Güncelleme Tarihi:
Kuran onu, ‘‘âlemlerin rahmeti’’ (Enbiya Suresi, 107) olarak tanıtıyor. Çıkarlarını ilahlaştıran din tüccarı yobaz, bu rahmet peygamberini bir bedevi şefine dönüştürdü. Bir şef ki; kendi kampı dışındakilere hayat hakkı tanımaz; kendisi gibi giyinmeyen, oturup kalkmayanları bile cehennemlik görür.
En büyük dindarlık, Rahmet Peygamberi'nin karartılan imajını, din tüccarı yobazın tasallutundan kurtarmaktır demek, bir vicdan borcudur.
Hz. Muhammed'in büyüklüğü, dini kinden arındırmasında, bir başka deyimle, insanı ideolojinin ötesinde ve üstünde tutup sevmesindedir. O, sürekli ideolojilerin üstünde, mayası ve yapısı temiz bir insan aramıştır. Diyor ki, ‘‘Sizin putperestlik devrinde yapısı temiz olanınız, İslam devrinde de öyledir. Çünkü insanlar madenlere benzer.’’ İnanç ve ideoloji, ‘‘maden’’e belli bir ölçüde şekil verebilir, fakat özünü değiştiremez. Oysa ki, insanı insan yapan bu özdür. Bu yüzden, Son Peygamber, şekil kavgaları yüzünden özü zarara uğratacak tavırlara asla yaklaşmamıştır. Kendisini kanlar içinde bırakan putperestlere beddua etmesi istendiğinde bunu yapmamış, onlara iyilik dilemiştir. Gerekçeyi, kendisi şöyle gösteriyor: ‘‘Onların soyundan, Yaratıcı'nın tekliğini kabullenecek çocuklar gelecektir.’’ İnsanlığı, bugünkü çıkarları değil, gelecek güzellikleri dikkate alarak değerlendiren büyük ruhun enginliğidir bu... Mekke fethi, onun hayatında zaferin doruğu olarak kabul edilir. Nasıl olmasın? Malını mülkünü bırakarak, zulüm ve işkenceden kurtulmak için terk ettiği o toprağa, inancını kitlelere benimsetmiş ve düşmanına boyun eğdirmiş olarak dönüyordu. Karşısındakilerin kılıçlarından hâlâ Müslüman kanı damlamaktadır.
Girer Mekke'ye ve kaçmak için delik arayan putperest düşmanlarına sorar: ‘‘Şu anda siz benim yerimde olsaydınız ne yapardınız? Benden ne bekliyorsunuz?’’ Başlar öne eğiktir. Cevabı yine ‘‘Emin Muhammed’’ olarak o verir: ‘‘Ben, sizin beklediğinizi yapmayacağım. Hepiniz serbestsiniz. Evlerinize, yavrularınıza dönün, rahat olun!’’
Tarih içinde, Hz. Muhammed'in bu niteliklerini temsil edebilmiş birey ve kitleler az değildir. Günümüze gelince: Günümüzde İslam dünyası bu niteliklerin temsilcisi veya savunucusu olabiliyor mu? Ne yazık ki hayır!
Allah ile kul arasına girmeyin!
‘‘Benimle, yarattığım kişiyi baş başa bırak.’’ (Müddessir 11; Müzzemmil 11).
Buyruğun, Müzzemmil suresindeki şekli şöyledir: ‘‘Benimle, o nimete boğulmuş yalancıları baş başa bırak.’’ Kuran'ın tanıttığı Allah, insana şah damarından daha yakındır (Kaf, 16). Bunun akla gelen ilk iki anlamı şudur: 1. Hiç kimse bir başkasını Allah'a yaklaştırmaktan söz edemez. Çünkü insana Allah'tan daha yakın hiçbir varlık yoktur. ‘‘Ben sizi Allah'a yaklaştırıyorum’’ sözü, eğer dil sürçmesi değilse küfürdür. Tebliğ ve irşat adamı, insanı Allah'a yaklaştıran değil, Allah'ın insana en yakın varlık olduğunu duyuran adamdır. 2. Hiç kimsenin Allah ile kul arasında jandarmalık, bekçilik yapma hak ve yetkisi yoktur. Bunu ifade eden birçok emir, bizzat Hz. Peygamber'e bile yöneltilmiştir. Kuran, din hayatının omurga noktalarından biri olan bu inceliği daha ilk buyruklarında gündeme getirerek insanlığı dikkatli olmaya çağırmıştır. Çünkü bu emrin çiğnenmesi dini saltanat aracı yapan bir sınıf doğurarak engizisyona kapı açar. Engizisyon, Allah ile kul arasına girmeyi meslek edinen ve bunu ‘‘din’’ diye pazarlayan zihniyetlerin ürünüdür ve insanlığa, tarihin en kanlı zulümlerini musallat etmiştir. Engizisyon, şirkin saltanata ulaşmasıdır. Bu zehirli saltanat süreci, önce küçük komisyonculuklarla başlar. Birisi için dua etmek, mezarda okumak, af dilemek, ölülere rahmet aracılığı yapmak, Allah'a yaklaştırma işlevleri üstlenmek vs. Bu pis kokuların arkasından engizisyonun kanlı vampir suratı görülür.
