Güncelleme Tarihi:
2010 yılının kasım ayında Viyana’da gazeteciliğin dev bir ismiyle tanışma fırsatım oldu.
Sunday Times’ın efsanevi yayın yönetmeni Harold Evans, 45 dakika süren bir öğle yemeğinde bana, birkaç yıllık mesleki eğitime bedel, konsantre bir gazetecilik dersi verdi.
O zaman 82 yaşında olan Evans ile başbaşa sohbetimiz, meşhur eşi Tina Brown’ın kurduğu Daily Beast’in, tam da o günlerde Newsweek’i satın almasıyla ilgili sorduğum bir soruyla başladı.
Ardından konu medya teknolojilerine, oradan (Evans’ın önerisi üzerine birkaç ay içinde tüm kitaplarını satın alacak olduğum) bilim tarihçisi James Burke’e geldi.
Devamında, savaşların bilimsel gelişmelerdeki rolünü tartışmaya başladık. Dedem yaşındaki mavi gözlü bu enerjik adam, sonunda savaş muhabirliği meselesine getirdi konuyu.
İspanya İç Savaşı sırasında ABD ve Batı Avrupa medyasında uydurulan kitlesel katliam haberlerini anlattı. New York Times’ın Katolik editörlerinin Franco yönetimine duydukları sempati nedeniyle haberlerdeki kilit sözcükleri nasıl eğip büktüklerini detaylandırdı.
“Savaş muhabirleri kahraman olabilirler, ama vatansever olmaya çalışmamalıdırlar” dedi.
Dünyanın en saygın medya kuruluşlarında en üst düzeyde görevler almış bu ihtiyar çınarın (bugün 84 yaşında ve geçen yaz Reuters’ta serbest editör olarak işe başladı) ısrarla üzerinde durduğu şey şuydu:
“Güç odakları topluma siyah-beyaz bir resim sunar. Gazetecinin görevi bu resmin gri tonlarını göstererek onu gerçeğin fotoğrafına yaklaştırmaktır.”
* * *
Ben savaş muhabiri değilim, ama geçen hafta Suriye’ye giderken aklımda bu sözler vardı.
Öyle ya, New York merkezli Gazetecileri Koruma Komitesi’ne göre bugün Suriye gazeteciler açısından dünyanın en tehlikeli ülkesi.
CNN-Türk, NTV, Habertürk, Kanal D, Yeni Şafak ve Cumhuriyet’ten 10 meslektaşımla birlikte Şam’da anayasa referandumunu izledik. Birkaç hafta öncesine kadar savaş koşullarının hâkim olduğu, hâlâ her gece çatışma yaşanan Duma ve Harasta’ya gittik.
Hürriyet’te dört gün arka arkaya yayımlanan haberlere (http://bridgeurl.com/emre-suriye ) okuyucuların tepkileri çoğunlukla olumluydu. Ama az sayıda meslektaşımdan tuhaf tepkiler de geldi.
Mesela bir meslektaşım bizim Suriye’ye “davet edildiğimizi,” orada “dikensiz gül bahçelerinde” gezdiğimizi yazmış.
En tuhafı da bu meslektaşımın, “Esad rejiminin her gün yüzlerce adam kestiği kentlerde görev yapmaya çalışan gerçek gazetecilere” methiye düzerken “bir arkadaşını” örnek göstermesi olmuş.
Cevaben, o kentlerdeki kendi arkadaşlarımdan bahsetmeyeceğim elbette.
Sadece şunu söylemeliyim:
Sen de “gerçek gazeteci” isen ve daha iyisini yapabilirsen, neden “şezlong gazeteciliğini” bırakıp Suriye’ye bizzat gitmiyorsun?
* * *
Öncelikle şunu vurgulayayım: Suriye’ye davet edilmedim. Geçen ağustostan beri bu ülkeye gitmeye çalışıyorum. Üstelik ağustostan önce ve sonra, İngilizce bloğumda, şahsen “Esadsız, demokratik bir Suriye görmek istediğimi” defalarca yazmış biriyim. Suriye vizesi için başvurduğumda da bu yazdıklarımı silmedim.
Peki, neden Suriye’ye izinsiz değil de izinli gittim? Çünkü Suriye rejiminden izin almadan muhaliflerin elindeki yerlere giren onlarca yabancı gazeteci oldu. Şam’a ise neredeyse kimse gidemedi, zira Suriye rejiminden izin şarttı, oysa onlar uzun süredir (bence aptalca bir politika sonucu) yabancı gazetecilere vize vermiyordu.
