Güncelleme Tarihi:
Psikiatri profesörü Cengiz Güleç, Ecevitler'in 17 yıllık komşusu. Adaylık teklifini hiç beklemediği bir anda
alan Güleç, şimdi DSP'den Sivas milletvekili. Psikiatri ve Antlopoloji alanlarındaki mesleki bilgisinin yanısıra
Türk kimliği, Tassavvuf, Alevi ve Bektaşi kültürünü de yakından tanıyor. Türkü repertuarı da oldukça geniş.
Paris, genç psikiatrist Cengiz Güleç'in başını döndürmüştü. Ama asıl darbeyi, Dünya Psikiatri Birliği Başkanı Prof.Pirre Pichot'nun evindeki yemekte aldı! 80'lik ihtiyar, konuklarına gittiği ülkelerden topladığı kilimleri gösteriyordu. Bir kilimin önünde durdu, gözleri, topluluğun içinde Güleç'i buldu:
- Bu kilimin nereden olduğunu biliyor musunuz?
Yanıt alamayınca, kendisi açıkladı. ‘‘Türkiye'nin Konya yöresinden bir Sumak kilimi.’’ Bu sözleri duyan Güleç utandı, yüzü kızardı. Derinden sarsılmıştı. O an kendine bir söz verdi; kendi kültürünü öğrenecekti!
Gerçekten psikiatri uzmanlık eğitimini tamamlayıp Türkiye'ye döndükten sonra kendini Anadolu'ya verdi. Türk kimliğini, Tasavvufu, Alevi ve Bektaşi kültürünü yakından tanıdı. Kilimleri, en önemlisi türküleri öğrendi.
Doğduğu kent olan Sivas'ı da yeniden tanıdı. Ne kadar canlı bir kültür havzasında büyüdüğünü o zaman farketti...
1948'de Şarkışla'da doğmuş; çocukluğu, bu topraklarda geçmişti. Babası Haydar efendi, adliyede icra memuruydu. Haciz işleri için sık sık köylere giderdi. İlkokul öğrencisiyken babasıyla beraber köylere gitmeye başladı. Faytonla çıkılan bu yolculuklar eğlenceliydi.
Erken yaşta koptu Şarkışla'dan. İlkokulu bitirince ortaokul için İstanbul'a gönderdiler. Kabataş Lisesinde yatılı öğrenciydi. Okula alışması hiç kolay olmadı. Aylarca uyuyamadı. Yatakhanenin duvarına çarpan dalgaların sesi onu ürkütüyordu.
Denizle lise yıllarında barıştı. İstanbul'u da o zaman sevdi. Sadece hafta sonlarında birkaç saatliğine dışarı çıkabiliyordu. Arkadaşlarıyla geziyor, langırt oynuyor ya da sinemaya gidiyorlardı. En çok etkilendiği film, ‘Batı Yakasının Hikayesi’ idi. Kovboy filmlerine de bayılıyordu...
Kütüphaneler de ilgisini çekiyordu. Köy edebiyatının seçkin örneklerini okuyordu. Tam bir Yaşar Kemal tutkunuydu. Yaşar Kemal'in, tüm kitaplarını hatmetmişti. Nazım Hikmet'in şiirlerini beğeniyordu...
FELSEFE VE PARKA
Lisenin son yıllarında felseye merak saldı. Mezun olduğunda felsefe okumaya karar vermişti. Ancak annesi, doktor olmasını istiyordu.
O nedenle Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin Felsefe bölümüne kayıt yaptırmaya gittiğinde sıkıntılıydı. Bölüm Başkanı Prof.Dr.Nusret Hızır ile tanıştı. Sempatik bir insandı Hızır. Uzun uzun sohbet ettiler; annesinin isteğini, felsefeye duyduğu yakınlığı anlattı. Sonunda rahatlamış olarak ayrıldı Hızır'ın yanından. Annesinin rüyasını yerine getirip tıbbiyeye gidecekti ama kendi isteğini de gerçekleştirip psikiatrist olacaktı!
Annesi, günlerce araştırıp, Tıp Fakültesini bile seçmişti; Hacettepe. Oysa 1965 yılında Hacettepe, yeni kurulma yolunda olan bir üniversiteydi. Üniversite ve Ankara, Cengiz Güleç'in yaşamında yeni bir sayfa oldu. Canlı ve yeniliklere açık olduğu, ‘Kasabalı ruhu’nun gerilere düştüğü yıllardı...
Parlak bir öğrenci olduğu için TÜBİTAK'tan burs kazandı. Burstan aldığı para, tüm ihtiyaçlarını karşılamaya yetip artıyordu bile.
Önce Hızır Hoca'nın ‘Çarşamba seminerleri’ne devam etti, sonra Hacettepe'nin felsefe bölümüne. Felsefe eğitimi sayesinde Marksizmle tanıştı. O dönem yaygın olduğu üzere ideoloji olarak değil, bir felsefe olarak tanıdı Marksizmi. Marx, onun belleğinde önemli bir yer edindi...
Bu gelişme, onu Hacettepe Fikir Kulübü yönetim kurulu üyeliğine, oradan da Türkiye İşçi Partisi saflarına sürükledi. Aktif bir üniversite öğrenciydi. Kadife pantolon, parka ve postal giyerdi. Birinci sigarası ve çay eşliğinde uzun tartışmalara dalıp giden bir gençti. Tipik bir 68'liydi.
