Özgürlük Dayanışmayla! I.Baba ve TelevizyonAkşam uzun bir yolculuk yaparak geldiği evinde tek başına
yemek yedikten sonra geçtiği televizyonun karşısında uyuyakalmış üç çocuk babasının elindeki uzaktan kumanda yere düştüğünde, televizyonda konuşan politikacılardan biri, ailenin kutsallığından bahsederken zeka dolu kameramanlar, politikacının o an yanında duran oğlunun omzunu okşayan şefkat dolu eline zoom yaparlar. Zapping turlarıyla kendi haber programını yaratmış ve seyretmiş olmaktan yorgun düşmüş babanın evindeyiz. Size onun hakkında bazı bilgiler vermek istiyorum. "Bir özel şirkette çalışıyor." TRT'deki yarışma programına çıkanlar tarafından reklam olmasın diye söylenen bu cümleden başka, işi hakkında bir şey bilmediğimizi farz edelim. Modern bir kentte, modern bir yaşamı var. En azından karısı 'kapıcılarıyla' hoş beş eden komşularını eleştirirken kendilerini 'modern' olarak tanımlıyor. Babamızın, dediğim gibi, her gün işinden eve gelirken uzun yol yapmasının nedeni işiyle evi arasındaki mesafe. (Saçma bir açıklama bu, 'uzun yol' dedik diye adam karşı sokakta ki işine bütün kenti dolaştıktan sonra gidecek değildi herhalde.) Evine geldiğinde, söylediğimiz gibi yemeğini tek başına yemek zorunda kalıyor. Böylece, aslında zamane ailelerinin zorunlu da olsa biraraya geldikleri nadir anlardan birine katılamıyor babamız. Ancak evin diğer bireylerini de tanıdıktan sonra babanın çok da büyük bir şey kaçırdığını söylememiz yanlış olur. Akşam onun televizyon karşısına oturduğu saatler, dinlenebildiği ya da kendini öyle hissettiği zamanlar. Eğleniyor çünkü. Sinirleniyor çünkü. Para vermeden eğlenebiliyor. Ne kadar sinirlenirse sinirlensin sonunda kavga çıkmıyor. Çapkınlık yaptığı bile söylenebilir. Göğüs kanseriyle ilgili bir haberde gösterilen memelere bakıyor diye kimse suçlayamaz onu, ya da Selçuk Ural ile Çakıcı'yla kaçan kızı hakkında yapılan röportaj öncesinde, aynı adamın gelini Sibel Can'ın dakikalarca süren Hint dansını seyrediyor diye de ne karısı, ne kızı eleştiremez onu. O haber alma özgürlüğünü kullanıyor. Milli heyecanlara televizyondan katılıyor. Hatta geçen sonbaharda Alanya'da denize çırılçıplak giren Hollandalı kızın sınırdışı edilmesi konusunda gösterdiği duyarlılık evde bir seferberlik havası bile yaratmış, ilk defa bir aile olduklarını hissetmişlerdi. En küçük oğlan verilen numaraya telefon etmiş. Karısı verilen 'evet, sınırdışı edilsin' cevabını "dünyanın çivisi çıkmış, bunlar değil mi bizim de ahlakımızı bozan?" şeklinde nidalarla onaylarken babamız bir kere daha telefon edip şanslarını arttırmayı teklif ettiyse de evin kızı 'edilsin' diyenlerin, 'edilmesin' diyenlerden iki kat fazla olduğunu söyleyince "şükür, memleketin bize ihtiyacı yok" diyerek rahatlamışlardı. O akşam ortanca olan diğer oğlanın henüz nerede olduğunu, Hollandalı kız hakkında bir fikri olup olmadığını bilmiyoruz. Bunu, sıra ona geldiğinde öğreneceğiz.II. Anne ve beyaz eşyalarÜç beyaz: Un, şeker ve tuz + üç beyaz: