Güncelleme Tarihi:
Aynı Araplar 82 yıl önce de cihad açmıştı
Arap dünyasına farkında olmadan büyük bir iyilik ettik: Sayemizde aralarındaki bütün düşmanlıkları unutup Suriye'nin yanında bize karşı saf tuttular. İş Türkiye'ye ‘‘cihad’’ ilân edilmesini istemeye kadar uzandı ve bu cihad teraneleri bana İngiliz altınlarının cazibesine kapılan Şerif Hüseyin'in 82 yıl önce ilân ettiği bir başka ‘‘cihad’’ı hatırlattı.
Biz pek farkında olmadık ama, son iki hafta içinde Arap dünyasına büyük hayrımız dokundu: Senelerdir birbirinin gözünü oyan ne kadar Arap memleketi ve lideri varsa Suriye krizi sayesinde bize karşı kenetlendi, din kardeşlerimiz Şam'ın yanında saf tuttular ve bazı Arap gazetelerinde ‘‘Türkiye'ye cihad ilân edilmesi’’ çağrıları bile yapıldı. Müslümanlıkta sadece ‘‘kâfirlere’’ çevrilen ‘‘cihad’’ silâhı böylelikle İslâmî bir kavram olmaktan çıktı ve Arap dayanışmasının siyasî aletine döndü.
Bu cihad teraneleri bana daha önceleri hedef olduğumuz bir başka ‘‘cihad’’ı, Mekke Şerifi Hüseyin'in ihanetini hatırlattı. Hüseyin'in 1916'nın 9 Eylül'ünde yayınladığı ‘‘isyan’’ ve ‘‘cihad’’ bildirisini düşündüm. Aradan 82 yıl geçmişti ama bildirinin ruhu Arap dünyasına hâlâ hâkimdi. Onun ifadelerini bugünün Arap basını da aynen kullanıyordu ve Araplar’ın Türkler'e bakışında 82 yıldan beri hiçbirşey değişmemişti, herşey aynıydı.
İşte, bize karşı ilân edilen bir önceki ‘‘cihad’’ın kısa öyküsü:
‘‘Şerif Hüseyin’’ dediğimiz Hüseyin bin Ali, 1856'da Mekke'de doğdu. Abdülhamid'in iktidarı sırasında ‘‘muzır’’ işlere kalkıştığı farkedilince İstanbul'dan ayrılması yasaklandı. Ama Abdülhamid'i deviren İttihadçılar akıl almaz bir iş yapıp Hüseyin'i Mekke'ye ‘‘Emir’’ tayin ettiler.
Derken Birinci Dünya Savaşı patladı ve Hüseyin'in İngilizler'le senelerdir meşhur Lawrence’in dağıttığı altınlar vasıtasıyla varolan teması 1916'nın 9 Eylül'ünde semeresini verdi: Bir ‘‘isyan’’ ve ‘‘cihad’’ bildirisi yayınlayıp kendisini ‘‘Hicaz Kralı’’ ilân etti. Arap çöllerinde savaşan onbinlerce Türk askeri Hüseyin'in cihadı yüzünden arkadan hançerlenerek can verdi. Ama ihanet temelinde yükselen taht Hüseyin’e de yâr olmadı. İktidarı 1924'te Suudi hanedanının kurucusu İbn-i Suud'a terkedip Kıbrıs'a, sonra da Amman'a kaçtı, 1931’de orada öldü.
Ben, iki haftadır aleyhimizde yazmadıklarını bırakmayan Arap gazetelerindeki Türkiye'yi hedef alan yorumları hazırlayanların önlerine Hüseyin’in bildirisini koyup bazı cümlelerini aynen alıp almadıklarının merakındayım...
Hüseyin'in cihad bildirisi
‘‘...Türkler dinden çıktılar. İslâm'ın kanunlarını ve geleneklerini ihlâl ediyorlar. Allah'ın emirlerine uymuyor, emredilenin aksini yapıyor, biz Araplar'ın asırlardır devam edegelen adetlerine saygı göstermiyorlar.
...İşte, dinden çıkmış olmalarının son örneklerinden biri: Suriye Valisi Cemal Paşa, Şam'da kadınlar için bir toplantı düzenledi. Kadınlarla erkekleri aynı salonda, birarada oturttu. Kadınlar erkeklerin önünde şiirler okuyup konuşmalar yaptılar. Paşa'nın İslâm'ın ruhuna aykırı olan hareketleri bununla da kalmadı: Kadınları toplantının şeref köşesine oturttu. Kur'an'ın kadınların örtünmeleri ve yabancı erkeklerden uzak kalmaları yolundaki emirlerini bir tarafa bıraktı. Türkler bu hareketiyle Ahzab Suresi'nin 59. ayetini ihlâl ettiler ve dinden çıktılar.
...Bizlerin bir Arap birliği yaratma hayali her türlü düşüncenin ötesinde bir meşruiyet taşımaktadır. Ama böyle bir birliğin varolması için mutlaka bir gerekçe göstermemiz istenirse, şanlı tarihimizden ve altı asır boyunca bizleri haritadan silerek yoketmek isteyen Türkler'in bu çabalarına karşı gösterdiğimiz büyük mücadeleden daha büyük bir gerekçe yoktur. Arap ümmetinin bugün geri ve cahil kalmış olmasının bütün sorumluluğu Türkler'e aittir ve Araplar'ın Türk idaresine karşı cihada girişmeleri farzdır...’’
Özdal Hanım'a vefa düeti
Özdal Orhon, 1960'lar sonrası Türk Müziği'nin seçkin bir icracısıydı. Ses sanatçılığının şimdiki gibi haykırıp çığlıklar atmak, sahnede zıplamak ve magazin sayfalarında teşhircilik etmek değil, gerçek sanat ve ciddi bir iş olduğu günlerde yetişmişti.
