Güncelleme Tarihi:
Korsan kitabın geçmişi bizde eskiye dayanır
Son günlerde korsan yayıncılara karşı tedbir arıyoruz. Gündemde kitaplara bandrol veya hologram yapıştırılması var ama bütün bu çabalar boşuna, zira korsan yayıncılık bizde asırlar öncesine dayanan bir gelenek.
Günlerdir bir ‘‘korsan kitap’’ ve ‘‘bandrol’’ tartışmasıdır gidiyor... Liste başı kitapların korsan baskıları sokak tezgâhlarında kapışılmaya başlayınca Kültür Bakanlığı bir yönetmelik hazırlayıp kitaba bandrol getirdi ve ortalık karıştı. Kararın uygulanmasına gerçi henüz geçilmedi ama bazı yayınevleri bunun sansür demek olacağını söyleyip iptalini isteyince bandrol tartışması basına uzandı; ben de bizdeki kitap korsanlarının geçmişinden söz edeyim dedim.
Korsan kitap yayınlamak bizde son senelerin mesleği değil, eski bir gelenektir, matbaanın Türkiye'ye gelmediği günlerde bile varolmuş ve piyasaya elyazmalarının korsanları sürülmüştür.
İşte, birkaç örnek:
Çelebi Sultan Mehmed'in 1420'de Serez çarşısında astırdığı Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin, Türk tasavvuf tarihinin en meşhur isimlerinden biriydi. Fikirleri yüzünden canından olmuştu. Zamanının idarecilerine göre canı, malı, kanı ve eserleri de ‘‘haram’’dı, En başta da, Arapça kaleme aldığı meşhur kitabı ‘‘Varidat’’.
Varidat, yüzyıllarca birçok hattata geçim kaynağı oldu. Şeyhülislamlar ‘‘Okuyanın imanını bozar’’ diyerek okunmasını yasakladılar, yasak talebi arttırdı ve piyasayı hattat kaleminden çıkma ‘‘Varidat’’lar kapladı. Kitap ne kadar ‘‘muzır’’ kabul edilirse edilsin dini bir eserdi; şeyhülislâmlar yazma nüshalara el koymuyor, parasını tıkır tıkır ödeyip satın alıyor ve ancak ondan sonra imha edebiliyorlardı.
Bu ‘‘Varidat’’ avı asırlar boyunca sürdü gitti ve 19. asrın meşhur Şeyhülislâmı Arif Hikmet Bey zamanında zirveye çıktı. Artık Şeyh Bedreddin'in sadece yazmaları değil, başka memleketlerde az sayıda basılmış nüshaları da yakılmadaydı.
Hattalarla meşihat arasında asırlarca devam eden ‘‘Varidat’’ oyunu ancak bu yüzyılın başında, Musa Kâzım Efendi'nin şeyhülislâm olmasıyla sona erdi. İttihat ve Terakki iktidarının bu meşhur şeyhülislâmı kendisinden önceki şeyhülislâmlardan çok farklı bir iş yaptı, bulabildiği Varidatlar'ı yaktıracağı yerde oturdu, Türkçe'ye tercüme ediverdi. Şeyh Bedreddin'in eseri bu tercümeden sonra daha da bir okunur hal alacak, hatta Nazım Hikmet'e bile konu olup ‘‘Şeyh Bedreddin Destanı’’ haline gelecekti...
Şeyhülislâmlar asırlar önce idam edilmiş bir din bilgininin eserini avlamakla meşgulken, 19. asır İstanbul'unu bir başka korsan kitap furyası kapladı: Bayezid taraflarındaki bazı matbaalarda denetimden geçmemiş korsan Kur'anlar basılıyor, piyasaya el altından ve daha ucuz fiyatlarla veriliyordu. Yayıncıların çoğu İranlıydı ve işi Bakırcılar Çarşısı'yla Valide Hanı'ndaki küçük matbaalarında götürmedeydiler...