Yedi yıl, hızla geçti ve tıp fakültesinden diplomasını aldı. Sıra psikiatri uzmanlık eğitimine gelmişti. ‘Terapi’ kavramıyla uğraşınca Freud ile tanıştı. Bu tanışma, sıkıntı getirdi ona. Freud ile Marks'ı bağdaştırmakta zorluk çekti. İşte bu sıkıntı onu Erich Fromm'un kitaplarına götürdü. İnsan ve toplumu kavramada iki temel öğretiyi sentezlemeye çalışan Fromm ile birlikte o da yeni ufuklara açıldı. Beynindeki fırtınalar duruldu...
1976'da psikiatri eğitimini tamamladı. Hacettepe'de, ‘Amerikan ekolü’ psikiatri eğitimi almıştı. Ancak anti-Amerikan yanı ağır bastığı için ABD'ye gitmeye hevesli değildi. Fransa'yı seçti. Yine burs kazanıp, Paris'e uçtu. Paris Rene Descartes Üniversitesi Tıp Fakültesi Pskiatri Bölümünde ‘üst psikiatri eğitimi’ aldı.
ECEVİTLERLE KOMŞULUK
Heyecan yüklenmiş olarak döndü Türkiye'ye. Anadolu kültürüyle bu kez entellektüel açıdan tanıştı. Tarihle, sosyolojiyle ve de arkeolojiyle yakından ilgilendi. Arkeolog olan eşi Erksin ile birlikte Anadolu'daki hemen her kazı alanını gezdi. Kazı sonuçlarıyla ilgili toplantıları izledi.
Aynı dönemde mesleğinde hızla ilerledi, 1982'de doçent oldu. O yıl, Oran'a taşındılar. Ecevitlere komşu oldular. 12 Eylül'ün sıkıntılı günleriydi. Onlara destek olmaya çalıştılar, dostlukları böyle başladı.
Siyasetten uzak kalan Ecevit, kendini tamamen okumaya vermişti. Kimi zaman onlar üst kata çıkıyorlardı; kimi zaman da Ecevitler bir alt kata geliyorlardı. Güleç ailesinin, kilimlerle, yer minderleriyle bezenmiş, dergaha benzeyen evinde uzun sohbetlere dalıyorlardı. Konuları, genellikle Türk kültürü, Anadolu insanı, dünyadaki gelişmelerdi...
1983'te Ecevitler'in DSP'yi kurma çalışmalarına da yakından tanık oldular. Ecevit'in, DSP'nin program taslağını ilk verdiği kişilerden biriydi Cengiz Güleç. O kadar mutlu oldu ki, Ecevit'in daktilosundan çıkan metni yıllarca sakladı...
Yine de DSP'ye girmeyi, aktif siyaseti düşünmedi o zaman. Kendini araştırmaya, öğrenmeye verdi. Psikoterapi tekniklerini geliştirmek için antropolojinin önemine inanıyordu. Prof.Dr.Bozkurt Güvenç'in seminerlerini izlemeye başladı. Yıllar sonra yeniden öğrenci olmuştu. Bir de doktora tezi hazırladı; ‘Türkiye’de ulusal kimlik krizi'.
Mesleki donanımını sıkıca kuşanmıştı. Bir yıl sonra, 1989'da profesör oldu. Artık zamanının önemli bir bölümünü de üniversite dışı alanlara ayırıyordu. Birçok vakıf ve derneğin yönetimindeydi; Hacı Bektaş Veli Kültür Vakfı, Aşık Veysel Kültür Derneği, Türkiye Sinir ve Ruh Sağlığı Derneği, Türkiye Psikiatri Derneği...
1998'den itibaren de CTV'de program yapmaya başladı. Programın adı, ‘Anadolu’da edep kültürü' idi. Programın en sadık izleyicisi Ecevit çiftiydi. Oran'daki evden yeni ayrılmışlar, eskisi kadar sık karşılaşmıyorlardı.
Şubat sonunda yaptığı ‘Eren kültürü’ konulu programın ertesi günü Ecevit aradı. Programı çok beğendiğini söyledi, tebrik etti. Programın en sadık izleyicisiydi. Ardından milletvekili adaylığı önerdi. Güleç, şaşırdı. Siyasete girmeyi düşünmemişti ama eşiyle konuştuktan sonra öneriyi kabul etti.
TAŞRA TİPİ SİYASET
Milletvekili adayı olunca Sivas'ın farklı bir yüzünü gördü. Önce ‘taşra tipi siyaset’i tanıdı. Birinci sıra adayı olduğunu öğrenen DSP il örgütü, tanıdıkları, ‘Ne zaman Sivas’a geliyorsun?' diye sormaya başladılar. Konvoyla karşılayacaklardı!
‘Olmaz’ demesi kar etmedi. İki gün sürdü tartışma. Sonunda kabul etti. Gemerek girişinde karşıladılar aracını. Halay çekildi, kurban kesildi. Sivas girişinde yine aynı manzara...
Ertesi gün, kentte geziye çıkıldı. Yöntem klasikti, esnafla tokalaşmalar, kahvelerde konuşmalar birbirini izliyordu. Bir kahveye girdiklerinde insanlar okeyden, kağıttan lütfen başlarını kaldırıyor, dinlemiyorlardı bile. Güleç sıkıldı, parti örgütüne kesin talimat verdi:
- Kahve dolaşmayı, esnafla tokalaşmayı istemiyorum.''
Taşra tipi siyasete bir daha teslim olmadı. Televizyon programlarına, ev toplantılarına ağırlık verdi kampanya boyunca...
Lider ağırlıklı bir parti olmasa Genel Merkezden gönderilen bir adayın örgüte böylesine hakim olması neredeyse imkansızdı. DSP, özel bir partiydi. O da özel bir adaydı...