Hayat arkadaşı, Türk Müziği'nin bir başka önemli ismi; klasik kemençenin son büyük icracılarından Cüneyd Orhon'du. Özdal Hanım'ın sesi Cüneyd Bey'in yayıyla bütünleşmiş, âhenkleri yaptıkları musikiye akseder olmuştu.
Dünyadan erken çağında, 1986'da henüz 45 yaşındayken ayrıldı ama arkasında her biri şık birer icra ve üslup dersi olan çok sayıda kayıt bıraktı. Sonra aradan seneler geçti ve bu kayıtların bazısı ancak birkaç hafta önce bir CD'de toplanabildi: Kalan Müzik'in çıkarttığı ‘‘Özdal Orhon’’ CD'sinde bir kısmı klasik, bir kısmı da Muhlis Sabahaddin'den Vecdi Seyhun'a ve Nuri Halil'e uzanan, geçmişin artık taklidi bile imkânsız zarif melodilerle dolu modern çizgisinde bestelenmiş 28 adet eser var. Özdal Hanım seviyeli bir icranın, ona refakat eden üç saz; Cüneyd Orhon, Nevzat Sümer, yer yer de Necati Giray'la Hüsnü Özenen ise o seviyedeki eşliğin nasıl olması gerektiğini gösteriyor.
Ben, hakiki müzik meraklılarının rahmetli Özdal Hanım'ın CD'sini dinlediklerinde senelerdir tatmadıkları zevki yeniden alacaklarına, piyasa işi değil ciddi müzik yapmak isteyenlerin de çok şey öğreneceklerine eminim.
Ama bir hususu yazmadan edemeyeceğim: Cüneyd Orhon, bana göre klasik kemençenin yaşayan tek üstadıdır. Vaktiyle onun yayından çıkan sesin lezzetini artık hiçbir kemençenin vermediğine inanırım. Cüneyd Bey, bugün kendi kendilerini kemençe virtüozu ilân edip ortalığa dökülenlerin falsolardan ibaret icralarına karşı sessiz kalmakla sadece kendisine değil, ömrünün yarım asırdan fazlasını verdiği sazına da haksızlık etmektedir.
Türk Müziği'nin hakikisine ve güzeline meraklı olanlar geçen hafta çıkan ‘‘Özdal Orhon’’ CD'sini dinlediklerinde, senelerdir tatmadıkları zevki yeniden alacaklar, piyasa işi değil ciddi müzik yapmak isteyenler de çok şey öğreneceklerdir.
Perili Köşk işte bu imzalarla yıkıldı
Geçen hafta ‘‘Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’’nun raporlarıyla yerle bir edilen Rumelihisarı'ndaki ‘‘Perili Köşk’’ten söz etmiş, ‘‘Köşk'ü kim yıktı?’’ diye sormuş ve yıkım kararında imzası bulunanların isimlerini bu hafta açıklayacağımı söylemiştim.
Yazdıklarım geniş bir çevrenin ilgisini çekmiş olacak ki, bir hayli arayan oldu. Öteki koruma kurullarının gadrine uğrayanlar benzer kararları aktardılar; Perili Köşk için yıkım kararı veren meslekdaşlarını korumak isteyen Mimarlar Odası'ndan da kararı destekleyen açıklamalar geldi.
Şimdi, hiç yoruma girmeden, köşkün yıkım macerasını ve yıkım kararını veren zevâtın isimlerini yayınlıyorum:
Binanın sahipleri 1995'in 24 Mayıs ve 10 Ekim'inde İstanbul 3 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'na başvurdular ve Perili Köşk'ün ‘‘yeniden yapılmak üzere yıkımına izin verilmesini’’ istediler. Kurul, o yılın 26 Ekim'inde, iznin binanın incelenmesinden sonra verilmesini kararlaştırdı. İnceleme yapıldı ve 25 Aralık 1995'te, ‘‘mimari özgünlüğü ve malzeme karakteri bozulmadan yapılması şartıyla’’ Perili Köşk'ün bir bölümünün yıkılması kararı verildi. Kararın altında Afife Batur'un, Ayla Ödekan'ın, Oktay Ekinci'nin, Hakkı Önel'in, Zeren Gülersoy'un ve Raife Kovulmaz'ın imzaları vardı.
Derken, Müfit Yorulmaz, Nafiz Çamlıbel ve Ergün Toğrol adındaki profesörler tarafından verilen raporlarda zeminde kayma olduğundan bahsedildi. Yapılacak yeni binanın temellerinin yol seviyesinin altına kadar inmesi gerektiği söylendi ve eski yapının tamamının yıkılması gerektiği ifade edildi (Küçük bir hatırlatma: Kaydığı söylenen zeminin 50 metre kadar ilerisinde ‘‘ufacık’’ bir yapı, Rumelihisarı yükseliyordu).
Koruma Kurulu bu raporları 'dikkate alarak' 1996'nın 8 Mayıs'ında binanın tamamının yıkılmasını kararlaştırdı. Kararı Hakkı Önel, Zekai Görgülü, Oktay Aslanapa, Zeren Gülersoy, Turgut Övünç ve Raife Kovulmaz imzalamışlardı. Aynı kurul, yıkımla ilgili son sözünü 24 Aralık 1997'de söyledi: Semavi Eyice'nin, Sümer Atasoy'un, Bülent Kurt'un ve Raife Yorulmaz'ın imzalarını taşıyan bu kararla Perili Köşk'ün tamamı tarihe intikal etti.
İşte, Rumelihisarı'nın hisarla beraber alâmet-i fârikası olan köşkün birkaç taksitte yerle bir edilmesinin öyküsü ve yıkım kararlarını imzalayan zevat...