Osmanlı arşivlerinde, Bayezid çevresindeki bu korsan yayıncıların takibini konu alan bir hayli belge var ve belgeler sadece Kur'an'ın değil, zamanla hemen her eserin korsanının basıldığını gösteriyor. O devirlerde dediğim dedik olan devletin bile önleyemediği kitap korsanlarına karşı yazarların ne tedbir aldıklarını ve nasıl kendilerine mahsus bir ‘‘hologram’’ yarattıklarını merak ediyorsanız, yandaki kutuyu okuyun...
Ve sözün özü: Bandrolü, hologramı yahut başka tedbirleri istediğimiz kadar tartışıp duralım, kitap korsanlığının önüne geçemeyiz. Zira bu iş, bizde kökü asırlar öncesine dayanan millî bir gelenektir...
Eskilerin hologramı: Mühür
Elinizden Osmanlıca kitaplar geçtiyse, birçoğunun kapaktan sonraki ilk sayfasında koskoca bir mührün basılı olduğu belki gözünüze çarpmıştır. Mühür kitabın yazarına aittir. Üzerinde genellikle tek satırlık bir cümle vardır: ‘‘Müellifin (yazarın) mührü olmayan nüshalar sahtedir’’.
Genellikle mor yahut siyah mürekkeple basılmışlardır ve geçmişin bir yerde ‘‘hologram’’ıdırlar. O zamanın yazarları, Bakırcılar Çarşısı'nın çevresinde üslenen korsan yayıncılardan korunmanın çaresini piyasaya mühürlü kitap vermekte bulmuşlardır.
İşte, lazer teknolojisinin olmadığı günlerin hologramına bir örnek: Türk Müziği'nin önde gelen bilginlerinden Rauf Yekta Bey'in ünlü eseri ‘‘Türk Musikisi Nezariyatı’’nın mühürlü bir nüshası. Mührün üzerindeki satırda ‘‘Bu sahifesinde müellifin mührü bulunmayan nüshalar sahtedir’’ yazıyor. İşin ilginç tarafı kitabın Osmanlı değil Cumhuriyet döneminde, 1924'te yayınlanmış olması ve korsan kitapçılığın kuruluş günlerinde bile işbaşında bulunması.
Talat Paşa'nın Ermeni çetelesi Ermeniler'i doğrulamıyor
Sadrazam Talât Paşa'nın evrakı arasından çıkan bu belge, hazırladığı tasarıda ‘‘1915 ile 1917 arasında 1 milyon 300 bin Ermeni öldürülmüştü’’ diyen Fransız Milletvekili Rene Rouquet'e ithafımdır. Paşa bugünleri sanki 80 yıl öncesinden görmüş gibi ‘‘Anadolu'daki toplam Ermeni nüfusu 1,5 milyondur’’ diye yazıyor.
Hayriye Talât Hanım, Sadrazam Talât Paşa'nın ‘‘refika’’sı, yani eşiydi. Paşa'sının 1921'de Berlin'de Sogomon Talleryan adında bir Ermeni teroristin kurşunlarına hedef olduğunu gördüğünde daha otuzlarının başındaydı ve acıların en büyüğünü yaşamıştı. Uzun ömrünü 1983'te İstanbul'da noktaladı.
Onunla son mülâkatı yıllar önce ben yapmıştım. Mülâkat bir hafta boyunca yayınlanmış ve bir hayli ses getirmişti.
Hayriye Talât Hanım'a Paşa'sından hatıraların dışında çok az şey kalmıştı: Altın kakmalı bir sadaret kılıcı, kurşunlara hedef olduğu sırada üzerinde bulunan kana bulanmış bir şehadet gömleği ve bir tomar belge... Kılıçla gömlek vefatından sonra oğulları tarafından Askeri Müze'ye hediye edildi, bir tomar evrakı da ben aldım ve yakında yayınlayacağım.
Fransız Meclisi'nin geçenlerde mâlum tasarıyı oylamasından sonra evrakı bir elden geçirdim ve içindeki belgelerden birini yayınlayayım dedim.