Sonunda, -muhtemelen- anayasa referandumunu dünyaya gösterebilmek için bana da vize verdiler. Washington Post bir muhabirinin iki hafta önce aynı vize için başvurduğunu yazmıştı. Referandumda onların muhabirini etrafta göremedim. Hürriyet’in talebini kabul eden Şam yönetimi Washington Post’u reddetmiş olsa gerek… Sonuçta 11’i Türk toplam 75 yabancı gazeteci 5’er günlük vize alabildi, isteyenler daha sonra vizesini uzattı.
Türk medyasının farklı sektörlerinden medya kuruluşlarının temsil edildiği heyet içerisinde zannederim Suriyeli yetkililere ilk başvuranlar, NTV’den deneyimli gazeteci Mete Çubukçu ve bendik. Gezinin tüm masraflarını kurumlarımız üstlendi. Haberde de yazdığım gibi, gezinin gazetecilik açısından tek rahatsız edici yanı, Şam’da rejim karşıtı isyandan önce de olan, ama sanırım bugünlerde daha da artan sivil polis varlığıydı.
Bunun dışında, Suriyeli yetkililerin özel bir engellemesiyle karşılaşmadık. Serbest çalıştık. Eleştirel gözlemlerimin Hürriyet’te yayımlanmasından sonra da Suriyeli yetkililerden herhangi bir tepki görmedim.
Humus ve Zabadani’ye gitmek istediğimizde de kimse bizi bağlamadı, fakat yetkililer yolların mayınlı olduğunu, askeri konvoyların bile ilerlemekte zorlandığını söylediler.
Şahsen, bu askeri konvoylardan birine binme izni alıp buralara da gitmem mümkündü; ama “iliştirilmiş gazeteci” olmak istemedim.
Bir diğer seçenek, can güvenliği açısından büyük bir risk alarak tek başıma Humus’a gitmek veya Türkiye sınırından kaçak olarak İdlib’e girmekti ki bu da çatışmanın öteki tarafında bir “iliştirilmiş gazeteci” olmam anlamına gelecekti. Üstelik yazının başında belirttiğim gibi, bu daha önce onlarca gazeteci tarafından yapılmıştı.
Böylece ben ne hükümete, ne de muhaliflere iliştim. Kimseye minnet duymadan, yazdıklarımı herhangi bir tarafa yönelik sempatiyle lekelemeden haber yapma imkânı buldum. Elbette Suriye’de yaşanan her şeyi göremedim, ama görebildiğim kısmını da çarpıtmadan yazdım.
* * *
Sonuçta Suriye’de yaptığımız işi büyük bir gazetecilik başarısı olarak görmesem de, kamuoyunun bilgi edinme hakkı açısından yararlı bir çaba sarf ettiğimize inanıyorum. Ayrıca Hürriyet’te yayımlananları Bloomberg ve El Arabiya gibi uluslararası medyanın da alıntılamış olması, haber değerleri konusunda ipucu veriyor.
Çünkü Suriye rejiminin devlet medyası eliyle, silahlı muhaliflerin ise uluslararası medyanın bir kısmı üzerinden söylediği yalanlarla oluşturulan iki farklı siyah-beyaz tablonun ötesindeki gri tonları sunan bilgilerin en azından bir kısmına ulaştık.
Biz de “şezlong gazeteciliği” yapmış olsak, Türk okuru örneğin şu gerçekleri öğrenemeyecekti:
1) Suriye anayasa referandumuyla çok partili sisteme geçiş yaptı ama halk oylamasının kendisi tam bir maskaralıktı.
2) Suriyeli Türkmenlerin hepsi Beşar Esad karşıtı değil. Hatta diğer azınlıklar gibi onların birçoğu da, özellikle de Şam’dakiler, hâlâ Esad’ı destekliyor, dış kaynaklı bir komploya inanıyorlar. Buna dair kanıtlar öne sürüyorlar.
3) Esad’ın Müslüman Kardeşler’in partileşmesine izin vermemesinin Ankara’nın ani tavır değişikliğinin arkasındaki neden olduğu iddiası, Suriye yönetiminin en üst düzeyinde dahi seslendiriliyor. Dışişleri Bakanı Velid Muallim bu yönde ifadeler kullandı.
4) Suriye’nin çok sayıda Türk istihbaratçının tutuklu bulunduğu iddiası konusunda hem Şam’daki hem de Ankara’daki yetkililer “Haberimiz yok” diyorlar. Bu tepki tuhaf. Neredeyse doğrulama anlamı taşıyan bir yalanlamama durumu sezdim.
