Güncelleme Tarihi:
Paramız, bugünlerde hiç de iç açıcı günler yaşamıyor. Artık altı sıfırlı banknotların yanında 100 bin liranın bozuk para haline geldiği günleri yaşıyoruz...
Para değerindeki bu düşüşün bir başka benzeri de geçen yüzyılda meydana geldi ve o zamanlarda 'kaime' denen kâğıt paramız da böyle bir macera yaşadı.
Osmanlı'nın ilk para denemesi, Tanzimat Fermanı'nın ilânından kısa bir süre sonra gerçekleşti. İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde uygulanan reformların finansmanı için çıkartılan ‘‘kaime’’ 50, 100 ve 250'şer kuruşluk banknotlar halindeydi ve senelik yüzde 12,5 faizle yapılan iç borçlanmanın aracı olarak kullanılacaktı. Avrupa'daki örneklerinden farklı olarak ilâve bir faiz geliriyle piyasaya çıkartılmıştı, zira Osmanlı toplumu bu yeni değişim aracına pek güven beslemiyordu ve faizin rağbet çekeceğine inanan maliye parayı piyasaya faizle veriyordu... Hem senet kimliği taşıyan, hem de el yazısıyla hazırlanmış olan bu ilk kaimeler bir süre sonra bir süre sonra kökü dışarılara taşan kalpazan çeteleri tarafından taklik edilmeye başladılar. Bunun üzerine 1853'te Osmanlı Darphanesi'ne para basımı için Avrupa'da kullanılan son model makineler getirtilerek para basımına başlandı.
500 ve 1000 kuruşluk banknotların da piyasaya verilmesiyle, kaimeler 1856'ya kadar devletin paraya sıkıştığı anda kullandığı ilk çözüm yolu oldu. Ancak ekonomik açıdan zor bir durumda bulunan Osmanlı Devleti, yüksek faizle piyasaya verdiği bu kaimelerin altında ezileceğini farkedince, bir anda bütün kâğıtları geri çekmeye karar verdi. Bu işin halktan toplanacak ianelerle finanse edilmesi düşünüldü ama yapılamayacağı anlaşılınca yeniden kaime basımına gidilerek iş içinden daha da çıkılmaz bir hale geldi.
Artık paranın değeri gün geçtikçe düşüyor, halk altına karşı hızla değer kaybeden kaimeleri elden çıkartmaya çalışıyordu. Esnafın kaimeleri reddetmesiyle ortalık daha da kızıştı. Sokaklarda ekmek kavgaları yapılıyor, parayı değerinin altında bozan Galata bankerlerinin önünde uzun kuyruklar oluyordu. Devlet bu durumu düzeltemediği gibi, memurların maaşlarını da ödeyemez hale gelmişti.
Durumu 1862'de alınan dış borç kurtardı ve piyasadaki denge göstermelik bir şekilde aniden kuruluverdi. Sonra yeniden geleneksel sikke politikasına dönüldü ve kâğıt paranın kaldırıldığı gün şairler tarihler düşürdü, tarih kitaplarına yeni sayfalar eklendi...
Bu olay, kâğıt paramızın geçmiş maceralarından sadece biri... Teferruatını merak edenler, Ali Akyıldız'ın ‘‘Osmanlı Finans Sisteminde Dönüm Noktası Kâğıt Para’’ isimli kitabında daha başka para maceraları bulabilirler...
Güzel sözler
Yontulmamışların dili taş gibidir; ayağa düşerse topal bırakır. Başa vurursa başı yarar, ele gelirse el çolak kalır. Söz söyleyeceksen ölç, biç ve öyle söyle. Düzgün sözler iyiliğe yarar. Ölçüsüz söz ateş gibidir, bu yüzden dilini içeri sok! O ateşten bir kıvılcım düşerse, o bir tek kıvılcım yüzünden bütün dünya yanıverir. Dilini ağzının içinde mahpus tut. Ondan da iyisi, dilini yükselt! Dilin ağzının içinde hapis olduğundan dolayı aklın ve canın sevinçten raksetmektedir. Akıl ve can o hapisten dolayı öyle bir sevinir ki, aklın sür'ati artar.
Abdülkadir-i Belhi'nin
‘‘Künuzü'l-Árifin’’inden.
