Türk resminde soyutun öncülerinden sayılan Ferruh Başağa, yaşayan en yaşlı birkaç ressamımızdan biri. Geçtiğimiz ay 90'ına ve 67'nci sanat yılına girdi ve de 76'ncı kişisel, ikinci retrospektif sergisini, bu hafta İstanbul İş Sanat Kültür Merkezi Kibele Sanat Galerisi'nde açtı. 11 Nisan'a kadar gezilebilecek olan sergide 100 kadar eserini görebilir; Başağa'nın hayatını ve sanatını baştan sona izleyebilirsiniz. Tabii bu sergi için yaptığı 23 yeni resmi de... Kolay değil, onun hikayesi 1. Dünya Savaşı atmosferinde İstanbul'da başlıyor. Sırp Krallığı'nın baskısı altında şekilleniyor, Cumhuriyet Türkiyesi'nin ilk yıllarında İstanbul'da devam ediyor. Uçak fabrikasından Akademi ortamına sıçrayan bu hikayede, daha sonra ise sanatta farklı anlayışlar, polemikler, engellemeler geliyor. Resmin beş liraya satılmadığı yıllardan bugünün resim piyasasındaki bin dolarlara uzanan çizgide Başağa'nın pek çok ilki var; az sözü, bol işi. Bu sergide de öyle. Hepsinden bir parça bulacaksınız. Yalnız, 1950'lerde Heybeliada'da Deniz Harp Okulu'nun 30 metrelik duvarına aylarca uğraşarak yaptığı ve Preveze Savaşı'nı anlatan 210 metrekarelik mozaikten sahiden 'bir parça' bulacaksınız. Çünkü o mozaik geçen yıl buldozerlerle parçalandı. Torununun kurtarabildiği küçük bir parçasıyla yetinmek zorundasınız...1 Şubat 1914 günü, İstanbul Fatih'te doğduğunda, 1. Dünya Savaşı'nın eli kulağındadır. O savaştır, babasını yıllarca kendisinden koparacak olan. Hukuk eğitimi görmüş babası Aziz Bey savaşa katılmış, ondan bir daha
haber alınamamıştır. Meclis-i Mebusan'ın Bosna mebusu Fehim Efendi'nin kızı olan annesi Emine Hanım, babadan kalma topraklara sahip çıkmak için oğluyla birlikte Bosna'ya göçer. Sarajevo Teknik Okulu'nun elektromekanik bölümünü bitiren (1934) Ferruh Başağa, bir dönem uçak fabrikasında çalışır. Ancak 1935'te İstanbul'a döndüğünde kavuşacaktır babasına. Trablusşam'da İngilizlere esir düşen Aziz Bey, ancak yedi yıl sonra memleketine dönebilmiştir. Başağa bir mektup yazar, Sirkeci'de buluşmaya karar verirler. Buluşma günü garda beklemeye başlar. Tren gelir, herkes iner ancak babasını tanıyamaz. Babası da onu. Sonunda kalabalık dağılır, peronda iki kişi kalır. O ve babası. Böyle kavuşurlar.BİNAYI BEĞENDİ KAYDOLDUİkinci evliliğini yapan annesini Bosna'da bırakıp İstanbul'da yaşamaya karar verir. Nuri Demirağ'ın
Beşiktaş'ta bulunan uçak fabrikasına girer. İşi planör dizayn etmektir. Ancak bir yıla yakın süre çalıştığı bu işten, Avni Arbaş'ın dayısının fabrikada yapılan bir uçakla Eskişehir'de düşüp ölmesi sonucu ayrılır. Yani Arbaş'la bağlantısı resim nedeniyle değildir henüz. Resim serüveni, Beşiktaş'ta çalışırken her gün önünden geçtiği ve çok beğendiği binanın ne olduğunu sormasıyla başlar. Bina, Güzel Sanatlar Akademisi'dir; 1935'te kaydolur. Önce Nazmi Ziya ve Zeki Kocamemi atölyelerinde desen, renk, kompozisyon dersleri alır. Fransa'dan ressam Leopold Levy gelince onun atölyesine geçer. İşte o zaman başlar Avni Arbaş'la birlikte, sonraları Türk Resim Tarihi'ne geçecek olan Mümtaz Yener, Kemal Sönmezler, Zeki Faik İzer, Fethi Karakaş, Turgut Atalay, Nuri İyem, Selim Turan gibi sanatçılarla dostlukları. O yıllarda Akademi'den birincilikle mezun olanları Avrupa'ya gönderirler; ama heyhat, savaşlar bir türlü bırakmaz yakasını. Bu kez 2'ncisi engel olur bu eğitime. 