çamaşır makinesi, bulaşık makinesi ve buzdolabı. O kadar çok beyaz vardır ki hayatında annemizin. Hatta en sevdiği renktir. Nedense bütün deterjan reklamlarında beyazların daha çok beyaz olması öne çıkarılır. Beyazlar bir prestij meselesi haline getirilmiştir. Kadınların bir araya geldiği mekanlarda yukarıda saydığımız üç beyazla haşır neşir yiyecekler yenilirken muhtemelen diğer üç beyaz hakkında konuşuluyordur. Hatta annemiz mühendislikte okuyan oğluyla zayıf dersleri yüzünden tartışırken "Aman, benim hayatım makine" diye serzenişte bile bulunmuştur. Annemizin hayatı beyazlarla dolu iki mekan arasında geçmekte, ona zaman kazandırması gereken aletler zamanını çalmaktadır. Bir beyaz eşya reklam filminde çocuğun annesi ona kalır. Beyaz eşyalar arasında sıkışıp kalmış annemizi orada kurtarmak için beyaz eşyalar arasında tercih yapmak zorunda bırakılmış olmamız şu anlama gelmektedir: Hayatımız makine! III. Büyük kız ve WalkmanEvin büyük kızı... Onu kulaklıklarıyla tanıyacağız. Onları kulağından hiç çıkartmadığından olacak, ona söylenen her şeye duyarsız. Hayranı olduğu şarkıcıların kasetlerini dinlerken, onların kliplerinde oynayan baş kahraman sanki. Kulaklıklarını bazen taç gibi kullanıp saçlarını da topluyor. Kentin her türlü gürültüsünden uzak. Mahallenin delikanlıları belki de duymayacağını bildiklerinden cesur laflar ediyorlar arkasından. Şarkı aralarına rastlayan 'anam' nidalarını duysa da müziğin ritmine çoktan uymuş olan kalçasını özgürlüğüne bırakıyor. Dolmuşta şoförün söylenmesini, arkasındaki kadınların beyazlar hakkındaki muhabbetini duymuyor. Duymak da istemiyor, o sabahları nedense çok hızlı konuşan enerjik DJ' lerin esprilerine gülerken, bunu kendi üstüne alınan , kravat takmış, blue jean'li genç girişimcilerin ısrarcı bakışlarından etkilenmiyor. Müzik onu ayırıyor dışardan. Dışarısı artık sadece görüntüden oluşuyor. Sesleri duymak ya da duymamak onun elinde, kulaklıkları çıkardığı zaman kente kendisiyle ilişki kurması için izin verir . Kendini klip yönetmeni gibi hissetmesini sağlıyor 'walkman'i. Görüntüleri değiştirebiliyor. Klipler gibi kısa ilişkileri seviyor; böylesinin daha zararsız olduğunu düşünüyor. Mümkünse 30'undan önce evlenmeyecek, çünkü o kendisini gerçekleştiriyor. IV: Ortanca oğlan ve PC"Personal Computer bu oğlum, bütün aile kullanmaz." dediydi ilk aldıklarında kardeşine. O da sadece Internet' ten arakladıkları kadın resimleriyle ilgilendi sonra. Boşuna endişe etmişti. İşte bütün gece bilgisayarıyla birlikteydi. Hatta bu yüzden ailenin o inanılmaz duyarlılık birlikteliğine katılamamıştı. Tahminlerine göre, çünkü monitördeki resimde kadının belden aşağısı görünmüyordu, en azından yüzüne bakılarak güzel denilebilir bir Almanla chat halindeydi. E canım onun yaptığı da neticede milli bir davaydı. Yabancılarla kurduğu bağlantılar bir anlamda ülkemizin reklamı değil miydi? Sırf bunun için özellikle Peri Bacaları önünde çektirdiği fotoğrafını tarayıp chat yaptığı elemanlara