Osmanlı Hanedanı’nın Afganlı prensesi anlatıyor

Güncelleme Tarihi:

Osmanlı Hanedanı’nın Afganlı prensesi anlatıyor
Oluşturulma Tarihi: Kasım 25, 2001 01:39

Osmanlı Hanedanı'nın reisi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi'nin eşi ve Afganlı asillerden Prenses Zeynep Osman konuştu.

Hafta içinde Afganistan'ı iyi bilen biriyle, New York'ta yaşayan bir prensesle, telefonda uzun bir Afganistan sohbeti yaptım: Prenses Zeynep Osman'la... Osmanlı Hanedanı'nın reisi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi'nin eşi olan Prenses Zeynep Osman, eski ve asil bir Afgan ailesinden, ‘‘Tarz;’’lerden geliyor. İşte, bir Afgan prensesinin ağzından Afganistan'da bir türlü bitmek bilmeyen savaşların sebepleri, geleceği hakkında tahminler ve Afgan kadınının erkeğinden çok daha başka olmasının ayrıntıları.

Afganistan'da olup bitenlerin dünya gündeminin ilk sırasındaki yerini hálá koruduğunu görünce, oraları iyi bilen biriyle bir Afganistan sohbeti yapayım dedim.

Yerli yahut yabancı olsun, hemen her TV kanalında Afganistan hakkında neredeyse her akşam birkaç program birden yapılıyordu. ‘‘Kuzey İttifakı’’, ‘‘Kunduz kuşatması’’ yahut ‘‘General Raşid Dostum muhabbeti’’ gibisinden konular almış başını gidiyordu ve alışıldık bir uzmanla değil, daha değişik ama Afganistan'ı iyi bilen biriyle konuşmak istedim. Meselá eski ve asil bir Afgan ailesinin mensubuyla, bir prensesle...

Neticede, New York'ta yaşayan Prenses Zeynep Osman'la telefonda uzun bir Afganistan sohbeti yaptım. Zeynep Osman, Osmanlı Hanedanı'nın New York'ta yaşayan reisi yani Türkiye'de Osmanlı idaresi devam etseydi ‘‘Dördüncü Osman’’ yahut ‘‘Birinci Ertuğrul’’ adıyla tahta geçecek olan Şehzade Osman Ertuğrul Efendi ile evliydi. Afgan krallarının mensup oldukları Barekzay hanedanının bir dalı olan köklü ailelerinden birinden, ‘‘Tarzî’’lerden geliyordu ve Páyende Han soyundandı.

Ve, birkaç cümleyle de olsa, Prenses Zeynep Osman'ın eşi Şehzade Osman Ertuğrul Efendi'den sözedeyim: Sultan İkinci Abdülhamid'in oğullarından Şehzade Burhaneddin Efendi'nin çocuğudur; 1912'de İstanbul'da doğmuş, Avrupa'da okumuştur. Hanedanın Türkiye'den çıkartılığı 1924 Mart'ından buyana hep sürgündedir ve hiçbir ülkenin vatandaşı değildir. Şimdi başarılı bir iş hayatından sonra emeklilik devrini yaşamakta, her yaz eşi Prenses Zeynep Osman'la Türkiye'ye gelmekte ama gelebilmek için her seferinde New York'taki Türk Konsolosluğu'na başvurup ‘‘vatansız’’lara mahsus vize istemek ve vizeyi alabilmek için tam üç ay beklemek zorundadır.

Sayfada gördüğünüz fotoğrafların hepsi, geçen yaz aylarında çekilmiştir.

Afgan kadını çalışır, erkeği ise sadece dövüşür

Ailesi üç nesilden beri Türkiye'de yaşayan ve kendisi Türkiye'de doğup büyümüş olan Prenses Zeynep Osman, dedelerinin memleketini 30 yaşından sonra görebilmiş.

‘‘...Afganistan'a sadece bir defa, o da 1971'de, Kral Zahir Şah'ın bana verdiği özel izinle gidebildim ve üç ay kaldım. Her tarafı gezdim, Pagman'ı, Celálabad'ı, Bamyan'ı, Herat'ı, Kunduz'u, Kandehar'ı ve Belh'i gördüm.

Orada beni en çok kadınlar etkilemişti. Çalışkanlıklarına hayran kalmıştım. Kadınların çoğu, özellikle de Kabil'de olanları iş-güç sahibiydiler. Ya bir meslek edinmişlerdi, ya devlet memuru olmuşlardı yahut bir şirkete girmişlerdi. Çalışmayan kadınlar sadece yaşlı olanlarla kraliyet ailesinin mensuplarıydı.

Afgan kadını, Afgan erkeğinden daha çalışkan ve daha beceriklidir. Komünistler'in gelişinden sonra binlercesi binbir zorlukla kaçıp Amerika'ya yerleşti. Etraflarına erkeklerinden daha çabuk adapte oldular ve iş buldular. Yeni kurulacak hükümette Afgan kadınına mutlaka yer verilmesi lázım. İşin çok daha önemli olan tarafı, kadın haklarının yeni Afgan anayasasında yer almasıdır. Uluslararası güçlerin kurulacak olan yeni Afgan hükümetine bu konuda baskı yapması gerekir’’

Afganistan’ı kuzenimiz Davud’un kini mahvetti

Prenses Zeynep Osman, Afganlılar'ın memleketlerini sevdiklerini ama bu sevginin kabile bağlılığına dayandığını, temelde kabile sevgisinin yattığını söylüyor.

