Güncelleme Tarihi:
İsmail Türkmen / citizenoff@gmail.com
Recep İvedik-2’de Recep (Şahan Gökbakar) yaşlı babaannesinin (Gülsen Özbakan) arzusu/emri doğrultusunda şu üç amacı gerçekleştirme peşine düşer: İş bulmak, evlenmek ve toplumda saygın bir yer edinmek. Evlenme işini halledemez ama babaannesinin verdiği öteki görevleri “layıkıyla” yerine getirir. Dedesinden miras reklam şirketini işleten kuzeni Hakan’ın (Efe Babacan) yanında 200 lira maaş artı sigorta ve yemek haklarıyla ve “patron yarısı” olarak takılmaya başlar. Bir gün asıl patron olan Hakan, Japonya’dan gelen müşterilerle yağlı bir anlaşma yapacakken adamlar vazgeçerler. Hakan’ın hayalleri suya düşmek üzereyken Recep devreye girer ve anlaşmayı zorla imzalatır Japonlara. Şirket serpilir ve sonra Recep iş dünyasında saygın bir adam olur.
Recep İvedik ve iş dünyasında saygın biri olmak. Muhtemelen filmi kahkahalarla izleyen birçok insanın bile “Hadi canım sen de” deyip es geçtiği ve bir senaryo kusuru olarak not ettiği bir şeydir bu. Keşke böyle düşünenler haklı olsaydı ama maalesef yanılıyorlar. Çünkü piyasada işler çoğu zaman “aynen öyle” yürüyor.
Bu “aynen öyle”yi biraz açmam gerekiyor tabii. Bunu söylerken bir ilkeden bahsediyorum: Koz ilkesi. Zaten piyasada yöntem anlamında geçerli olan tek ilke bu. Eğer kozun varsa her şey senden yana. Bu koz bazen aynen Recep İvedik’te olduğu gibi kaba kuvvet olabilir (ki zaten dünya çapında on, belki yüz milyarlarca lira ciro yapan mafya sektörü temelde bu kozun üzerine oturuyor). Kimi zaman tekelleşme, kimi zaman dolandırıcılık, kimi zaman da rüşvet gibi kozlar üzerinden birilerine imzalar attırılıyor. Bütün bunları ve burada saymadıklarımı da düşündüğümüzde, “tartışmasız en iyi mal ya da hizmeti sunduğu için” karşı tarafı imza atmaya mecbur bırakan şirket sayısının açık ara azınlıkta kaldığını görebiliriz.
Pekiyi bu koz ilkesi nereden çıkıyor? Piyasanın en ana ya da baba ilkesinden: Kar maksimizasyonu. Piyasa dininin, müminlerine vazettiği ilk emir bu: Önce ve en çok karını (bu emrin aslı da keşke burada yazabildiğim gibi şapkasız a ile yazılıp söylense ama değil) düşüneceksin, ne kadar kar edersen o kadar makbulsün, hiç durmadan karını katlamaya bakacaksın ve bu ilkeden asla taviz vermeyeceksin. Durum böyle olunca, itibarınız yazdığınız karla ölçülüyorsa ve siz de buna inanan bir müminseniz o zaman elinizdeki bütün kozları kullanarak para yığmaya başlarsınız. Ve de bu yolda kimsenin gözünün yaşına ya da alnının terine bakmazsınız.
AL GÜLÜM VER GÜLÜM
Çok olumsuz düşündüğüm söylenebilir belki, ben de öyle olmasını umarım ama eldeki veriler hiç de öyle demiyor. Bu konudaki görüşlerimin oluşması 2001’deki Enron olayına dek uzanıyor. Daha önce bir yazımda yine sözünü etmiştim. ABD’nin enerji devi, Fortune dergisince altı yıl üst üste “Amerika’nın en yenilikçi şirketi” seçilen ve gelirleri 100 milyar doları aşan Enron batarken, şirketlerin kokmaması için serpilen tuzlardan biri olan muhasebe ve denetim şirketi Arthur Andersen’in de kokuştuğu ortaya çıkmıştı. E tabii bunun ötesi yok aslında. Geçen yıl yaklaşık 700 milyar dolarlık varlığıyla batan yatırım şirketi Lehman Brothers’ın hikayesinden bir ayrıntıyı da verelim. Bu şirket, battığı yıl çeşitli derecelendirme kuruluşlarınca tam 8 kez “yılın en iyi bankası” seçilmiş (hatırladığım kadarıyla bunlardan biri de iflas bayrağını çekmeden birkaç hafta önce). Pekiyi sizce yüce derecelendiriciler Lehman’ı boşuna mı en iyi seçiyor? Ya da aynı soruyu şöyle soralım: Lehman boşuna mı batıyor (en basitinden, sekiz derecelendirme şirketine para yetirmek kolay olmasa gerek)? Tezgah gayet iyi işliyor: Al gülüm, ver gülüm. Ama tabii burada çember mümkün olduğunca dar tutuluyor.
Son olarak geçen hafta birinci ağızdan dinlediğim bir çarktan bahsetmek istiyorum. Yılda yaklaşık 10 milyar dolarlık satış yapan uluslararası bir şirketin Türkiye ayağında “satın alma müdürü” olarak çalışan bir arkadaşım var. Epeyce uzun bir sürenin ardından bir araya geldiğimizde anlattı. Şirket tam olarak parsellenmiş ve bunu herkes de biliyormuş. Rüşvetin, dalaverenin bini bir para. Tek bir örnek verdi. Şirketin genel müdürü, aynı işi yapan kendi şirketini kurmuş. Profesyonel olarak çalıştığı şirketten epeyce varlık transferi yapıyormuş kendi şirketine. Mesela gözünün tuttuğu bir eleman mı var, hemen tazminatını fazlasıyla vererek şirketten atıp kendi şirketinde yararlanmaya başlıyormuş bu kişiden. Şirketin tek bir patronu da olmadığı ve halka açık olduğu için kimsenin bu çarkı durduramadığını söylüyor arkadaşım. Onun anlattıklarından anladığım kadarıyla eğer kendisi de “yeseymiş” birkaç yılda rahat on binlerce dolar koyarmış bir tarafa. Bütün bu dalaverelerle mücadelede artık pes eden arkadaşım şimdi yönetime ayrılmak istediğini bildirmiş. Kendisine “malını kimseye yedirmeyecek bir patron şirketi” arıyor. Tam bir güler misin ağlar mısın durumu yani.
Bütün bunları düşündüğümüzde sizce Recep İvedik piyasada garip mi kaçıyor yoksa tam tersine piyasaya fazla mı geliyor? Cevabını düşünürken “etik” olalım lütfen.