göstermiyor muydu? İlginin arkasında duran, neden o şekle girdiğini bile bilmediği taşlara yöneldiğinde rahatsız olup, fotoğrafı değiştirmişti ama yerine Ölüdeniz'de çektirdiği fotoğrafını koymuştu. Internet'e bilgilemek istiyorum diye bağlandıysa da İngilizcesinin gelişmesi de bir bilgi artırımıydı neticede. Hatta bazen birkaç "elemanla" ödev değiştirdikleri bile olmuştu. Konuştukları onun kim olduğunu bilmiyordu. Hatta kimlik değiştiriyor, bazen kadın oluyor, ama biraz sonra rahatsızlık duyup kadın olarak girdiği muhabbetlerden ayrılıyordu. Chat yapan kızların gizemiydi onu bilgisayarın başına bağlayan. Kendim oluyorum diye düşünüyordu çünkü o ekrana yazdığı hiçbir şeyden dolayı sorumluluk duymuyordu.V. Küçük Oğlan ve OtomobilÇevre yoluna çıkıyor geceleri. Evdekiler yataklarında uyurken bütün geceyi çevre yolunda hız yaparak geçiriyor. Arabanın önündeki amblemi yol çizgilerine göre ayarlıyor. Gerçi çevre yolunda arabanın ek getirilerinden yani kızlardan mahrum kalıyor. İçi kızlarla dolu makineler yanından hızla geçerken hemen hız göstergesine bakıyor. Sabaha doğru gün ağardığında ancak eve kadar benzininin kaldığı farkediyor. Çevre yolunun etrafındaki sonsuz kıra bakıyor, yavaşlıyor, gölcüklerden havalanan kuşları seyrediyor. Onu sollayan bir şehirlerarası otobüsün arkasından bakıp eve dönmemeyi düşünüyor, ama işte birazdan yanılmıyorsa bir kilometre sonra bu geniş, arabasının -araba babasının ama babasının 'benim' diyecek kadar arabaya sahip çıkmadığını düşünüyor. Yağ gibi aktığı yollardan ayrılıp kentin içine girecek. Girer girmez, sağından geçen bir Mercedes'i kalaylayacak, sonra nedense 'Kartalcıların arabalarına benzediklerini' düşünecek. Evlerinin olduğu sokağa girince çıkarken başkaları park etmesin diye sokağa koyduğu çöp tenekesinin devrilmiş olduğunu görecek ve kedilere küfür edecek. Zor bela bulduğu başka bir park yerinde babasına arabanın yerinin nasıl olup da değiştiğini açıklamak için kedilerin her an çöp tenekesini devirme tehlikesine karşın arabayı gecenin birinde sokağın öteki tarafına aldığını, nitekim hemen sonra kedilerin çöp tenekesini devirdikleri... yalanını söyleyeceğini düşünecek. VI. Bir ve İki ya da "Birey ve Örgüt"İnsan elinde olmayan doğa koşullarına göre hareket eder. Kent bu mücadelenin bir sonucu, 'mimari' dediğimiz de bunun bir aracıdır. İnsan yağmur nedeniyle dışarı çıkamamaktan, sıcak nedeniyle düşen iş veriminden, kar nedeniyle futbol maçlarının ertelenmesinden şikayetçidir. Bu memnuniyetsizlik iki sonuca götürür onu: Ya açıklayamadığı ve karşı koyamadığı tüm bu olup bitenleri ilahi bir kudrete bağlayarak en kolay yolu seçecek ya da aklına düşen 'şeytana' uyarak açıklamak için çabalayacak. Evet, Cangızbay'ın da dediği gibi beşeriyet dediğimiz insanın doğa karşısında kendi emeğiyle oluşturduğu özgürlüğünden oluşur. Doğanın veya kendini karşısında güçsüz hissettiği herhangi bir şeyin karşısında insan özgürlüğünü kazanma mücadelesine girer. Doğayla olan mücadelesinde