5) Şam’ın burnunun dibindeki yerleşimlerde bile (mesela Duma) muhalifler silahlanmış durumda. Bunlar Suriye ordusunu durdurmaya yetecek çapta silahlar olmasa da, sahada durum bu. (Suriye devlet televizyonu dönüşümden hemen önce benimle bir röportaj yaptı. Kadın sunucu saldırgan bir edayla “Muhaliflerin elinde Türkiye yapımı silahlar da var, bunları Türk hükümeti mi gönderiyor, ne diyorsunuz” diye sordu. Ben de ona, “Elbette hayır. Duma’da ele geçirdiğiniz söylenen silahlar arasında en çok kalaşnikoflar vardı. Sizce bunları onlara Rus hükümeti mi gönderiyor” diye bir başka soruyla karşılık verdim.)
* * *
Özellikle de iç savaş gibi olağanüstü şartlarda “orada olamamanın” yarattığı hayal kırıklığıyla bazı gazetecilerin, “orada olabilen” meslektaşlarına gıptayla baktığı olur. Bu normaldir, üstünde durmaya değmez.
Fakat burada “gazeteci milletinin” ötesinde toplumun genelini ilgilendiren konuya, yani “propaganda zamanı gazetecilik” meselesine geri dönmek yararlı olabilir.
Gazeteci, insan hakları eylemcisi değildir. Bir çatışmada, haklı olduğunu düşünsek bile bir tarafın propagandasını yapamayız. Yapan kişi gazeteci değil, propagandacı olur. Bağımsız medya, savaşın bütün odaklarının tarafsız bir fotoğrafını çekmekle yükümlüdür.
Ortadoğu’nun kurt muhabiri Robert Fisk, geçenlerde, İsrailli gazeteci Amira Haas ile Kudüs’te yaptığı bir konuşmayı aktardı. Fisk, gazeteciyi “tarihe tanıklık eden ilk kişi” diye tanımlayınca, Haas kendisini de mahcup eden şu yanıtı vermiş: “Hayır, (özellikle de yalanların hüküm sürdüğü savaş durumlarında) gazetecinin görevi, güç odaklarını gözlemektir (“monitor” sözcüğünün İngilizce’de “denetlemek” anlamı da var).”
(Ne manidardır ki gazetecilik tarihinde “tarafsızlık ilkesi” Birinci Dünya Savaşı ile, devlet medyasına alternatif bir “muhalif” medya anlayışı Vietnam Savaşı ile birlikte ortaya çıkmış; Körfez Savaşı ile birlikte her iki kavram da darbe yemiştir. Ve Suriye –iç- savaşıyla birlikte ne yazık ki ikisinin de hemen hemen tamamen yok olduğuna tanıklık ediyoruz.)
* * *
Arap Birliği gözlemci misyonunun, uluslararası medyanın büyük bölümü tarafından kasıtlı olarak gözden kaçırıldığını hissettiğim raporunda, Suriye’deki her iki tarafın da insanlık suçu işlediği delilleriyle tespit ediliyor.
Suriye ordusunun Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal eden onlarca eylemi listelenebilir.
Peki ya Suriyeli askerleri kaçırıp kelepçeledikten sonra başlarına ateş ederek öldüren ve toplu mezarlara atan “muhalifler”?
Bir AFP muhabiri bu görüntüyü yayınlayınca, şimdi muhalifler de en az Suriye rejimi kadar düşman kesildi yabancı gazetecilere…
Ama bir de başka türlü yabancı “gazeteciler” var. Mesela bir diğer AFP muhabiri, hani Humus’ta çapraz ateşte öldürülen...
Muhalifler bile onun Fransız istihbaratı için çalıştığını, Paris’in bu nedenle ölümün ardından kıyameti koparmak yerine otopsi bile yaptırmadan cenazeyi sessizce Fransa’ya getirttiğini söylüyorlar.
Öyleyse şunu da hatırlatmak gerekmez mi?
Bir muhabirin doğrudan askeri bir eyleme katılması da aynı Cenevre Sözleşmesi’nin ihlalidir.
Ne kadar saygın ve gözüpek bir gazeteci olursanız olun, çatışma sırasında, önceden sempati duyduğunuz veya “Stockholm Sendromu” ile bağlandığınız herhangi bir tarafa etkin olarak yardım edemezsiniz; bu uluslararası hukuka aykırıdır.
Bu duygularla onlar lehine “haber” yapmak veya “vatanseverce” davranmak ise gazeteciliğinizi etik açıdan zedeler.
