Saçımı, başımı yola yola yazıyorum

Güncelleme Tarihi:

Saçımı, başımı yola yola yazıyorum
Oluşturulma Tarihi: Şubat 19, 2000 00:00

Haberin Devamı

Türk edebiyatının yeni Yusuf Atılgan'ı Hasan Ali Toptaş

‘‘Bin Hüzünlü Haz’’ adlı romanıyla, Cevdet Kudret ödülünü kazanan Hasan Ali Toptaş, edebiyat çevrelerinin yakından tanıdığı ama okur dünyasının pek bilmediği bir isim. Yıldız Ecevit'in, ‘Yüzyılın son çeyreğindeki Türk edebiyatının birkaç kilometre taşından biri’ diye tanımladığı Toptaş, Türk edebiyatının yeni Yusuf Atılgan'ı. Metropolün, Ankara'nın kıyısında yaşayan, içine kapanık bir yazar o. Sadece ve sadece yazmak isteyen, memurluk yaşamının rutinini güzel romanlar yazarak kıran bir edebiyatçı...

Sizi tanımaya yaşam öykünüzden başlayabilir miyiz? Nerede doğdunuz, nasıl bir yaşam sürdünüz?

- 1958 yılında Denizli'nin Çal ilçesinin Baklan kasabasında doğdum. Küçüklüğüm kasabada geçti. Liseyi Çal'da okudum. Uşak'ta Meslek Yüksek Okulu'na bir yıl gittim, yarıda bıraktım. 1975 olaylı yıllardı. Sonra askerlik yaptım.

Ailenizi anlatabilir misiniz?

- Annem bir ev kadını. Okula gidememiş. Babam şoförlük yapıyordu. Ben de küçüklüğümde ona epeyce yardım ettim. Askerlikten sonra memuriyete girdim. 1986'da Ankara'ya Sincan'a geldim. 20 yıldır da Maliye Bakanlığı'nda memurum.

Memurluk, bir yazar için daraltıcı, sınırlayıcı bir iş değil mi?

- Aslında öyle. Belki de yazmak dediğimiz eyleme, insanı sürükleyen bir yığın etkenden söz edersek benim üzerimdeki etkenlerden biri de içinde bulunduğum rutin hayat.

Bu rutini kırma içgüdüsü mü oluştu içinizde?

- Vergi dairesinde dokuz yıl icra memurluğu yaparken, gündüz çantayla dolaşıp sokak sokak gecikmiş vergileri topladım. Bu oldukça yıpratıcı ve tatsız bir işti. Belki de geceleri oturup yazarken onun tatsızlığını dengelemek gibi içgüdüsel bir dürtü de vardı.

İlk ne zaman yazdınız?

- Ortaokulda, bir hevesti. Ya da öykünmeydi. Ortaokuldayken bir arkadaşımla roman yazıyorduk. O romanı bir türlü bitiremedik ama aylarca uğraştığımızı hatırlıyorum.

Gençlik döneminizde yazmaya devam ettiniz sanırım..

- Yıllarca öyküler yazdım. ‘Bunları yayınlatacağım, kitap olacak, yazar olacağım’ diye bir kaygım yoktu. O kişisel bir tatmindi benim için.

İlk kitabınız ne zaman çıktı?

- 1987'de çıktı. ‘Bir Gülüşün Kimliği’ adlı öykü kitabımı kendi paramla bastırdım. Maaşımdan taksit taksit ödedim. Kitap çıktığında o gün yeryüzünde büyük bir sallantı olacağını düşünüyordum. Hiçbir şey olmadı.

Çok satan bir yazar olmak-olmamak tartışmasına nasıl bakıyorsunuz?

- Bence bir kitabın çok satması onun ne iyi olduğunu, ne de kötü olduğunu gösterir. Kesinlikle bir ölçüt değildir. Satış ya da piyasadaki ilgi, edebi bir ölçü değildir.

Ama çok satıp daha fazla insana ulaşmak gibi bir istek her yazarda vardır sanırım. Tabii kendi çizgisinden ödün vermemek kaydıyla..

- Ödün vermese bile herkese ulaşmak istemem doğrusu. Bu mümkün değil gibi geliyor bana. Çünkü herkese ulaşılabiliyorsa bir tuhaflık var demektir. Bilge Karasu'yu, Oğuz Atay'ı sevenle Kemal Tahir'i seven, iki kitaba da aynı ilgiyi gösteren bir okur, bana biraz tuhaf geliyor.

Esin kaynaklarınız arasında yer alan yazarlar var mı?

- Kendime akraba saydığım yazarlar var. Bunlar Oğuz Atay, Bilge Karasu, Yusuf Atılgan; dünya edebiyatından ise Kafka ve Kundera'nın roman üzerine görüşleri ile bazı romanlarına yakın hissediyorum kendimi.