kullandığı araç emekken diğer rakipleri karşısında kullandığı araçlar değişmektedir. Baba hiçbir şekilde müdahale edemediği ülke manzarasını elindeki kumanda ile değiştirmekte ve kendi gerçeğini yaratmaktadır. Uzaktan kumandanın icadı kumanda edilen televizyonun icadından daha önemlidir. Aslında baba kendisinin kumanda edildiği bir aracı kumanda ettiğini sanmakta, kendine benzerler arasında tercih imkanı sağlayan aletle beynini boşaltmaktadır. Televizyon anketine katılmakta, çünkü zaten sadece seyredilmesinin seyredene bir katılım hissi verdiği program anket için telefona ödenen bedelle bunu 'değer'li bir hale getirmektedir. Babanın burada futbol seyircisinden hiçbir farkı yoktur. Onikinci oyuncu hiçbir zaman gol atamaz, yapabileceği tek şey bağırmaktır. Baba televizyon seyretmek gibi edilgen bir etkinliği dönüştürdüğünü sanmaktadır. Coşku Hollandalı kızın sınırdışı ediliyor oluşunun değil katılmanın ya da katılım sanılan eylemin coşkusudur. Babanın fikrinin sonucu değiştirmeyeceğini bile bile - çünkü "bu ülkenin güvenlik ve yargı güçlerinin olduğunu" bilmektedir- oğluna telefon ettirmesi, hakim olamadığı, olamayacağı şeye karşı içi boşaltılmış bir özgürlük eylemidir. İşbölümüne uygun olarak düzenlenmiş bir mekanının içinde yine işbölümüne göre hareket ederek kendini mutfağa ve banyoya kapatan anne, aslında bu iki ıslak zeminde ağlayabileceği, ağlarken de rahatsız edilmeyeceği eyvanını aramaktadır. Özellikle mutfak annenin üstlenmiş, üstlenmek zorunda bırakılmış görevinin gerçekleştirilen mekanı olarak onun bir uzmanlık alanıdır. Anneye evin içindeki iktidar mücadelesi için araç olarak sadece üç beyazla yarattığı harikalar ve üç beyazla yarattığı ev düzeni kalmaktadır. Bu mücadelenin alanı da banyo ve mutfaktır. Farklı beyazlar arasında
seçim yapabilmek şansı bir özgürlük alanı olarak algılanmakta, anne kirlenen çamaşırları beyazlatarak tatmin olmaktadır. Bu onun için yeterli bir başarıdır. Gazetelerin kadın eklerinde de açıkça söylendiği gibi aslında insan küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenmiştir. İnsana kendini tatmin edebileceği araçlar gibi küçük başarı alanları da modern kültür tarafından verilmektedir. Aynı seyrettiği klipler kadar kısa süren ilişkileriyle mutlu olan kız gibi. Evin kızı, kente 'walkman'le direnmektedir. Kente, 'seninle istediğim zaman ilişki kurarım' meydan okuyuşuyla kendi özgürlüğünü yaşamaktadır. Kentteki sesleri duymayarak, herhangi bir toplumsal bir etki altında kalmıyor. Farklı noktalara bakarak, görüntüyü değiştirirken kendi kliplerini çektiğini sanmaktadır. Sanal ortamın hızlı çocuğu ortanca oğlumuz ise maskesini istediği gibi değiştirmekte bazen kendisi olmakta ama bunun riskini hiçbir şekilde yaşamamaktadır. Henüz hiçbir iktidar tarafından denetim altına alınmamış olan bu sanal dünyada istediğini söyleyebilmekte ve hiçbir sorumluluk yüklenmemektedir. Onu ekran başına bağlayan bu sorumsuzluk hissi, bağsızlıktır. Aynı yanılsamayı kardeşi de yaşamakta, gaz