Güncelleme Tarihi:
Kösem Sultan da böyle konuşmuştu ama...
Mal varlığıyla ilgili soruşturma önergesi Meclis Genel Kurulu'nda oylanırken Tansu Çiller DYP grubunu topladı ve ‘‘Ben hesabımı tam dokuz defa verdim, onuncusunu da veririm’’ dedi. Benzer sözleri 300 küsur yıl önce bir başka ‘‘devletlû’’ kadın, Kösem Sultan da etmiş, ‘‘Ben dört devlet sürmüşüm, beşincisini de sürerim’’ demişti. Kösem'in sonra gırtlağını sıkıp kafasını kırdılar ve işi garantiye almak için perde ipiyle boğdular...
Tansu Çiller'in DYP Grubu'nda geçen günkü konuşmasını bilmem dinlediniz mi? Mal beyanından sözedip ‘‘Ben hesabımı tam dokuz defa verdim, onuncusunu da veririm’’ dediği sırada Genel Kurul onun hakkındaki soruşturma önergesini karara bağlıyor ve Yüce Divan'ın kapısını aralıyordu...
Hanımefendinin bu ifadesi bana bir hemcinsinin, ondan asırlar önce yaşamış bir başka devletlû hanımın, Mahpeyker Kösem Sultan'ın söylediklerini hatırlattı... Sadece iktidar için yaşayan, koskoca imparatorluğun kaderine senelerce tek başına hakim olan bir zamanların bu en güçlü kadınının hikâyesini ve akıbetini sizlere de anlatayım dedim...
‘‘Kösem’’ sözü ‘‘sürünün başında giden, bütün sürünün ona tab; olduğu, çobana alışkın dört yaşında koç, keçi, yahut koyun’’ demekti. Devletin en büyük gücü olduğu, herkesi ve herşeyi peşine takıp götürdüğü için ‘‘Mahpeyker’’in yanına bir de ‘‘Kösem’’ ilâve edilmiş, ‘‘Mahpeyker Kösem Sultan’’ olmuştu...
Söylendiğine göre bir Rum papazının kızıydı. 12 yaşında saraya satılmış, 13'ünde zamanın hükümdarı Birinci Ahmed'in yatağını paylaşmış, 27'sinde de dul kalmıştı ama iktidarın tadı damağındaydı... İhtirasının sonu yoktu ve iki oğluyla torunu peşpeşe tahta çıkınca iktidarın yolu önünde kendiliğinden açılıverdi.
Oğlu Dördüncü Murat 1623'te daha 11,5 yaşında hükümdar olduğunda Kösem saltanat naibiydi. Devlet demek o demekti ve genç padişahın başka annelerden olan kardeşlerini öldürmesine ağzını bile açmadı. Murat arkasında kanlı bir iz bırakıp 28'ine daha yeni bastığı günlerde ölüverdi, taht kardeşi İbrahim'e geçti ve devlet gene Kösem'in elinde kaldı. İbrahim birkaç sene sonra ‘‘Yüce hünkâr delirdi’’ denilip tahttan indirildi, hatta boğduruldu ama Kösem ağzını bile açmadı. Zira tahta yedi yaşındaki torunu Mehmet çıkmıştı ve iktidarın dizginleri hâlâ Kösem'deydi.
Ona göre, ayakta kalabilmenin tek yolu vardı: Askerlerle anlaşmak, paşalarla iyi geçinmek... Mevkilerle makamlar mezata çıkmıştı, parasını veren istediği yere tayin olabilmekteydi ve ekonomi berbattı. Para düşmüş, altın fırlamış, hazine tamtakır olmuştu ama bey-paşa konakları tavanlarına kadar altınla doluydu. Rüşvete karışmayana ‘‘deli’’ gözüyle bakılmada, Anadolu'da isyanın biri bastırılmadan öbürü çıkmada, halk akın akın Istanbul'a göçmedeydi...
Tehlikelerle tehditlere kocasının, iki oğlunun ve torununun zamanındaki iktidarını kastederek ‘‘Ben dört devlet sürmüşüm, beşincisini de sürerim. Bir iş yapacak olan önce cesedimi çiğnesin’’ diyordu.
Unvanı artık ‘‘Büyük Valide’’ydi ve bir rakibi vardı: Torununun annesi, yani gelini Hatice Turhan Sultan... Gelinle kaynana, devletin tepesinde birbirlerine girdiler. Asker Kösem'in, halk Turhan Sultan'ın arkasındaydı ve gelin, 1651 Ağustos'unda bir gece adamlarını Kösem'in dairesine soktu... Yetmişine merdiven dayamış ‘‘Büyük Valide’’nin önce gırtlağına bastılar. Dakikalarca sıktılarsa da bir türlü can vermedi. Bunun üzerine kafasını kırdılar. Sonra ‘‘Ne olur, ne olmaz’’ dediler, işi garantiye almak için ibrişimden perde ipiyle boğdular...
Devlet Kösem'in bütün servetine el koydu ama dillere destan bir cenaze merasimi yaptı. Tarihler ise ‘‘Herşeye rağmen çok büyük hayırseverdi, onbinlerce kimsesizi doyururdu. Öldürüldüğü gün sadece İstanbul'da 25 bin kişi aç kaldı’’ diye yazdı.