İşte, bu işin pirlerinden, New York Times’ın Ortadoğu’daki efsanevi savaş muhabiri Anthony Shadid’in durumu.
Yol arkadaşı olan fotomuhabir Tyler Hicks, Shadid’in Türkiye sınırında astım kriziyle hayatını kaybetmeden önce yaşadıklarını yeni yazdı ( http://tinyurl.com/idlibgunlugu ).
Amerikalı iki muhabir Türkiye sınırından kaçak olarak Suriye’ye girdikten sonra, silah ve mermi taşıyan muhaliflerle birlikte İdlib’e gitmişler. Burada tanklara kurdukları bir pusuya tanıklık etmişler.
Hicks, pusudan sonra bir evde yapılan şarkılı-türkülü kutlamada Shadid’in yüzünde “kocaman bir gülücük” olduğunu belirterek şöyle yazıyor: “Onu bir muhabir olarak en çok mutlu eden bağ tam da buydu.”
Ne talihsiz bir itiraf! Bana sorarsanız, bir iç savaşta taraflardan birinin silahlı üyeleriyle kurulan bu tür bir duygusal bağ, gazeteciliği sakatlar.
Gazeteci elbette bir insandır ve kişisel mecrada kaldığı sürece siyasi görüşlerini de seslendirebilir. Ancak bir gazeteci olarak kamusal görevini yaparken, mesleğinin en temel ilkelerinden olan tarafsızlığını korumakla mükelleftir.
Bu açıdan, Türk basınına Suriye merceğinden baktığımda bugünlerin gazetecilik tarihimize kara bir leke olarak geçeceğini düşünüyorum.
Shadid’in yazdıkları da büyük ölçüde kendi hükümetinin dış politikasıyla örtüşüyordu, fakat en azından o, acı çekenlerin sesini duyurmayı canı pahasına ve samimi olarak amaçlıyordu. Evet, gazeteciliği sakatlayan bir tarafgirlikle sadece tek tarafın sesini duyuruyordu belki, ama en azından o ses gerçekti.
Türk medyasının büyük bölümü ise bugün yine resmi politikalar doğrultusunda savaş çığırtkanlığına soyunurken, birkaç istisna dışında Suriye’ye gitmeye dahi gerek görmüyor. Yani sakat da olsa gazetecilik bile yapmıyorlar.
Çatışmanın tarafı haline gelen Katar finansmanlı El Cezire ve benzerlerinin, ismi verilmeyen “Suriyeli bir muhalife” dayanarak yayınladığı “haberleri” bir amplifikatör gibi Türk kamuoyuna yansıtırken, bu sorumsuzluğun uzun vadede getireceği zararları sorgulamıyorlar bile.
* * *
Dediğim gibi, Suriye’deki iç savaşın iki tarafı da bu kadar çok yalan söylerken, gazetecilerin bu olağanüstü şartlarda çifte kontrolün de ötesine geçmesi gerekiyor.
Burada Suriye dışındaki gazetecilere daha büyük bir sorumluluk düşüyor. Çünkü Suriye rejiminin yalanları, kendi yayın organlarından duyurulan, kendi kamuoyuna yönelik dezenformasyondan ibaret (örneğin birkaç gün önce Suriye devlet televizyonunda Humus’ta bulunan ve yabancı müdahalesini kanıtladığı öne sürülen dövizler gösterildi. İçinde Türkiye’de seneler önce tedavülden kalkan 50 bin TL’lik banknotlar da vardı!)
Oysa muhalifler lehine söylenen yalanlar küresel… İngilizce, Fransızca ve elbette Arapça uydu kanallarında dünyayı kandırmayı amaçlayan onca manipülatif haber verilir ve mizansen video yayınlanırken, Türk medyasının bunları herhangi bir şekilde doğrulamaya dahi çalışmadan aktarması kabul edilemez.
Örneğin BM Güvenlik Konseyi’ndeki kritik Suriye oylaması arifesinde, Mevlit Kandili olan 3 Şubat Cuma gecesi yine Humus’taki “muhalif kaynaklara” dayandırılarak bu şehirdeki camilerin Suriye ordusu tarafından bombalandığı üfürüldü. Aynı kaynaklara göre 32 ila 36 arası bina yerle bir olmuştu. Ertesi gün birçok Türk gazetesinde “Esad Mevlid Kandili’nde camileri bombaladı” diye manşetler vardı.