ŞEYH HAMDULLAH:
Türk yazı sanatının en büyük ismi Şeyh Hamdullah'ın (1436-1520) imzasını taşıyan sülüs ve nesih hatla kaleme alınmış olan bu levha, 18. yüzyıl başlarında iki yapraklı bir albüm haline getirilmiş. Hattın karşısındaki sayfada bahar çiçeği açmış bir ağaç tasviri yeralıyor. Etrafı altın cedvelli, ebrulu ve zengin bir halkâr bezemeli olan yazı, deri bir cild içinde saklanıyor ve Topkapı Sarayı Müzesi'nde muhafaza ediliyor.
Soru: Kelime anlamıyla İslam ne demektir?
Cevap: İslam, silm ve selam köklerinden gelen bir kelime olup Allah'a teslimiyet anlamını taşır. Silm, barış, güven, huzur demektir. Selam da mutluluk, esenlik ve güven anlamlarına gelir. Demek oluyor ki, İslam'ın temelinde barış, güven, mutluluk ve esenlik vardır. Başka bir deyimle, İslam bunları amaçlamaktadır. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: Bu değerlerin bulunduğu yerde İslam kendiliğinden var olmaktadır. Kuran, silm ve selam kavramlarına yer verdiği ayetlerinde, şurada işaret ettiğimiz gerçeğe parmak basmaktadır. Bakara suresi 208. ayet şöyle diyor: ‘‘Ey inananlar! Hepiniz toptan silme girin.’’ Yunus suresi 25. ayet de şöyledir: ‘‘Allah, selam yurduna çağırır.’’
‘‘Kim İslam'dan başka bir din ararsa, onun bu dini kabul edilmez’’ mealindeki Áli İmran 85. ayetin hedeflediği anlamı, yukarıdaki açıklamanın ışığında değerlendirmek gerekir. O halde, barış, güven ve huzur amaçlamayan bir arayış, Allah'ın gönderdiği ve uymamızı beklediği din olamaz.
Bütün bunlar gösteriyor ki, Kuran'da kullanılan İslam kelimesinin biri geniş, biri dar olmak üzere iki çerçevesi vardır. Birinci çerçeve, şuraya kadar çizdiğimiz barış, güven ve huzur çerçevesidir. Dünyanın neresinde ve hangi anlayış adına sergilenirse sergilensin, bu çerçeveye giren bütün gayret ve oluşlar İslami'dir. Kuran bu anlamda ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem'den beri bütün vahye dayalı dinlere İslam demektedir. Yani İslam, geniş manasıyla din gerçeğinin genel adıdır.
Dar anlamda İslam ise barış, huzur ve güvene Kuran ve Hz. Muhammed öğretisini esas alarak gitmektir. Kuran, bu anlamda bir yürüyüşü en mükemmel şekil saymakla birlikte, diğer disiplin ve inanışların, sözünü ettiğimiz çabalarını da takdir etmekte ve geniş şemsiyesinin altında görmektedir. Kısa bir ifadeyle, insan gerçeğini, insanın barış, mutluluk ve huzurunu amaçlayan her türlü gayret ve niyet ‘‘Allah'ın dini’’ yani İslam içine girer.
Bu yaklaşım ilk defa bizim tarafımızdan sergileniyor değildir. Hemen bütün İslam düşünürlerinde bu bakış açısını az veya çok görmek mümkündür. Özellikle İbnül Kayyım el-Cevziyye (ölm. 751/1350) ve Şâtıbi (ölm. 790/1388) bu bakış açısını çok geniş ve net biçimde sergilerler. İbnül Kayyım'ın ‘‘İlâmul-Muvakkıin’’ ve Şâtıbi'nin ‘‘el-Muvâfakat’’ adlı eserlerinde bunu görmekteyiz.