Güncelleme Tarihi:
Bir süredir sesi soluğu çıkmayan ve müziğinde sayısız değişiklik yapan ünlü şarkıcı Prince -yeni adıyla The Artist- çok kötü iki yıl geçirdikten sonra yeniden doğmuş gibi oldu. Bu arada evlendi ve oğlunu doğumundan kısa bir süre sonra kaybetti. Şimdi ise yaptığı müziğin 1999 yılına damgasını vurması için deliler gibi çalışıyor.
Bir zamanlar unutulmaz parçaları, müthiş sahne performansı ve ilginç kişiliğiyle müzikseverlerin gönlünde taht kuran Prince, bir süredir adından eskisi gibi söz ettiremiyordu. Başarılı yılların ardından müziğindeki kaliteyi düşüren Prince, pek çok konserini de iptal etmek zorunda kalmıştı. 1991-92 Diamonds and Pearls turnesinden beri grupta yer alan dansçı Mayte Garcia'yla dünya evine giren Prince, 1996 yılının ekim ayında acıların en büyüğünü yaşadı. Sakat doğan oğlu, dünyaya gözlerini açtıktan hemen sonra öldü. Prince, yapılan röportajlarda asla bu olaydan söz etmek istemiyor.
Prince'in yeni adı The Artist... The Artist, gençken hiç parası olmadığını, hep aynı T-shirt'ü giymek zorunda kaldığını söylüyor. Ünlü olduğu zaman parlak ve şatafatlı türden giysilerin onun için önemli olmasının nedenini de yoksul yıllarına bağlıyor.
KÖLELİKTEN KURTULDU
14-15 albüm yaptığı plak şirketi Warner'la olan bağlarını 1996 yılında koparan The Artist, göz kalemini eline alıp yüzüne ‘‘Slave’’ (köle) yazdığı o yılları unutabilmiş değil. O sıralarda yüzündeki yazı büyük eleştiriler almıştı. Ama The Artist, Warner'la yaptığı çalışmalarda kendini ‘‘özgür’’ hissetmediğini hala tekrarlıyor. The Artist'in Warner'la olan sorununun parayla olan ilgisinin minimum düzeyde olduğu söyleniyor. Yakınındakiler sanatçının asıl sorunu istediklerini yapma özgürlüğünün olmaması olduğunu belirtiyorlar. Bütün yaşamı müzik olan sanatçı, elinde hazır bulunan eserlerini bile Warner evet diyene kadar yayınlayamamış. The Artist elinde bekleyen şarkıların zaman içinde öldüğünü düşünüyor. The Artist, plak şirketlerinin, radyo istasyonlarının ve kablolu televizyonların sanatçıların kariyerlerini etkilediğinden, hatta bazen yok ettiğini iddia ediyor.
Bakımlı küçük ahşap evleri ve kocaman tuğla kiliseleriyle ünlü Minneopolis'te oturan sanatçı, burayı çok güzel bulduğunu ve bu nedenle ayrılamadığını belirtiyor. ‘‘Bütün yaşamım boyunca hep böyle bir yer hayal etmiştim. Sürekli olarak çalışabileceğim bir mekan’’ diyen The Artist, Los Angeles ile ilgili soruya da şöyle cevap veriyor: ‘‘Orada farklı bir enerji var. Oraya gidiyorum, video çekimlerini yapıyorum, Stevie (Wonder) ile dolaşıyorum.’’ Paris ve Los Angeles'taki evlerini sattığını da sözlerine ekliyor.
The Artist sigara içmiyor, çok az şarap içiyor. Çevresinde uyuşturucu kullananlardan arındırmış durumda. Çok az yemek yiyiyor. Birlikte çalıştığı müzisyenlerin en azından vejeteryan olmasını istiyor.
Yaşamı iş, seks ve ibadetten ibaret. Yardıma muhtaç olanlara el uzatmaktan büyük zevk alıyor. ‘‘Dünyada 30 milyon kişi AIDS'li ve bunların 21 milyonu Afrika'da... Bu insanlar çiftçi. İnsanların üzerinde sineklerin uçuştuğunu görüyorsunuz, peki siz kimsiniz? Bu insanlara yardım etmek gerekiyor.’’ diyen Prince, kazandığı paranın büyük bir kısmını yardım amacıyla kullanıyor.
ÜÇ SAAT UYUYOR
The Artist, şu sıralar kendini müziğe adamış durumda. Yeni albümü Newpower Soul'da eleştirmenlerin en çok üzerinde durduğu parçalar Come On ve Until U're in My Arms Again... The Artist günde sadece 3 saat uyuyor. Sabah 6'dan 9'a kadar... Bu temponunu onu yorduğunun farkında, ancak iki stüdyo arasındaki işleri ayarlamak ve sürekli kayıt yapmak zorunda olduğundan uykuya vakit bulamıyor.
