Güncelleme Tarihi:
Devlet Sanatçısı Ayten Gökçer ilk rejisi olan Balerin'i ‘‘otizmi gölgeden güneşe çıkartmak için’’ seçtiğini söylüyor. Balerin'in kendisine insanların unutmaya başladığı duyguları, sevgiyi ve sabrı hatırlattığını belirtirken, bu eserle herkesi sevgiye dönmeye çağırıyor.
‘‘Eski bir balerindir Edith. Kızı Malin'i tedavi gördüğü klinikten kaçırır ve onunla birlikte dağ evinde yaşamaya başlar. Aradan geçen on yıl boyunca eski eşi Birger'in yalvarışlarına aldırmaz ve kızını tüm psikiyatristlerden uzak tutar. Bale hareketlerine dayanan bir dil geliştirerek Malin ile iletişim kurmayı başarır. Fakat beklenmedik bir olay Edith'in, eski eşi Birger, oğlu Audun ve dostlarından kızıyla birlikte yaşamaya devam etmeleri için yardım istemesine neden olur. Çünkü Edith sağır olmaktadır. Ancak artık, hiç kimsenin paylaşmak istemediği bir dünyada sadece Malin'le başbaşa kalmış olduğunun farkına varır.’’
Doğuştan özürlü bir kız (Malin), başlangıçta bu durumu kabullenip kabullenmeme ikilemini yaşayan ve bu ikilem yüzünden psikolojik tedavi gören, hatta aynı nedenle eşini, oğlunu kaybeden anne (Edith) ve yabancısı olduğumuz bir dünya; otistiklerin dünyası.
ÖZEL ÖZÜRLÜLER
Onların kimseyi kabul etmek istemedikleri dünyalarına beyazperdede ‘‘Yağmur Adam’’la girdik. Telefon fihristindeki telefon numaralarını birkaç dakika içinde ezberlemesiyle hepimizi çekmişti dünyasına Yağmur Adam. Ardından çevremizdeki Yağmur Adamlar'ı keşfetmeye başladık. Varlıklarından ve durumlarından onlar sorumlu olmadıkları halde bir utanç nedeni olarak gördüğümüz, horladığımız, toplumdan sakladığımız, hatta dışladığımız Yağmur Adamlar'ı.
Şimdi tiyatroda ‘‘Balerin’’ eserinin Malin'i olarak karşımızda Yağmur Adam. Hem de Türk Devlet Tiyatroları'nda ilk kez.
Oyunun yazarı Arne Skouen, gazeteci, senarist, 1958 yılında ‘‘Dokuz Yaşam’’ filmiyle en iyi yabancı film dalında Oscar'a aday ama hepsinden önemlisi, bir otistik babası. Ayten Gökçer ise, uzun süre düşündükten sonra arkadaşı Sema Aybars'ın da isteği üzerine ilk rejisörlük denemesini gerçekleştiriyor ‘‘Balerin’’le. ‘‘Balerin bana, insanların unutmaya başladığı duyguları, sevgiyi ve sabrı hatırlattı. Neden birbirimizi yiyoruz? Neden geçmişten hiç ders almıyoruz. Dünyada herkese yer var oysa. Tekrar sevgiye dönmeliyiz, bizi yalnız sevgi kurtarır. Bu eser de sevgiye çağrı.’’
Ancak eserde bir çağrı daha saklı: O da özürlü doğmanın değil ama onlara karşı sevgisiz kalmanın suç olduğu.
İlk rejisi için otizm ile ilgili bir eseri seçmesindeki amacı ‘‘Konuyu gölgeden güneşe çıkartmak’’ sözleriyle özetliyor ve ekliyor, Gökçer: ‘‘Bu hastalığı aile içinde saklamak tedavi değil. Önce hasta sahiplerinin bilinçlenmesi daha sonra da toplumun otizmin ne olduğunu anlaması gerekiyor.’’
SİZİN SESİNİZ NE RENK?
Gerçekten de otizm, sanılanın aksine, diğer psikolojik rahatsızlıklardan farklı. Herşeyden önce otistikler, agresif değiller. Onlar, içine kapanık, kendi dünyalarında yaşamayı tercih eden ve kendilerine özgü uzmanlık alanları olan ‘‘özel özürlüler’’. Özellikle matematik ve sanat dallarında dahi sayılabilecek bir beceriye sahipler. Kendilerine dokunulmasından hoşlanmıyor ama çevrelerini duyumsamak için başkalarına dokunmayı seviyorlar.
Bu özelliklerden de payını almış olan Malin ise, insanları renklerle algılıyor. Onun için annesinin sesi ‘‘en mavi ses’’ ama onu yıllar önce bir kliniğe kapatmaya çalışan babasının ya da arkadaşları ile bir olup onunla çocukken alay eden erkek kardeşinin sesleri ‘‘kara.’’ O da dokunmayı seviyor ancak arkadaşları vadiler, tepeler, pencerenin önündeki ağaç ve mutfak kapısından ibaret. Çünkü sevdiklerinin ondan kopup uzaklara gitmelerine dayanamıyor. Böyle düşünceler ruhunda gezinmeye başladığında ise onları avuçlarında biriktirip annesine götürüyor ve iki dost beraberce ‘‘kötü düşünceleri’’ tuvalete atıp sifonu çekiyor.