pedalıyla akıp giden görüntülerin hızını denetlerken hakim olduğu aracın yerine geçerek nesneleşmektir. Özgürlük hissini yaşamak için kullanılan bütün araçlar aslında amaçlarından sapıyor. Televizyon, beyaz eşyalar, walkman, bilgisayar ve otomobil kullananına değerinden çok daha farklı bir doyum sağlıyor. Seçebilme, yönetebilme, yönlendirebilme bir özgürlük olarak algılanıyor. Bireyin bu kişisel doyumla yetinir hale gelmesinin sonucu, kamusal alanın sonsuza kadar asıl sivil sahiplerinde değil, amacından sapan bir devlet imgesinin elinde kalmasına neden oluyor. Tocqueville'ın "Yumuşak Despotluk" dediği şey budur. "İnsanları kendi içine kapalı bireyler dönüşmüş bir toplumda çok az kişi özyönetim faaliyetine katılmak isteyecektir. Yönetim özel yaşamın doyurucu olması için gerekli araçları ürettiği ve paylaştırdığı sürece herkes evde oturup özel yaşamın keyfini çıkarmayı yeğler." ( Tocqueville, Dela Démocratie'den aktaran Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, Ayrıntı Yay, İstanbul, 1995, s. 16) Teknik ilerlemenin kişisel doyumlara yönlendirilmesi kamusal diye adlandıran alandan bireyi uzaklaştırıyor. Bütün bunlar özel yaşamların da kamusal olana müdahalesinin kapısını açıyor böylece. Ülkenin büyük gazeteleri birden bire sözbirliği etmişçesine Viva, Gala, Pasha çığlıkları atıyor. Memleket Pazar günleri bir özel yaşamlar panayırının Galasında, Şamdanlarla dolu masalarda oturanların Viva Pasha! şarkılarıyla yankılanıyor. Bu Türkiye için yeni bir şey değildir. Şaşırtıcı olan Nurdan Gürbilek'in 1980'lerden sonrası için yaptığı saptamanın bizi bugüne dair şüpheye düşürmesidir. "80'lerdeki bu kaymanın- ilginin kamusal olandan özel olana kaymasının- zorunlu bir tarafı var: Her baskı dönemi, sokağa, işyerine, siyasi örgüte uygulanan her baskı, insanları ister istemez "iç"e kapanmaya; eve, kişiselliğe, yalnızlığa çekilmeye zorlar. Ama 80'lerin farkı da burada: Bu dönem damgasını vuran, bu bir tür içe kapanma, bir tür geri çekilme- mahremiyete ya da şahsi olana çekilme- değildi. Tersine bir patlamaydı." ( Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, Metis Yay, İstanbul, 1993, s.54) Şüphe edilen 80'lerdeki kadar yoğun bir baskının şimdi olup olmadığıdır. Olmadıysa, günümüzün 80'lerden farkı, yaşadığımız özel olana ilgi patlamasının herhangi bir baskı karşısında gerçekleşmemesidir. Bu, kendini açıkça belli eden bir depolitizasyon değil farkında bile olmadığımız bir siyasal yabancılaşmadır. Kamusal olanın özel yaşamla belirlenmesi özgürlük ve birey ilişkisini dönüştürüyor, içini boşaltıyor. Her birey kendi özel yaşamında kurduğu dünyasında özgürlüğünü yaşıyor. Ben kendi payıma tek başıma yaşadığım bir adadaki özgürlüğe kent yaşamının tutsaklığını tercih ediyorum. Cangızbay açıklıyor bunu. "İnsan hürriyeti pozitif yani boşluk üzerine bir şeyler vaz'eden bir hürriyet olmayıp, yürürlükte bulunan belirleyicilikler hiyerarşisini değişikliğe uğratmak şeklinde varlık kazanır. Bu, insanın şu ya da bu belirleyiciliğin etkisini geriletmesi suretiyle kazanılır" (Kadir Cangızbay, Sosyolojiler Değil Sosyoloji, Öteki Yay, 1996, Ankara, s.47).Ne kadar birey varsa o kadar hukukun olduğu bir dünyada özgürlükten bahsetmenin yanlış olduğunu kabul etmek gerekir.Kızı, ortanca ve küçük oğlanları düşünelim. Karşılarında bağ kurdukları bir otorite yoktur. Müthiş bir kayıtsızlık içerisindedirler. En küçük oğlanın tahayyülünde devlet
