bütün haklarını vermek için gösterdiği gayreti minnet ve şükranla anacaktır.”
İsmet Paşa’dan sonra söz alan Refik Koraltan, Sadri Maksudi Arsal, Refik Şevket İnce gibi milletvekilleri kadınları yücelttiler ve tasarıyı desteklediler. Meclis’te 258 milletvekili vardı. Tasarı oybirliği ile kanunlaştı. Ertesi günü ilk olarak Ankara’da kadınlar Ankara Halkevinde toplanarak Meclis’e teşekkür ettiler.
O konuşurken yüzlerini açtılar
GAZİ Paşa’nın (şapka) konuşmasının sonunda bir alkış fırtınası koptu. Türk Ocağındaki bütün İnebolulular ayağa fırladı. Orta yaşlı, çarşaflı, yalnız gözleri ve burnu görünen bir hanım, zarif bir el hareketiyle yüzünü açıverdi. Ona bakarak çevresindeki çarşaflılar da yüzlerini açıverdiler. Dinleyiciler Gazi’ye dikkat ettikleri için bu zarif devrimi fark etmediler.
Bu konuşmadan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu toplumsal bir milattı.
Topyekûn kalkınma
O dönemde, köy öğretmenleri için sağlık bilgisi, sıtmayla mücadele, bataklık kurutma kitapları basit bir dille ve resimli olarak köylere dağıtılıyor. Büyük şehirlerden köylere varsa doktor, fen memuru, ebe ve kadın öğretmenden oluşan bir heyet gidiyor. Cumhuriyet Dönemi’nde topyekûn kalkınma özelliği var. Topyekûn kalkınmada, fabrika yapıyorsun ama konservatuvar da açıyorsun, demiryolu yapıyorsun ama operacı da yetiştiriyorsun. 1950’de, İkinci Dünya Savaşı patlayınca bu işlerin bir kısmı istediğimiz gibi yürümedi. İkinci Sanayi Planı askıya alınmak zorunda kaldı. DP iktidara geldi diye opera kapatılmadı, tiyatro ihmal edilmedi ama yenilerini eklemekte devlet çok yavaşladı, cimri davrandı.
40 bin köy ilaç bile görmemişti
KIRK bin küsur köy -belki birkaçı dışında- tümüyle ortaçağı yaşıyordu. Köylü sıtmadan kırılıyordu. Sağlık Bakanlığı’nca hazırlanan sıtma haritası her göreni irkiltmekteydi. Her yanı kaplamış bu canavar hastalıkla, sivrisinek bulutlarıyla, binlerce bataklıkla nasıl baş edilecekti? Hiçbir evde akar su, hela, yıkanma yeri, mutfak yoktu. Güneydoğu’de devlet değil, ağalık/beylik düzeni egemendi. Boş inanlar, hurafeler kol geziyordu. Hastalanınca şeyhten, seyidden, üfürükçüden, hocadan, yatırlardan yardım isteniyordu. Kırk küsur bin köyün kırk bini doktor, ebe, ilaç, öğretmen görmemişti.
Kadınları değil erkeklerle hayvanları saydırdı
II. Mahmud zamanında nüfus sayımı yapılıyor Osmanlı Devleti’nde. Yalnız erkekler ve hayvanlar sayılıyor. Kadınların da sayıldığı ilk nüfus sayımı 1927 yılıdır. Kadın ilk defa orada adam yerine konuluyor. Vatandaş kabul ediliyor. Bu 200 yıllık, 500 yıllık bir sıçrama gibi bir şey. Mahmut Esat Bey’in bir açıklaması var. “Birçok devletin medeni kanunlarını tercüme ettirdik. Oturduk, çalıştık. En demokratik olanı İsviçre’nindi. Bunun için o kanunu aldık” diyor. Birdenbire erkeklerin saltanatı sona erdi. Kadına yurttaş muamelesi yapıldı.
Aşağılık duygusu yeniden dolaşıyor
ŞEVKET Süreyya Aydemir diyor ki, “Atatürk hiçbir şey yapmasaydı bile, bizim içimize sinmiş olan aşağılık duygusuna son vererek, milli kahraman olma hakkını kazanırdı.” Şevket Süreyya Bey bence yanılıyor. Çünkü Atatürk, aşağılık duygumuzun kökünü kazıyabilmiş değildir. Bu öyle bir hastalık ki, fırsatını bulunca yeniden fışkırır. Ben 20-25 yıldır bu hastalığın ortalıkta dolaştığını görüyorum.
YARIN: MAAŞINI ALAMAYAN ÖĞRETMEN İÇİN KARDA KIRŞEHİR’E GİTTİ