Gökçer, bu kadar sevgi dolu ve bu kadar yalnız bir genç kızın sevgiden nasibini alamayanlara da ders verdiğine inanıyor ve bir çelişkiye dikkat çekiyor: ‘‘Toplumda normal zannettiğimiz insanlar o kadar anormal ve o kadar acımasız hareketlerde bulunabiliyorlar ki! Acaba kim normal kim değil, 20'inci yüzyıla girerken bu da tartışılır doğrusu. İçeridekiler mi normal, dışarıdakiler mi?’’
Bu sorunun bilinen bir cevabı yok aslında ama oyunda Malin'in ‘‘Benim akordum bozuk’’ sözleriyle sarsılan seyirci, belki de ilk defa bir özürlüye acımaktan vazgeçip, kendisini sorgulamaya başlıyor. Sorunun ‘‘Dünyaya benzer bedenlerle ama farklı komutlarla’’ gelmekte değil; bu engeli aşmak için çaba sarfetmemekte düğümlendiğini farkediyor.
HER ZAMAN UMUT VAR
Hacettepe Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ana Bilim Dalı'ndan Prof.Dr. Ferhunde Öktem'in oyunun prömiyeri için hazırlanan kitapçıkta belirttiği gibi, ‘‘Otistik bir çocukla yaşamak yaşamı en ince ayrıntılarına bölmek, her anın ayırdına varmak ve her başarıyla gururlanmak demek. Bunu yapabilmek bitmez bir sabır ve yılmaz bir yürek istiyor ve bu zorlu uğraşta umutsuzluğa yer yok.’’
Ancak Arne Skouen'in yazdığı finalde Balerin'in umutsuzluğa kapılıp çözüm olarak intiharı seçmesi, ‘‘her zaman umut vardır’’ ilkesiyle hareket eden Gökçer'in yorumuyla Türk perdesine farklı yansıyor.
Aslında durum ne kadar kötü olursa olsun, pes etmemenin ve sabrı sevgiyle harmanlayıp otistiğe verebilmenin yolu eğitimden geçiyor. Çünkü birçok insan, çocuğunun otistik olduğunu bilmiyor. Zaten hastalık üç yaşından sonra ortaya çıkıyor. Aileler ise çoğu zaman utanıp saklıyor. Özellikle son 15 yılda geliştirilen yeni tedavi yöntemleri artık bu çocukları aydınlığa daha yakın kılıyor ve doktor-hasta-aile ilişkisi, herkesi dışlayan dünyanın kapılarını aralayabiliyor.
SİZİN DE BAHÇENİZ OLSUN
Oyunun rejisörü Devlet Sanatçısı Ayten Gökçer'in bir tespiti var: ‘‘İnsan medenileştikçe hainleşiyor. Çünkü kendini düşünmeye başlıyor ve yalnız kendine yöneliyor.’’ Ve bir de önerisi: ‘‘Sevgi insanın ancak doğaya yakın olduğu ölçüde varlığını sürdürüyor. Ben hayatım boyunca ormanda değil, bahçede yaşamayı tercih ettim. Çünkü ormanda kaybolma ve kaybetme ihtimaliniz çok fazla ama bahçede bütün çiçeklerinizi tanır, bilirsiniz. Bu medeniyete ayak uydurmak zorundayız ama kendi içimizdeki bahçeleri muhafaza edersek orada herşeye rağmen biraz daha sevgiyi yakalayabiliriz. Çünkü medeniyet ne duygu, ne de insanlara harcanacak vakit bırakıyor. Sevgi ise sabır ve özveri istiyor. Bunları yaparsanız bir sevginin karşılığını alırsınız ama hiçbirşey yapmadan kimden sevgi görebilir, kime sevgi verebilirsiniz.’’
OYUNCULAR NE DİYOR
Çığlıklarınızı bastırın Oyunun baş kahramanı Balerin'i canlandıran Sema Aybars, duygularını oyundaki replikleriyle ifade ediyor: ‘‘Herkesin uslu ve mantıklı davranmasını istiyorsun. Çığlıkların bastırılması gerek. Buna karşı çıkarsak olaya uzman doktorlar el koymalı. Huzura kavuşmak için tatile gitmeliyiz.’’
Tek yok sevgi
Balerin'in kızı Malin'i oynayan Gerçek Büyükağaoğlu sevginin ve sabrın gücünün otizm dünyasını aralayabileceğini söylüyor: ‘‘Bu saf ve doğal düşünceler, yaşayışlar üzerine kurulmuş bir dünya. Kendilerine kurdukları, kendilerini kapattıkları bu dünyalarından onları çıkartabilen, onlara ulaşabilen tek şey sevgi.’’
Bu bir şamar
Oteldeki kat görevlisini oynayan Füsun Günuğur, oyunun 25 yıllık kariyerinde kendisine bir ‘‘şamar’’ gibi indiğini söylüyor: ‘‘Hiç tanımadığım bir dünyayı keşfettim.’’
Davetiyeyi yırtın
Laçin Ceylan ise Malin'in mavi sesli hemşiresi. Herkesten farklı, kimselere benzemeyen, akordu bozuk küçük bir kızın zayıf gölgesinin yüzlere vurduğunu belirtirken Ceylan, bir çağrıda bulunuyor: ‘‘Her zaman yaptığınızı yapın. Tanımlayın, yargılayın, kararlar çıkarın, kendinize benzemeyeni ortadan kaldırıp yerleştirecek kilitli bir raf arayın. Sonra da çekip gidin. Ölüme bir davetiye de siz çıkarın ya da yırtıp o davetiyeyi karar değiştirin.’’