Ertuğrul Özkök ve Doğan Hızlan, sizi Yusuf Atılgan'a benzetiyor. Doğru bir benzetme mi sizce?

- Yaşam tarzı açısından benzerlik görmüşler. Yazdıklarım açısından da benzerlik kurulabilir. Yusuf Atılgan da benim gibi metropülün dışında yaşayıp kendince yazmaktan başka birşey düşünmeyen bir yazarımızdı. Ben de metropolün dışındayım. Ankara'ya ayda bir kez gidiyorum.

Yeniden kitaplarınıza dönebilir miyiz?

- ‘Ölü Zaman Gezginleri’ de yerini bulmadı ve bir ara yazmaya küstüm. Sonra bir yaz, kendi kendime yine ufak ufak birşeyler karalarken ‘Yalnızlıklar’ diye şiirsel bir metin çıktı ortaya. Bu kitap, İsveç'ten finanse edildi, İstanbul'da basıldı.

Okuyucuya ulaşamadınız ama yeni bir aşamaya geçip romana başladınız...

- Evet. İlk romanım ‘Sonsuzluğa Nokta’yı yazdım. Bu romanımla Kültür Bakanlığı'nın roman yarışmasına katıldım, mansiyon aldım. Fethi Naci bir yazı yazdı. 1992'de böyle bir kırılma noktası oldu.

Ondan sonra kitaplarınızı yayınlatabilmeniz kolaylaştı mı?

- Umutsuz umutsuz ikinci romanım ‘Gölgesizler’i yazmaya başladım. ‘Gölgesizler’i, 1994'de dosya halinde Yunus Nadi roman ödülüne gönderdim. O yıl roman ödülünü Serdar Rifat ile paylaştık. Bunun üzerine Can Yayınları ‘Gölgesizler’i, peşinden de ‘Kayıp Hayaller’ romanımı bastı.

Ve nihayet Cevdet Kudret ödülünü alan ‘Bin Hüzünlü Haz’a geliyoruz...

- ‘Bin Hüzünlü Haz’, beni en çok üzen kitabım oldu. Bir yayınevinden, ‘Sen bunun etini, yağını, suyunu, tuzunu, baharatını o kadar çok koymuşsun ki, bir oturuşta yenmiyor’ dediler. Bir oturuşta tüketiliverecek yapıtlar istiyorlardı. Dehşete kapıldım. İyi yapıt, zaten edebiyat dışıdır. Yani edebiyatın o ana dek oluşagelmiş kurallarının dışına fırlamış bir yapıttır. Daha sonra edebiyata dönüşecektir.

Hem konular, hem de yazım tekniği açısından sürekli bir arayış, devinim içindesiniz.

- Roman sanatını nasıl bir adım daha ileri götürebilirim diye bakıyorum. Benim okur ya da parasal kaygım yok. Yalnızca güzel romanlar yazmak istiyorum. Bir önce yazdığım romana benzeyecekse yazmıyorum zaten. Üstelik çok zor yazıyorum, kıvrana kıvrana. Mükemmeliyetçilik bir hastalık. Müsveddelerimi el yazısıyla, siyah mürekkepli dolmakalemle, beyaz kağıda yazıyorum. Sayfanın sonunda bir sözcük karalamışsam o sayfayı yeniden yazıyorum. Mazoşist bir yanım mı var bilmiyorum.

Bilgisayar kullansanız bu düzeltmeler daha rahat olmaz mı?

- Öyle mekanik düşünemiyorum artık. Yıllardır elle yazmaya alıştım.

Fethi Naci, ‘temiz bir Türkçeyle yazıyor; cümle içinde sözcüklerin yerleriyle ustaca oynayabiliyor’ derken bunu kastediyormuş demek ki...

- Ben yazdığı her cümlenin üzerine titreyen bir yazarım. Dili çok önemsiyorum. ‘Dil araçtır’ derler ama benim için bunun ötesinde birşey. Hatta ‘Bin Hüzünlü Haz’da dili düpedüz amaç edindim. Sözcüklerin duruşlarını, birbirlerinde yankılanışlarını, renklerinin birbirine karışımını tek tek tartıyorum ve saçımı başımı yola yola yazıyorum.

Şatafatlı değil duru sözcükler seçiyorsunuz ama onlar bir bütün olarak görkemli bir anlatımı ortaya çıkarıyor. Sizin diliniz de öyle...

- Teşekkür ederim. Amaçladığım şey de bu. Oldukça yalın bir söylemle renkli bir tablo yaratabilmek istiyorum. Cümlenin rengi ve kendi içindeki bütünlüğünün ötesinde, paragraf paragraf, sayfa sayfa, sonuçta da yapıtın bütünlüğünden de çıkacak resmi de gözeterek yazıyorum. Biraz imgeye doğru yaslanış. Daha çok şeyi daha az sözcükle anlatabilmek, istediğim bu.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!