Reşat Ekrem'in giyim kuşam sözlüğü
Kallâvi
İkinci Mahmud zamanında yapılan kıyafet inkılâbından ve fesin genel bir başlık olarak kabulünden önce, sadrazamla vezirlerin giydiği resmi kavuğun adıydı. Kaidesi dört köşeli ve piramit şeklinde olurdu ve yüksekliği iki karıştı. Ey yumuşak ve hafif keçeden yapılır, içi ortasına baş girecek şekilde bir yuva ayrılarak tamamen kapatılırdı. Başa geçirildiği zaman kaidenin etrafı alın ortası hizasında dywuran bir fötr şapkanın pervazını andırırdı. Kaidenin başın girdiği yere isabet eden kısmının dışına yine en iyi cins tülbent sarılır, ön kısmına da sağdan sola ve yukarıdan aşağıya doğru altın telle işlemeli dört parmak eninde tülbentten bir kordela ilâve edilirdi. Kallâviler, devlet büyüklerinin mezar taşlarında da kullanılmıştı.
Hattın ustaları
Mehmed bin Mustafa
Bursalıdır. Pek çok alanda bilgi ve marifet sahibi olduğu için ‘‘hezârfen’’ olarak tanındı. Her çeşit yazıyı yazar, tezhip yapar, kâğıdın lekelerini çıkartır, delikleri kapatır, her cins vazonun çatlaklarını onarır ve süsleme motufleri çizerdi. Sülüs ve nesih yazıları Hafız Osman'ın talebesi Kürtzade İbrahim Efendi'den öğrendi. Topkapı Sarayı Bâbıhumayun'undaki sebil ve çeşmelerin talikleriyle has ahırın kapısındaki tarih onundur. Validehanı civarında küçük bir hücrede yaşayan Mehmed bin Mustafa, 1740'da vefat etti.
Tarihin tuhaflıkları
Türk dostu İngiliz kadın
1878 yılında, İstanbul'a Madam Camara adında bir İngiliz kadını geldi. Hayatını son Rus savaşında yaralananlara vakfetmetmeye adamıştı. Kızılhaç'ın Edirne'de kurduğu seyyar hastahanenin medürlüğünü yaptı. Yaralıların pansımanını kendi elleriyle yapıyor, bütün temizlik problerini hallediyor ve tedavileri için canla başla çalışıyordu. Madam Clara daha sonra ailesini savaşta kaybeden bir Türk kızını evlât edinerek beraberinde Londra'ya götürdü.
Abdülbaki Gölpınarlı
Ocak ve ocakzâde
İçinde odun-kömür yakılan, dumanı üzerindeki bacadan çıkan yere denir. Mecaz anlamıyla müessese, soy-boy, kök, dirlik-düzenlik demektir. 'Ocağı yansın' hem dua, hem ileniş olarak söylenir. ‘‘Ocağı yıkılsın, ocağı sönsün’’ adı-sanı, soyu-boyu kalmasın demektir. ‘‘Allah ocağını söndürmesin, ocağı şen olsun’’ adı-sanı anılsın, dirliği-düzenliği bozulmasın anlamına bir hayır-duadır.
Herhangi bir hastalığa okumaya izinli olan ve bu izni babadan oğula yürüten kişiler hakkında da 'ocak' deyimi kullanılır.
Alevilerde ‘‘Dede’’ denilen mürşidin seyyid olması, yani Hazret-i Peygamber'in soyundan gelmesi şarttır. Onlarca Sarı Saltuk, Pir Sultan, Dede Kargın, Aguçen (Ağu İçen, Karadonlu Can Baba), Kızıl Deli, Seyyid Baba, Şeyh Samut, Şeyh Çoban gibi Bektaşi an'anesine girmiş kişiler seyyiddir. Bunların soylarından gelen dedeler de o ocaktandır. Bundan dlayı, dedelere ‘‘Ocakzâde’’ denir.
İftar yemekleri
Baba tatlısı
Bira mayası, ılık süt ve suyla yoğrulur. Elenmiş un ilâve edilir ve un çatlayıncaya kadar durdurulur. Elenmiş olan bir başka unun ortası açılır, yumurtalar ikişer ikişer kırılarak ezilir, 50 gram pudra şekeriyle süt ilâve edilir, yine karıştırılır ve tereyağı konur. Sonra hamur tahtaya vura vura yoğrulur, Ilık bir yerde mayalanması için kabarıncaya kadar bekletilir ve orta hararette fırına yerleştirilir. Penbeleşince alınır ve üzerine şeker ve limondan sulandırılarak yapılmış ağda dökülür. Arzu edilirse fıstık rendeli kaymak da ilâve edilir.