Gilberto Gil altın döneminde
Geçen yazın müzik şöleni içinde en lezzetli konser hangisiydi? diye sorulursa yanıtım hızlı ve net: Gilberto Gil'inki. Gerçek bir dünya müzisyeni, dört dörtlük, imrenilesi bir sanatçı olan Gil, elbette kendinden beklendiği gibi yeri göğü oynattı, yaşam sevincini bizimle cömertçe paylaştı, gözlerimizi yaşarttı, ama ne yazık ki konserinden çıkarken içimdeki coşkuya buruk bir tad da karışmıştı: Müziğin sınırsızlığının tadına varmış hangi ülkeye giderse gitsin onbinleri kolayca alanlara, salonlara toplayan sempatik Brezilyalı, Açıkhava'da onun kıymetini bilen 500-600 kişiye çalmak zorunda kaldı. Hala üzüldüğüm bir olay, 'onca çabaya, emeğe yazık' dedirten. Bazı şeyler zaman alıyor.
YENİ ALBÜMÜ ÇIKTI
Nedir Gilberto Gil'i bu kadar önemli kılan? Türkiye'de de çıkan, son albümü 'Quanta Gente Veo Ver'ün tüm zerrelerine yayıldığı aşikar olan bir müzik aşkı. Öyle bir aşk ki bu, 55 yaşına rağmen Gil'i sahnelerin en büyüleyici kişiliklerinden biri kılıyor. Sadece o değil, aynı zamanda, dünyanın en saygın besteci ve şarkıcıları arasında da -her gün, yeniden- karşımıza çıkarıyor. Klişe gibi söylenen 'ülkesinin müzik elçisi' lafını aşan bir durum var ortada: Gil, gezegenin sesini bulan ender kaşiflerden.
Ama, ötesi de var tabii. 30 yılı aşkın süredir ülkesinin toplumsal ve siyasal serüveniyle yakından ilgili kalan, ama bunu müziğine yansıtırken sanatın merceklerini ustalıkla kullanan, ve bu nedenle, bugüne dek yaptığı 32 albümün içindeki besteleri, yorumları hiç eskimeyen, ince işlenmiş melodilerin üzerinde sapasağlam duran bir sanatçı, söz konusu olan. Gil, müzikteki bazı yaşıtları gibi bir simge, ülkesinin kültür önderi: dürüst ve angaje.
İlk ve son noktaları müzik, tabii ki. Afrika ve Karayib etkisinin egemen olduğu Bahia bölgesinden çıkma. Küçük yaştan beri bölgenin inanılmaz zenginlikteki müziği sarmış onu. Önce Ary Barroso'ya hayran kalmış, ardından Bahia'nın 'müzik kahramanı', forro yorumcusu Luiz Gonzaga'ya. İlk çalgısı akordiyon. Ta ki, lisedeyken efsanevi Joao Gilberto'yu duyuncaya kadar. Bossa Nova rüzgarı, onu gitara döndürmüş.
Üniversitede okurken, tarihi karşılaşma gerçekleşmiş: Gil, 1963'te, onun gibi bossa nova aşığı ve Salvadorlu olan Maria Bethania ile felsefe öğrencisi kardeşi Caetano Veloso ile tanışmış. Ekibe ertesi yıl Gal Costa ve Tom Ze de katılmış ve bir 'karşı-kültür' hareketi olan 'Tropicalia' (içinde şairler, yazarlar da var), aynı yılın yazında Salvador'da bir tiyatroda verilen tarihi konserle doğmuş.
Tropicalia'nın 1960'ların olağanüstü hareketli Brezilya'sına etkisi muazzam. Değişimi zorlayan toplumdaki kıpırdanmaların aynası. Tabii bedelini ödemesi gerekiyor Gil'in. Yakın arkadaşı Veloso ile birlikte, 'yıkıcı faaliyet' nedeniyle sınırların dışına 'zorunlu ihraç' ediliyorlar. Sebep: Şarkılar ve onların gücü.
Yanıltıcı olmasın: Karşınızda basit ve kışkırtıcı iki popülist 'çalgıcı' yok. Tersine, tüm kültürü kişiliklerinin imbiğinde damıtmış, önceliği müziğin incelikli işlenmesine vermiş, ama şarkı sözlerinde çevrelerinde olup bitenlere duyarlı kalmayı seçmiş iki usta var.
DEĞİŞMEYEN ÇİZGİ
Veloso, daha felsefi ve açık: O sıralarda anti-militarist tutumun temsilcisi. Sözlerini bilmeyenler, o ipeksi melodilere yedirilen sözlerin ağırlığını kavrayamıyor. Savcılıklar hariç. Gil ise, kıpır kıpır: Bahia'dan xote, baiao, xaxado, afoxe gibi ritmleri, samba, ska ve reggae gibi ritmleri içinde eriten müziğinin içine -muğlak sözlerle- yoksulların durumu, ırkçılık, kadın sorunları, çevre kirlenmesi gibi konuları yerleştiriyor. Bu da, sürgüne gönderilmek için yeterli.
Ama dönüşleri muhteşem oluyor: Cuntanın havlu atması ardından, 1972'de, birer kahraman gibi dönüyorlar.
Son çeyrek yüzyıl, Gil'in altın dönemi. Hiç düşmeyen bir çizgi. Değişimi talep etmeyi sürdüren bir tavır. Dünya müzisyenlerini onu yorumlamaya adeta zorlayan, hayran olunası, kuyumcu işi besteler. Ve tevazu.
Konserini kaçıranlar için teselli şimdi var. Son albümünün tadına varın.