Belge, sararmış bir tomar kâğıdın, daha doğrusu Ermeniler'in ‘‘soykırım’’ dedikleri olaylardan sonra çıkartılmış uzun bir listenin son sayfası. Üzerindeki yazılar Talât Paşa'ya ait. Paşa savaştan önce hangi vilâyette kaç Ermeni'nin yaşadığını ve Rusya'ya karşı savaşan Türk birliklerini arkadan vurmaları üzerine imparatorluğun neresine kaç kişinin nakledildiğini sıralıyor, son sayfada da hesapların sonucunu veriyor:
‘‘Ermeni Gregoryen nüfusu 1 milyon 187 bin 818 ve Ermeni Katoliklerin miktarı 63 bin 968 ki, her ikisinin mecmuu (toplamı) 1 milyon 256 bin 403'ten ibaret olarak gösterilmiştir. Nüfus mevcudu tamamen muharrer olmadığından (yazılmadığından) hakiki miktar 1 milyon 500 bin kadar olduğu gibi, bugün mevcut olarak yukarıda gösterilen yerli ve yabancıların 284 bin 158 miktarına ihtiyatla yüzde 20 ilâve edilmesi gerekir. Bu taktirde hakiki mevcut 250 bin ile 400 bin arasında bulunmuş olur’’.
Tam Türkçesiyle ‘‘Anadolu'daki toplam Ermeni nüfusu 1,5 milyondu’’ diyor Talât Paşa. Sanki ‘‘Türkler Anadolu'da nilyonlarca Ermeni'yi soykırıma uğrattı’’ deneceğini 80 sene öncesinden hissetmiş gibi yazıyor.
Talât Paşa'nın elyazısıyla olan bu liste, hazırladığı tasarıda ‘‘1915 ile 1917 arasında 1 milyon 300 bin Ermeni öldürülmüştü’’ diyen sosyalist milletvekili Rene Rouquet'e ithafımdır.
Tuğrul Şavkay'ın gözünden kaçan yemek kitapları
Yemeğin lezzetlisine düşkünümdür ama gurme olmak gibi bir iddiam asla yoktur.
Mutfak konusundaki merakım başkadır: Orijinal ve az bulunan yemek kitaplarını toplarım. Kitap düşkünlüğümün bir uzantısıdır bu. Hatta iki adet yemek elyazmasına sahip olmakla da her zaman övünürüm.
Bu mutfak bahsini açmama gazetemizin yazarlarından Tuğrul Şavkay'ın önceki haftaki ‘‘Ulaşılması Güç Kitaplar’’ başlıklı yazısı sebep oldu. Bahsini ettiği yemek kitapları konusuna katılmadan edemedim.
Şavkay ‘‘Bilinen ilk ünlü yemek kitabı, M.Ö. dördüncü yüzyılda Arkeustratus'a ait. ...İçeriği hakkında geniş bir bilgi bulunmuyor’’ diyordu. Arkeustratus'un -daha doğrusu Arkhestratos'un- eseri kitap değil didaktik bir şiirdi ve J. Wikins tarafından tarafından Devon'da 1994'te ‘‘The Life of Luxury’’ adıyla yayınlanmıştı.
Tuğrul Şavkay ‘‘Araya büyük bir kopukluk girmiş gibi görünüyor. Yemek otoriteleri ilk ciddi yemek kitabının yayın tarihi olarak 14. yüzyıla işaret ediyorlar’’ derken çok önemli bir başka yemek kitabını, 10. asırdan kalma bir eseri atlıyordu: İbn Sayyar el-Varrak'ın ‘‘Kitabu'l-Tabih’’ini. Bu eseri de Finliler, 1987'de yayınlamışlardı.
Ve naçiz bir tavsiye: ‘‘Türkçe'nin ilk basılı yemek kitabı olan Melceü't-Tabbahin'de dana ve sığır eti yoktur’’ diye bir sözü sakın ola ki etmeyelim. Kitabın Osmanlıca'sının 23., yeni yayınının da 27. sayfasında dana ve sığır etinden nefis bir ‘‘tencere külbastısı’’ tarifi vardır. Bir esere yapılabilecek en büyük saygısızlık, eseri okumadan ama okumuş gibi yaparak hüküm vermektir ve aynı iş Melce'de olmadığı iddia edilen ama varolan domates bahisleri için de geçerlidir..
Yemek kitapları sofrasında bilmem, az da olsa bir tuzum oldu mu?