‘‘...Afganistan'ın etnik kabilelerden meydana gelen bir memlekettir. Her grup kendi lisanını konuşur, kendi ádetini devam ettirir. Afganlılar her ne kadar memleketlerini severlerse de, bu sevgi kabilelerine bağlılıktan gelir ve dolayısı ile temelde kabile sevgisi yatar.

1974'e kadar yönetim, en büyük grubu teşkil eden Peştunların elindeydi. Ama Peştunlar bile 23 ayrı kabileden meydana geliyorlardı ve arada bir birbirlerini de kesip biçerlerdi. Kuzeyde yaşayan Özbek, Türkmen, Tacik ve Hazaralar gibi azınlıktaki gruplar yönetimde söz sahibi olamazlardı. Afgan halkı, asırlarca işte böyle birbirleriyle savaşıp durdu.

Kral Zahir Şah, 1960'ların ortasında hükümet tarzını değiştirip ‘‘Valasi Cirga’’ ve ‘‘Mişrani Cirga’’ diye iki ayrı meclis kurdu. Birincisinde halk tarafından seçilen milletvekilleri vardı, ikincisi ise senato gibiydi. Senatörleri kral tayin ederdi. 1964'te kabul edilen yeni anayasayla azınlıkların mecliste temsil edilmelerine de başlandı, hatta Özbekler'e bile bakanlık verildi ama zamanla işler birbirine girdi’’.

Peki, Zahir Şah'ın Afganistan'ı 40 sene boyunca barış içinde idare etmesine rağmen işler sonradan neden bu hale geldi?

Prenses Zeynep'e göre, herşeyi Kral'ın amcasının oğlu Davud Han berbad etti:

‘‘...Davud Han, 1974'te Kral İtalya'da iken darbe yaptı. Darbenin sebebi, Kral'a karşı duyduğu kindi. Senelerce başbakanlık etmişti. Kral, 1960'larda hanedanın dışında kalanlara da hükümet kurma ve başbakan olma hakkı verince amcasının oğlu Davud Han iktidardan gitti, yerine halkın seçtikleri geldi.

Ama adam bunu unutamadı. Senelerce işte bu kinle yaşadı ve ilk fırsatta Kral'ı alaşağı etti. Kendisini cumhurbaşkanı oldu ama Afganistan işte o gün bugündür bir feláketten ötekine sürükleniyor. En son kazığı da Usame bin Ládin'den yedi ve Amerika'nın gazabına uğradı’’.

Sevgi Hanım’ın auditoriumu padişah valsiyle açıldı

Sultan Abdüláziz’in Türkiye’de bugüne kadar çalınmamış olan ‘Valse Davet’ isimli eseri, Sevgi Gönül’ün Koç Üniversitesi’nde inşa ettirdiği auditoriumun geçen hafta yapılan açılışındaki fon müziği oldu.

Sevgi Gönül milyonlarca dolar harcadı ve ailece kurdukları Koç Üniversitesi'nin kampüsüne İstanbul'un en modern ‘‘auditoriumu’’nu, yani konser salonunu inşa ettirdi. Auditorium, geçen hafta Cumartesi günü çok şık bir davetle açıldı ve ilk konseri Fazıl Say verdi.

Fazıl Say, auditoriumun İstanbul'un em mükemmel ses sistemine sahip konser salonu olduğunu söylemişti ve verdiği konseri dinleyen hemen herkes, bunun böyle olduğunu daha ilk nağmede farketti.

Ama davet sırasında benim dikkatimi pek kimselerin farketmediği bir başka ayrıntı çekti: Konser öncesi fonda çalınan müzik... Türkiye'de bugüne kadar bilinmeyen, geçen sene Londra'da çıkan bir CD için ilk icra edilen bir parça çalıyordu: Sultan Abdüláziz'in en güzel bestelerinden biri, ‘‘Invitation a la Valse’’ yani ‘‘Valse Davet’’ isimli eseri...

Ressam ve bestekár olan Sultan Abdüláziz hem Türk, hem de Batı müziği formlarında eserler vermişti. Bestelediği Türk Müziği parçaları sık sık icra edilir ama Batı tarzındaki parçaları pek bilinmezdi.

Davetliler arasında bulunan Neslişah Sultan o gece ziyadesiyle memnundu, zira Sultan Abdüláziz büyük dedesiydi.

Tahtında indirilip katledilen, katline intihar süsü verilen bu sanatkár büyük dedenin eseri, bestelenmesinden neredeyse 150 sene sonra, İstanbul'un en modern oditoryumunda fon müziği oluyor ve Türkiye'nin en elit tabakasının katıldığı bir merasimde ilk defa çalınıyordu, Sultan dolayısıyla memnun olmakta haklıydı.

Geçmişi geleceğe bağlamanın hüneri, işte Sevgi Hanım'ın düşündüğü böyle ince ayrıntılardan geçer.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!