trafik polisi olabilir sadece. Nefret bile edilmeyen, farkında olunmadığı için nefret edilmeyen dersek daha doÄŸru olacak bir "belirleyicilikler hiyerarÅŸisi" karşısında bu çocukların kendi özgürlüklerini yaratabilmeleri imkansızdır. Kendilerinin özgürlük diye tanımladıkları duygu narsizmin onlara verdiÄŸi serbestlik duygusudur: zevkler ve deÄŸerler tartışılamaz. Walkmeni kullanarak kentle iliÅŸkisini kesen, kestiÄŸini sanan kızımızın uzun yıllar evlenmeme tercihini kendini gerçekleÅŸtirmek amacıyla açıklaması bireyin kendi içine çekiliÅŸinin kanıtıdır. Artık bir baÄŸ üretilmesi olanaklı bütün beraberliklerden kaçılacaktır. Charles Taylor bunun hiç de yeni bir ÅŸey olmadığını, yeni olanının bu kendini gerçekleÅŸtirme teranesinin insanlara dayatılması olduÄŸunu söylüyor. ( aynı kitap, s.22) Aktüelin Temposuna fazlasıyla uymuÅŸ haber dergilerinden birinde sere serpe fotoÄŸraflanan bir manken iki evli bir evlilikten bahsediyor, bunu bir özgürlük olarak algılıyor, çiftlerin birbirlerinin benliklerine saygısı olarak algılatıyordu. Ä°nternet fatihi oÄŸlanın da chat yaptığı Alman kadının sadece yüzüyle deÄŸil, belden aÅŸağısı ile ilgilenmesi sereserpe manken fotoÄŸraflarının dayattığı bir güzellik anlayışının ürünüdür. Burada bireylere tutsaklık, yaÅŸasın cemaat iliÅŸkileri gibi sloganlar atmak istemiyorum. Ancak bizi odalarımıza hapseden günümüz koÅŸulları karşısında özgürleÅŸmek için dayanışmanın gerekli olduÄŸuna inanıyorum. Bugünün belirleyici olan koÅŸulları bizi benimize hapsediyorsa özgürlüğün tek yolu da dayanışmadan geçiyor demektir.Bu dayanışmanın ne tür baÄŸlarla gerçekleÅŸeceÄŸini belirlemekte yarar var. Bugüne kadar varolan örgüt pratikleri gösteriyor ki insanların baÅŸka bir güç tarafından belirlenen bir üst-kimlikte buluÅŸabilmesinin bedeli insanın atomize hale gelmesiyle ödendi. Ä°ktidar sahibi, parti ya da devlet farketmiyor her insanın kendini tanımlama koordinatlarını ortadan kaldırırken ona kendi tanımlamasına uygun bir ÅŸablon veriyor. Bugün vatan-bayrak- sakarya sosyalizminin, zaten baÅŸka bir iktidar tarafından atomize edilmiÅŸ bireye sunduÄŸu koordinatlar, ben'i hakkında fazlasıyla duyarlı hale gelmiÅŸ bireyi örgütten uzaklaÅŸtırıyor. Bu uzaklaÅŸtırma elbette somut deÄŸildir. VatandaÅŸlığın devletin verdiÄŸi nufüs kağıdıyla gerçekleÅŸebildiÄŸini kim söyleyebilir ki?DoÄŸal olana hakim olmak için kullanılan örgütler de giderek amaçlarında saparak, hakim olunması gereken doÄŸaya uyuyorlarmış gibi görünüyor, yani büyüyorlar, bu büyüme sayısal olarak gerçekleÅŸmiyor