Güncelleme Tarihi:
Atlas Dergisi, ‘‘99 İstanbul Özel Sayısı’’nın yabancı yazarlar tarafından hazırlanmasını düşünerek, 1998 yılında dünyanın ayrı köşelerinden yedi yazarı İstanbul'a davet etti. Bu yıl içinde çeşitli zamanlarda kentimize gelen yazarlar, izlenimlerini yazıya döktüler ve böylece ortaya çok ilginç bir toplam çıktı. Umberto Eco, Egi Volterrani, Takis Theodoropoulos, Pascale Roze, Predrag Matvejevic, Jeanne Baudrillard ve Alberto Manguel'in imzalarıyla yayımlanan Özel Sayı'nın editörlüğünü ise yazar Nedim Gürsel gerçekleştirdi.
İstanbul'un ilkel sahnesi
Atlas Dergisi'nin ‘‘İstanbul '99’’ özel sayısındaki konuk yazarlardan biri de, kitapları dilimizde de yayımlanan Fransız düşünür Jean Baudrillard. Baudrillard yazısında, tarihin derinliklerinde yatan nesnelerin semiyolojisini araştırıyor. Bu ilginç yazıyı kısaltarak yayımlıyoruz.
Bir kentten söz etmek hep zordur. Eğer orada doğduysanız, size çok yakındır. Kötülüklerini, çok bilinen yönlerini, aptallığını, dilini paylaşırsınız. Başka bir yerden geldiyseniz, sizin gözünüzde, ne olduğu tam da anlaşılamayan bir nesne olma özelliğini daima korur. Özellikle İstanbul gibi zamanın derinlerinden çıkıp geliyorsa...
Her kentin kendi fenomenolojisi olduğu gibi, kökeni ile hiç karıştırılmaması gereken bir de ‘‘ilkel sahnesi’’ vardır. Bu anlamda, New York'un ilkel sahnesi modernliktir ve kentin kendisi de modernliğin sahnesidir. İstanbul'un ilkel sahnesinin ne olduğunu uzun süre kendi kendime sordum. Olasılığı en güçlü, karşısında yüzeysel ve folklorik anıların silindiği sahne neydi?
Şimdi bu sahnenin yeraltı dünyası, dehliz, boşluk ve derinlerdeki tapınaktan oluştuğu düşüncesindeyim. Buna karşın, İstanbul'da ilk önce çekici gelen çoşku, karmaşa, yoğun yüzeysellik olsa da, (bu kentten) geride kalan; zamanın derinliklerinde gömülü olanlar, dönemlerin, imparatorlukların tortuları, emperyal ve ölüme dair gölgelerden oluşan uçsuz bucaksız bir depo - bir kentin binlerce yıl sonra canlanan tüm geçmişi.
Güçler tektoniği
Bütün yapılar içinde en inanılmazı olanı ele alalım: Ayasofya. Burası bir yeraltı mekânı. İçerdeki ışık bir yeraltı mezarlığını çağrıştırıyor gibi. Tüm Roma mimarisinde olduğu gibi, yukarı doğru bir yükseliş, yükselen bir aşamadan çok aşağa doğru bir aşma, dehlizleri ve gizli ayinleri çağrıştıran bir aşmaya dayanıyor. Bir cennet ya da mutlu amaç isteği uyandırmaktan çok bir dehliz ve eskilerden gelen bir gizem ortamı duygusu yaratıyor. Altına, mücevherlere, ikonalara duyulan bağlılık, ışıltısını renginden ya da gün ışığından alan altına değil, derinlerden gelen metalik bir pırıltı içinde kendi başına parlayan bir tür altına bağlılık gibi... Altın, daima, imparatorlukların dekorasyon malzemesi ve bir tarihsel gerçeklik olmaktan çok, bir efsane sahnesi olarak imparatorluğun amblemi oldu. İmparatorluğun kendisi de tarih öncesine ait bir ilkel sahne aslında.
Ayasofya'nın dikey dehlizlerinin hemen yanında, yerin kırk ayak altında, gerçek bir dehliz olan ve kaçınılmaz olarak Kordoba Camii'ni çağrıştıran Yerebatan Sarnıcı yer alıyor. Tüm metropolün altına dal budak salan yeraltı sularının toplandığı bu yaşamsal sarnıçta aynı mimari orman, aynı imgesiz dinsel mekân duygusu var. Çeşmelerde yeryüzüne çıkan bu gizli su kitlesi, yalnızca bir ölüm ve dirim sorunu değil, büyülü bir düzenek aynı zamanda. Deniz seviyesinin altındaki bu taşlaşmış mimarinin derinliklerinde, taşlaşmış bir bilinçaltının çehresi olarak, bir büyülenme alegorisi, mineral saçlarıyla kıpırtısız bir korku kaynağı olan ters dönmüş bir Gorgon başı ile karşılaşmak şaşırtıcı olmuyor. Ama canlı kaynaklardan beslenen akarsuyun (Boğaz'ı kastediyor.Ç.N.) kollarından Avrupa yakasındaki tatlı sulara dek İstanbul'un her yerinde su kutsal ve eli açık. (...)