34 ay kesintisiz askerlik yapar. Dönüşünde, akademide yüksek bölümler açıldığı için, yeniden kayıt olup 1947'de bir diploma daha alır. YENİLER'İN DOĞUŞU1935-40 yılları arasında okulda sürdürülen dostluklar, Yeniler Grubu'nun doğmasına neden olur. Ünlü ressamların yılda bir-iki resim yaptığı, Devlet Resim Heykel Sergisi dışında pek serginin açılmadığı o günlerde mezuniyet sergileri çok ilgi görmüş, onlar da yine okulu merkezleri kabul ederek birlikte çalışmaya devam kararı almışlardır. Her ne kadar ilk sergide Başağa askerdeyse de Yeniler Grubu mensubudur. Onlar sanatla toplumu yakınlaştırmak, kendilerine sordukları ‘‘resim nedir, ne için yapılır, sadece evi süslemek için mi’’ sorularını toplumla paylaşmak isteyenlerdir. Daha çok natürmort, peysaj, portre yapılan o yıllara göre çok değişik sayılabilecek bir işe imza atarlar: Fındıklı'daki Akademi'den Haliç'teki
Atatürk Köprüsü'ne kadar olan kıyıdaki balıkçıları, demirdökümcüleri, marangozları, çadırcıları, ayakkabı boyacılarını resmederler. BeyoÄŸlu'nda bir sergi açıp, üstüne bir de bu insanları açılışa davet ederler. Ee bu yenidir, adları Yeniler'e çıkar.Ancak tepki de çekerler; özellikle D Grubu diye adlandırılan ressamlar, Akademi'de etkili olan bir önceki kuÅŸak tarafından. Bazı sergilerden resimler çıkartılır, bu kuÅŸak uzun süre Akademi'ye hoca yapılmaz, yani birçok yönden cezalandırılır. Ancak, Yeniler'in ardından ‘‘Tavanarası Ressamları’’ gelir: BaÅŸaÄŸa'nın da giriÅŸimcilerinden biri olduÄŸu atölye, BeyoÄŸlu Asmalımescit'te bir çatı katında 1947'de açılır. Bu, cumhuriyet döneminde akademi dışında sanat eÄŸitimi veren ilk özel atölyedir. Buradan Ömer Uluç'tan Atıf Yılmaz Batıbeki'ye çok sanatçı yetiÅŸir. Tavanarası, o dönem sanatçıların bir araya gelip Türkiye'yi, dünyayı, sanatı, dolayısıyla polemikleri tartıştığı yerlerden biridir. Çiçek Pasajı, Adalet Cimcoz'un Maya Galerisi, Bedri Rahmi EyüboÄŸlu'nun atölyesi, Aliye Berger'in evi gibi... ‘‘Öyle bir dönemde yaÅŸadım ki Türkiye'nin en ileri sanatçılarıyla beraber oldum’’ der BaÅŸaÄŸa. Orhan Veli yakın arkadaşıdır, Avni ArbaÅŸ, Nuri Ä°yem, Sabri Berkel, Bedri Rahmi, dostları ve meslektaÅŸları, Melih Cevdet arkadaşı ve komÅŸusu, -hatta Mikado'nun Çöpleri'ni ilk yazdığında ona ve ailesine okurken, masadan kalkıp yiyecek ve içki almaya gitti diye çok azarlamıştır- Sait Faik sık sık sohbet ettiÄŸi bir sanatçıdır. O dönem ‘‘resimden para kazanmak’’ gibi bir kavram olmadığı için henüz, BaÅŸbakanlık Basın Yayın Genel Müdürlüğü'nde memurluk yapar BaÅŸaÄŸa. BeÅŸ liraya bile satamazlar tablolarını. Bugün resimleri milyarlarca liraya alıcı bulan Nazmi Ziya'nın 1937'deki bir sergisini hatırlar. 300 resimden birini bile satamamıştır. Resimler satılsa bile satmak, satın almak gibi sözcüklerin pek kullanılmadığını da hatırlar. ÖrneÄŸi de ÅŸudur: Sergisini gezen bir çift, dört resim beÄŸenir. Kadın yanına gelip ‘‘Bunları bana hediye eder misiniz?’’ diye sorar. BaÅŸaÄŸa bakar, öyle resimden anlamayan ya da hediye isteyecek tipler deÄŸildirler. ‘‘Olur’’ der. Ertesi gün verilen adrese resimleri gönderir. Resimleri götüren kiÅŸi, parayla geri döner.1949'dan sonra böyle ufak ufak satışlar olmaya baÅŸlamıştır, ama yine de geçim saÄŸlayacak düzeyde deÄŸil. O dönem çoÄŸu ressam, bir yıllık parasını Ä°zmir Fuarı'na ‘‘dekorasyon iÅŸi’’ne giderek saÄŸlar. Sergilerse ‘‘resim heyecanı’’yla açılır; hatta bu heyecan bazen karışıklıklara yolaçar. Hem kendi portresi, hem de armut resminin olduÄŸu bir sergisinde, bu heyecandan olsa gerek, ‘‘resimaltlarını’’ karıştırır; otoportrenin altında ‘‘Armut’’, armutların altında da Ferruh BaÅŸaÄŸa yazar. Bunu ilk fark eden ve en çok gülen Sabri Berkel olacaktır, ama heyecan öyle tatlıdır ki, sergi boyunca altyazıları düzeltmezler.SOYUT RESMÄ°N DUAYENÄ°1950'lerde mozaiÄŸe, '60'lardan sonra da vitraya, bir ara heykele merak saran BaÅŸaÄŸa, bu tarihlerde yöneldiÄŸi soyut resmi hálá sürdürür. Soyutta karar kılmasının nedeni, bir sanatçının doÄŸadan faydalanmakla birlikte, resme düşüncesini de katması gerektiÄŸine inanmasındandır. AraÅŸtırmaları onu çağımızın, soyut dinamizmine uygun düştüğü düşüncesine götürmüştür. Nazmi Ziya'dan renkte ÅŸiirsel bir incelik aramayı, Levy'den renk uyumunu, Kocamemi'den resmin inÅŸasını öğrenmiÅŸ, 1948'den baÅŸlayarak Türk resminde geliÅŸen bir tavrın ifadesi olan soyut resimdeki yerini almıştır. Soyut çağımızın resmidir ona göre.Ä°lk zamanlarda çok tartışılır bunlar tabii. 1952 tarihli bir yazısında Sabahattin EyüboÄŸlu şöyle der: ‘‘... ressamın çıplak vücuda, manzaraya veya elma armuda baÅŸvurmadan da kendini anlatabileceÄŸine inandığını açıkça söylemiÅŸ. Dileyen böyle bir resmi herkesin yapabileceÄŸini, absrtait, non-figüratif, non-objektif denen sanatın çıkmaz bir Paris yolu olduÄŸunu söyleyebilir: Vur fakat dinle. Ne diyor BaÅŸaÄŸa? Bu resimlerin manası ne? Bu resimlerin manası kendileri.’’ Ahmet Hamdi Tanpınar ise onun resimlerine bakıp, ‘‘Burada artık ne güneÅŸli, yaÄŸmurlu canım dünya, ne gülümseyen bir kadın yüzü, ne balık, ne elma var’’ der. Hiçbir ÅŸeyin resmi olmayan resimlerdir bunlar. Atom çiçekleri diyeceÄŸi gelir insanın. Birbirini cetvelle çizip kesen renkler. ‘‘BaÅŸaÄŸa resimle bir baÅŸka ÅŸey söylemek için resim yapmıyor. Bu yeni yola giren bütün ressamlar gibi kendi kendine yeten ve herkesçe baÅŸka baÅŸka ÅŸeyler düşündürecek kaçamaksız, katıksız renk binaları kuruyor. Manzara resmi yapmayı bilmez mi? Daniskasını bilir ama yapmıyor iÅŸte.’’İşte böyle tanınır Ferruh BaÅŸaÄŸa: Modalara kapılmayan, çalışmaları soyut resmin iyi örnekleri arasında sayılan bir duayen. ‘‘Dekoratif’’ sözcüğü kullanılır resimleri için. En çok bilinenler, yumuÅŸak bir geometrik anlayış içinde birbirini kesen uyumlu renk çizgileridir. Akdeniz kültürü de önemli bir esin kaynağıdır. Tuvaline Ege uygarlığının düşün akımları, sanat, matematik, geometri ve tarihin birlikteliÄŸinden doÄŸan renkler yansır. Yurt içinde ve dışında 75 kiÅŸisel sergi, 20'den fazla uluslararası etkinlik, Yeni Delhi'den Münih'e, Paris'ten New York 'a dünya müze ve koleksiyonlarına giren eserler yanında en önemli etkinlik alanlarından biri de mimariyle bütünleÅŸen büyük boyutlu panolarıdır. Okul, hastane, meclis, banka, pek çok yeri 300 metrekare vitrayı, 400 metrekare mozaiÄŸi süsler. Türkiye'de resmin geliÅŸmesi için duvar resimlerinin önemli olduÄŸunu düşünenlerdendir ya, en sevdiÄŸi ÅŸeydir iÅŸte bu; yaptığı çalışmalar ‘‘herkes’’in rahatça görebileceÄŸi yerdedir. Bunlardan birini Meclis'in ağırlama salonunun tavanına yerleÅŸtirdiÄŸi gün, mühendis çaycıya sorar: ‘‘Sen ne ışık yaktın bugün, her yer aydınlık?’’ Çaycının cevabı, BaÅŸaÄŸa'nın yaptığını kısaca anlatır: ‘‘Ben ışık yakmadım ama bu bey yukarılara bir ÅŸeyler koydu.’’Â
button