Türkiye’deki gazetecilerin büyük kısmı, rejiminin kaderini belirleyecek kritik oylama öncesinde, tam da Mevlit Kandili’nde Esad’ın neden böyle bir çılgınlık yaptığını sorgulamadan verdiler haberi. Çünkü bu sansasyonel “haber” savaş tamtamlarını çaldığımız bir dönemde cuk oturuyordu.
Böyle bir zihniyetten, “fikri takip” de bekleyemezsiniz. O yüzden, muhaliflerin o geceden beri bir aydır, her köşesini görüntüledikleri Humus’tan bırakın 32’yi, henüz tek bir yıkık bina fotoğrafı bile göndermemiş olduğu gerçeğini ancak kendiniz araştırıp bulabilirsiniz.
* * *
Bugün Suriye’deki fotoğrafı ve bu ülkenin muhtemel geleceğini tüm gri tonlarıyla kimsenin, hatta en yetkin istihbarat servislerinin başkanlarının bile görebildiğini sanmıyorum.
Bu görüşler ışığında şimdi, aylardır yüzlerce kaynaktan okuduklarımı, Suriye’de gördüklerimle derlediğimde, bu karmaşık durumla ilgili şu naçizane özeti çıkarıyorum:
Suriye’de bundan tam bir yıl önce Arap Baharı rüzgârıyla cılız bir demokrasi sesi yükseldi.
Esad rejimi, ilk iki ayında büyük ölçüde barışçı olan bu sesi barbarca bir müdahaleyle bastırdı.
Ardından, muhalifler tâbiri caizse ruhlarını şeytana sattılar. Hindistan’da Gandhi’nin yaptığı gibi sivil itaatsizlik benzeri barışçı seçenekler varken silahlanmayı, ellerini kana bulamayı seçtiler. Zorunlu askerlik hizmetinin bulunduğu Suriye’de hiçbir günahı olmayan gencecik çocukları sırf asker oldukları için kaçırıp öldürmeye, pusular kurmaya, sabotajlar yapmaya başladılar.
Rejim daha da sertleşirken ordudan firarlar arttı, sadece Batı ve Körfez ülkeleri değil El Kaide bile muhaliflerden yana tavır koydu. İlk görev döneminde toplumun büyük çoğunluğunun desteklediği Esad halk desteğini ciddi oranda kaybetti. Ama bugün Suriye’de çoğunluk muhtemelen hâlâ Esad’dan yana (Ben demiyorum, Esad’ın bir an önce devrilmesi için elinden geleni yapan Katar’ın finanse ettiği, BBC destekli Doha Debates’in araştırmasına göre Suriyelilerin yüzde 55’i Esad’ın istifasını istemiyor: http://www.thedohadebates.com/news/item/?n=14312 )
Buna karşın şahsen Esad’ın iktidarda en fazla 1-2 yılı kaldığını düşünüyorum. Çünkü ABD, AB, Arap Birliği ve Türkiye’nin ekonomik yaptırımları Suriye ekonomisini dibe vurdururken, süreci yönetemeyen Esad’a “iç muhalefet” giderek artacaktır. Suriye’de hâlâ yaygın bir demokrasi talebi yok, fakat demokrasi için ayaklanmayanlar, sofrasında ekmek bulamayınca ayaklanacaktır. İran-Irak-Suriye-Lübnan ekseni Şam’ı bir süre daha daha idare eder, fakat Rusya ve Çin her an taraf değiştirerek dengeleri altüst edebilir.
Hâl böyleyken “hormonlu bir dış muhalefet” yaratmaya çalışmak veya içeridekileri silahlandırmak gibi sonu hiç de hayırlı olmayacak planları tartışmak neden?
Mezhep savaşı ihtimalini sözde çekinerek seslendirirken “büyük oyun” dâhilinde aslında bu ihtimalin gerçek olmasına dua eden odaklarla, bundan en büyük zararı görecek biz Türkler hangi ulusal çıkar uğruna böyle içli dışlı olduk?
İnsanlık suçu işlediğine dair onca kanıt sıralanabilecek Esad’ın yanında, Suriyeli muhaliflerin silahlandırılması gerektiğini savunarak Birleşmiş Milletler Kurucu Antlaşması’nın 1. Maddesi ile 2. Madde 4. Fıkrası’nı ihlal eden devlet ve hükümet başkanlarının da uluslararası mahkemelerde yargılanması gerekmez mi?
Bağımsız gazeteciliği ve uluslararası hukuku, geçici çıkarlar uğruna ayaklar altına almaya değer mi?
Ya bunlar bir gün bize de lazım olursa?