olabilir, küçülen devletlerden bahsediliyor olabilir, bahsettiÄŸim büyüme örgüt imgesinin büyümesidir. "Kavga sürer, partiler büyür." Ancak bütün bu olumsuzluklar bizi örgütlerden baÅŸka bir alternatife götüremiyor. "Ä°ki"nin olduÄŸu yerde "bir"ler özgürlük için kurallara ihtiyaç duyuyorlar. Adorno "Birey ve Örgütlenme" baÅŸlıklı yazısında, iÅŸbirliÄŸinin artık bir zorunluluk olduÄŸunu, bireyselliÄŸin gitgide özel hayatımızla kısıtlandığı uyarısını yaptıktan sonra yönetilen dünyada bir umut varsa bunun dolayımlarda ve aracılarda deÄŸil, uç mevzilerde olduÄŸunu söylerken aklımızı karıştırıyor. (Theodor W. Adorno, EleÅŸtiri Toplum Ãœzerine Yazılar, Belge Yay, Ä°stanbul, 1990, s.105) Karışan aklımızı durulaÅŸtıralım öyleyse: Marksizm Hıristiyanlık dininin ritüellerinden oldukça etkilenmiÅŸtir, devrim devrimci tarafından bir Mesih gibi algılanır. (Charles Taylor, Yeni Düşün Adamları, Byraan Magee, ÇaÄŸdaÅŸ Felsefeyi Yaratanlardan Kimileriyle SöyleÅŸiler, MEB, Ä°stanbul, 1979, s.57 ) Kurtarıcı gelecek, devrim olacak, insanın insana hakimiyeti sona erecektir. Ancak adına devrim denilen iktidar deÄŸiÅŸiminden sonra bu ütopyanın gerçekleÅŸtiÄŸini söylemek güçtür. Lenin 17 Ekim Devrimi'nden sonra 7 Kasım sabahı Rusya vatandaÅŸlarına diye baÅŸlayan bildirisini "YaÅŸasın işçi, asker ve köylülerin" devrimi diye tamamlamıştır. ( R. Page Arnot, Dünyayı Sarsan On gün, AÄŸaoÄŸlu Yay, Ä°stanbul, 1967'den aktaran Uygur KocabaÅŸoÄŸlu, Metin Berge, BolÅŸevik Ä°htilali ve Osmanlılar, Kebikeç Yay, Ankara, 1994, s.86) Devrim askerlerin de devrimidir. Bana göre Adorno'nun bahsettiÄŸi dolayımlar ve aracılar devirilecek olanın etine ve kemiÄŸine bürünenlerdir. Kendini oluÅŸturan özneleri ezerek onları tamamıyla birer nesne haline dönüştüren devlet yapılarının küçük taklitleri olan örgütlenmeler, Ulus-devlete karşı onun tanımlarından beslenerek oluÅŸturulan bir üst-kimlikle muhalefet edemezler. Bu, baÅŸka bir "belirleyicilikler hiyerarÅŸisi" kurmaktır, bu tehlikeden arınmanın yolu da tanımadan geçer. Ä°ktidarla birey arasında aracı olan örgütler, partiler bireyi bir baÅŸka örgüte taşımaktadırlar. Amacı, aracı olmanın dışında, kendini gerçekleÅŸtiren bireylerin kimliklerini ve kültürlerini tanımak olan bir beraberlik, içinde özgürlüğü barındırabilir. Dayanışma "bir"lik deÄŸil beraberliktir ve yaÅŸamın bütün alanlarını kapsar. Araç deÄŸil amaç olduÄŸu sürece "Mesih"'in gelmesi, "cennet"in gerçekleÅŸmesi mümkündür. Artık uykularımız tank paletlerinin sesleriyle bölünmeyecek, bunu bilmemiz, uÄŸrunda ölünmeden de ölümsüz bir dünyanın yaratılabileceÄŸini gösteriyor bize. Elektrikler kesildiÄŸinde bütün aile evde tek bir mum olduÄŸu için aynı odada toplanmak zorunda kalır. Ortanca oÄŸlan ablasının göğüslerinin ne kadar büyük olduÄŸunu düşünürken kızı babasının yüzündeki çizgileri farkeder. Elektrikler geldiÄŸinde kimsenin cevaplamadığı tek bir soru vardır. Hala yanan mumu kim söndürecektir? Hakan KAYNAR - 21 Åžubat 2000, Pazartesi Â
button