Yığınla düş dolanıyor
Boğaziçi: İki deniz ve iki kıtanın birleştirme çizgisi ve aynı zamanda da uygarlıklar, dinler, halklar ve imparatorlukların tektonik tabakalar gibi birbirinin üstüne bastığı bir fay hattı... Eskiden, Roma İmparatorluğu, Asya'nın üstüne basarak kuruldu. Daha sonra Avrupa'nın üstüne çıkıp tekrar geri çekildi. Bugün Avrupa'dan gelen modernlik, imparatorluğu Asya kıtasına doğru taşıyor. Hepsinde köprü başı rolünü İstanbul oynuyor. Bu güçler tektoniğinde son söz henüz söylenmiş değil. Zira, en son gelen İslam'ın ilerleyişi burada ve tüm Balkanlar'da Batı dünyasına gelip dayanmış durumda.
Bütün bu yeraltı etki ve güçleri görünürde birbirinin üstüne bassa da derinde hiçbiri diğeriyle karışmıyor. Üsküdar Camii'nde secde eden Müslümanlar namazdan doğrulur doğrulmaz, içlerinden yarısının cep telefonlarına sarıldığını görünce, ritüellerin ve dinsel davranışların modernliğin refleksleriyle gayet iyi bağdaşabildiği düşünülebilir. Gerçekte hiç de öyle değil. Batı dünyasında, özellikle Amerika'da, bu zihni ilkesizleşme dünyasında, düşünceler, gerçekten karışıyorlar. Dünyadaki tüm büyük kentlerin amblemi olan bu kozmopolit açılım, moderliğin de özü. Burada ise benzeşik olmayan öğeler, ortak bir erek çevresinde toplanmadan yanyana geliyor (ya da birbirinin üstüne basıyor) ama karışmıyorlar. Kentin tümü modernlikle, modernliğe kafa tutuş (modernlik işaretlerinin sergilendiği oyun da dahil) arasındaki bir çatışmaya sahne oluyor. Bu çatışmanın, belki çözümü de yok.
Peki ‘‘kesinlikle modern’’ batılı ülkelerimizde taşların yerine oturduğunu söyleyebilir miyiz?
İstanbul gerçek anlamıyla var mı? Bir kenti görürken düşü de kuruluyorsa, tarihsel derinliğini duyumsatıyor, birçok kez kaybolduğu duygusunu yaratıyorsa, yine de hâlâ var mıdır? Tepelerin, ırmağın kollarının arasında yığınla düş dolanıyor. (...)
Yokluğunda kenti düşleyen yalnız biz değiliz. Kentin kendisi de, uyanık halde, sokaklarında, kahvelerinde, bahçelerinde geçmişinin düşünü kuruyor. Pera Palas'ta, otelin soluk kadifelerinde, koridordan koridora seyirterek kendi bozulmasının düşünü kuruyor. Eskiden saraylardaki gösteriş, daha sonra büyük otellerin lüksü, bugün ise onarılmaz biçimlerde bayağılığa düşüşün tanığı bir konfor. Ama kent, başını alıp giden trafik ve tozun (bu, Bizans Hipodromu'ndaki şövalye yarışlarının değil, molozun ve asfaltın kasıp kavurduğu bir dünyanın tozu) ortasında, Anadolu tarlalarından gelen yeni barbarların baskısı altında, ağır başlı, kendi yasını tutuyor... Kendi kentlerinde göçmen olan bu sonuncular tepelerin üzerinden (geçen) bir köprü kurup Altın Boynuz'u (Bereket Boynuzu'nu) günün birinde zorlayabilecekler mi?
Neyse ki ırmak, yavaşlığını, ikonolara benzeyen büyük gemileriyle sessizliğini her yana dayatıyor. Neyse ki kent, dört bir yandan hırpalanmış da olsa, sessizlik alanlarını koruyor. (...)
Binbir Gece Masalları'ndaki gibi şafak sökünce cezalandırılmamak için bir masal uydurmalıyım.
Sahiden büyülü bir kent özünü, gökyüzünü, tarihini, karakteristik çizgilerini ve anlamını pekçok başka kentle paylaşıyor. Onlarla belirli hasımlıkları var. Onu bir dünya kenti yapan da bir zamanlar dünyanın merkezi olması değil, bu zaten. Roma ile yedi tepe topolojisi ve kalıntılar arkeolojisini paylaşıyor. (Ama Roma çok fazla Hrıstiyan, çok fazla kilise birliğine dayalı.) Lizbon ile sınırsız ırmağı, iki kıyının büyüsünü ve halk kahvelerini, pencereleri ve çamaşırları, dar sokaklar ve köşebaşlarını paylaşıyor. (Ama Lizbon'un imparatorluğu ötelerde, denizler ötesindeydi. Kentin kendisi bu emperyal büyüklüğe hiç sahip olamadı. Lizbon rüzgâra açık, denize dönük bir açık kent.) İstanbul'un içinden geçen dünya alışverişi, bir tür sisli sonsuzluk içinde yüzüyor adeta. Rabat ve Marakeş ile sur içi mahalleleri, kapalı pazarı, inceliği, Osmanlı kültürünün soylu düşkünlüğünü paylaşıyor. Tabii Venedik'le de suları, kanalları, mozaikleri, kıskançlığı ve birkaç yüzyıllık suç ortağı egemenliği paylaşıyor. (Ancak Venedik tüccar bir kent, derinliksiz bir lagün, kan ve özveriyi hiç tanımamış imparatorluğu ile pırıltılı ve yüzeysel.) Hatta gerçek olmayan bir sömürge imparatorluğunun merkezi olan takımada kent Rio ile de ikiz bazı anıştırmaları olabilir. Nesnel bir rastlantı sonucu tüm bu kentleri iki ay içinde peşpeşe dolaşan biri olarak, bu karşılaştırmalı bakış açısının tümüyle alegorik olduğuna inanıyorum. Yine de, bu kentler arasında, İstanbul...