İlginç esintiler
Rahmetli Özal'ın anıt mezarı tamamlandı. Tepesinde bir topun sallandığı bakır kaplama sütunlar bana hiç yabancı gelmedi. Düşününce, neyi çağrıştırdıklarını hatırladım: Mezar, Tahran'ın Azadi Meydanı'ndaki Şah'tan kalma devâsâ anıtın biraz inceltilmişine benziyordu. Sabık Şah megalomani krizine tutulup taç giymeye ve ‘‘Pers İmparatorluğu'nun 2500. yılını’’ kutlamaya hazırlanırken, 1971'de Tahran'a bir kule yaptırmıştı. Projenin ana hatları İmparatoriçe Farah Pehlevi'ye aitti ve söylendiğine göre ‘‘etekleri rüzgârda uçuşan modern İran kadınını’’ simgeliyordu.
Özal'ın mezarıyla Tahran'daki kulenin fotoğraflarını görün ve yanılıp yanılmadığımın kararını siz verin...
Sandalları ve gönülleri oynattı ama medyayı kımıldatamadı
İsmail Baha Sürelsan Türk Müziği''nin önemli bir ismiydi. Müziğin ‘‘hakikisini’’ yaptığı için medyatik değildi ve 87 yıllık ömrünü geçen Pazar günü Antalya'da sessizce noktaladı. Meşhur ‘‘Sandal’’ şarkısının bestecisinin ardından tek bir şey söyleyeceğim: Ciddi müziğin başı sağolsun.
Hafta içinde Antalya'da bir cenaze kalktı: İsmail Baha Sürelsan'ın cenazesi... Adını hiç işitmeyenler için, kim olduğunu kısaca söyleyeyim: Türk Müziği'nin önemli bir ismiydi... Hem hocaydı, hem güçlü bir besteci... Müziğin bugünkü gibi şov yahut gürültü değil ‘‘müzik’’ olduğu günlerde dillerden düşmeyen şarkıların, meselâ ‘‘Güle sor, bülbüle sor, hâlimi hicrânımı dinle’’nin, ‘‘Yaz günleri en tatlı hayaller gibi geçti’’nin, ‘‘O tebessüm, o tavırlar’’ın ve bizim neslin çocukluk senelerinde marş gibi terennüm edilen ‘‘Kız sandalı kalbim gibi oynatma dümende’’ nakaratlı meşhur ‘‘Sandal’’ın bestecisi...
Sanatını asıl mesleği olan ziraat mühendisliğiyle beraber götürürken besteleri kadar önemli olan bir başka iş daha yaptı: Türk Müziği konservatuvarlarının varolmaları bir yana, hayal bile edilmedikleri günlerde Ankara'nın Ahmetler Caddesi'ndeki evinde çok sayıda talebe yetiştirdi.
Vefatını hafta başında birkaç saniyeliğine de olsa sadece TRT televizyonu duyurdu. Özel kanallarda tabii ki hiç bahsi edilmedi, hakkında bazı gazetelerin iç sayfalarında tek sütunluk haberler çıktı ve bir gazetenin sanat sayfasında onun fotoğrafı diye bir başkasının resmi basıldı... Bütün bunlar beni hiç şaşırtmadı, zira sanatın ‘‘hakikisini’’ yapmıştı ve dolayısıyla medyatik olmasının imkânı yoktu...
İsmail Baha Bey'in şimdilerde hiç çalınmayan ve bundan sonra da zannedersem pek çalınmayacak olan şık bir Mahur bestesi vardır. Güfte 17. asrın meşhur şairi Nabi'ye aittir ve ‘‘Eğerçi köhne metâız revâcımız yoktur / Revâca da ol kadar ihtiyâcımız yoktur’’ diye başlar... ‘‘Eski bir eşya gibi olduğumuz için artık revaç bulmuyorsak da o revaca hiç muhtaç değiliz’’ demektedir şair... Ve bu güfte sanki bugünün sanat çevresi, özellikle de ‘‘milli sanat’’ adına mangalda kül bırakmayanlar için yazılıp bestelenmiş gibidir...
‘‘Ciddî’’ müziğin başı sağolsun.
Mehmet KARABIYIK: Grek alfabesiyle yazılmış Türkçe kitaplar için ilâvelerinin yayını devam eden ‘‘Karamanlidika’’ ismindeki beş ciltlik kataloğu kullanabilirsiniz. Genellikle her maddenin sonunda, maddede sözü edilen kitabın nerede bulunabileceği yazılıdır. ‘‘Nutuk’’un orijinal diliyle olan metni için Osmanlıcanız varsa tek cildlik 1927 baskısından, yoksa üç ciltlik 1934 yayınından yararlanabilirsiniz.
Lemi BERKAY: Gazi Osman Paşa, otobiyografisini yazmamıştır. Eski savaşlar hakkında Genelkurmay'ın yıllarca önce yaptığı bir seri yayın vardı. Bugün ancak kütüphanelerde bulunabilir. İlgi duyduğunuz birçok savaşın ayrıntılarını ve muharebe planlarını bu yayınlarda bulabilirsiniz.
ÇOK SAYIDA MERAKLISINA: ‘‘Akademik Susurluk’’ skandalı, yayınım üzerine çözüldü. Mimar Sinan Üniversitesi'nin restorasyon profesörlüğü kadrosuna başvuran ama başkalarının yazdıklarından makaslanmış ‘‘intihal şâheseri’’ni ‘‘eserim’’ diye sunan Doç. Fikret Evci için kurulan jüri dağıldı. Dolayısıyla üniversite bilimsel namusunu korumuş oldu ve Doç. Evci'nin profesörlüğü de bir başka bahara ve intihal olmayan bir eser kaleme almasına kaldı.