Güncelleme Tarihi:
Takvimler 6 Ocak 1955’i gösterdiğinde Başbakan Adnan Menderes, Irak’a hareket etmişti. Başbakan Nuri Said Paşa (ki zamanında eğitimini İstanbul’da almış bir Osmanlı subayıydı) onu bu resmi ziyarette büyük memnuniyetle ağırladı. Görüşmeler sonucunda iki devlet ortak savunma antlaşmasına gideceklerini açıkladılar. Menderes, Bağdat’ın ardından Şam’a ve Beyrut’a geçti.
Ama bu ziyaretlere açıkça sert çıkan ve hatta Türkiye Başbakanı’nın ülkesine ziyaretini reddeden biri vardı: Üç yıl önce bir askeri darbeyle Mısır’da yönetime gelmiş olan Cemal Abdül Nasır. Nasır ve arkadaşları, Kral Faruk’u devirirken Müslüman Kardeşler’le birlikte hareket etmiş ama sonra onların siyaset yapmasını yasaklaşmıştı. Bölgenin lideri olma çabasındaki Nasır, tüm Arap ülkelerinde kendisiyle benzer çizgideki hareketleri destekliyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın uzantısı monarşik-millî devletlerle ihtilalci ve nispeten genç Arap milliyetçileri arasındaki iktidar mücadelesi giderek keskinleşiyordu. 1948’den beri İsrail ve Filistin meselesi gündemdeydi tabii. Denklemin öteki yanındaysa bölgedeki gücünü korumaya çalışan Batı devletleriyle rekabette yıldızı giderek parlayan Sovyetler vardı. Peki, Türkiye’nin derdi neydi de, bu denklemde kendine yer bulmaya çalışıyordu?
AÇMAZDAN ÇIKMAYA ÇALIŞIRKEN
O dönemde Türkiye’nin öne çıkan sorunları: Ekonomik büyüme için kaynak yetersizliği; Sovyetler Birliği’nin doğu, batı ve kuzey (Karadeniz) sınırımızdaki gücü; ve giderek ısınan Kıbrıs meselesiydi. Ortadoğu’dan ayrı gibi görünse de aslında Kıbrıs, Türkiye’nin bölgeyle ilişkisinde kilit bir role sahipti. Çünkü, aynı Arap milliyetçileri gibi Rum milliyetçileri de İngiliz patronajından kurtulma derdindeydi. Bu da Türkiye’nin karşısına ciddi bir sorun çıkarıyordu: Kıbrıs Türklerinin durumu. Doğu Akdeniz haritasındaki yeri itibarıyla gerek Suriye, gerekse Lübnan önemli bir role sahipti. Bu sorunlar karşısında Menderes yönetiminin yaklaşımı, ‘Sovyetler’e karşı ABD ve Batı’yla güçlü ittifak, bu ittifakla sağlanacak mali kaynaklarla ekonomik büyüme, Ortadoğu’da etkin politikayla Doğu Akdeniz’de Kıbrıs için elini güçlendirmek’ biçiminde formüle edilebilir. Tabii, Ortadoğu’yla ilgili bu vizyoner planlar büyük ölçüde kâğıt üstünde kaldı. Evdeki hesap çarşıya bir türlü uymadı. Çünkü hem evdeki hesapta eksikler vardı, hem de çarşı birkaç yıl içinde fena karıştı!
BAŞ DÖNDÜREN OLAYLAR DİZİSİ
Türkiye ve Irak, 24 Şubat 1955’te Bağdat Paktı’nı imzaladılar. Aynı yıl içinde antlaşmaya İngiltere, Pakistan ve İran da katıldı. Menderes, diplomatik alandaki cesur hamleleriyle büyük bir adım atmış konumdaydı. Türkiye’de muhalif basın bile pakta karşı görünmüyordu. Dışişleri Bakanı Köprülü’nün ifadesiyle; beklenti “diğer kardeş Arap milletlerinin de bu hayırlı antlaşmaya bir an evvel iştirakleri”ydi.
Mısır, Batı’nın ve Türkiye’nin desteğini alan Irak’a karşı Arap liderliğinde geri kalamazdı. Nasır, Sovyetler’den silah alacaklarını açıkladı. Ama esas hamlesi 1956’da Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararıydı ki, bu uluslararası bir krizin kapısını açtı. Fransa, İngiltere ve İsrail’den aldığı askeri yenilgiye rağmen Nasır, Sovyetler ve ABD arasında diplomatik manevralar yaparak kanalı elinde tutmayı başardı. 1957’ye gelindiğinde Suriye de, Sovyet işbirliğiyle silahlanma hamlesi içindeydi. Bu bloklar arası gerilim, sınıra askeri yığınak yapan Türkiye’yle ciddi bir çatışma ihtimali doğurdu. Muhalefetteki İnönü bile Suriye’ye seslenerek “Biz böyle tehditlere alışkın bir milletiz... Memleketimizi muhafaza etmek için çalışacağız” diyordu.
Yine de Türkiye, hem Sovyet tehdidi, hem de uluslararası desteksizliğin etkisiyle silahlı harekâta girmedi. Kriz büyütülmüş ama caydırıcılık sözde kalmıştı. 1958’de Mısır, Suriye ve Yemen, Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurdular. Aynı yıl Lübnan’da bu birliğe katılmak isteyen Müslümanlarla Bağdat Paktı’na yakınlaşan Hırıstiyanlar arasında kısa süren bir iç savaş çıktı! İddialara göre Türkiye, Lübnan’a askeri operasyonda bulunan Amerika’ya lojistik destek sağlıyor, hatta kimilerine göre iç savaşta Kamil Şem’un’un tarafını destekliyordu. Suriye’nin eski başbakanlarından Kürt kökenli Hüsnü el-Barazi’nin 1955’te yaptığı gibi, 1958’de Lübnan Başbakanı Sami es-Sulh, Türkiye’ye sığındı. Aynı günlerde, Kıbrıs’taki İngiltere, Ürdün’e müdahale etmekle meşguldü. Irak’ta ise devrim vardı! Başbakan Nuri Said Paşa kaçmaya çalışırken öldürüldü. Türkiye, Irak’taki devrime karşı herhangi bir adım atamadı. Askeri darbeyle yıkılan sadece eski rejim değil aynı zamanda üç yıl süren Bağdat Paktı’ydı. Paktın mimarı Menderes de askeri bir darbeyle iktidara ve ardından hayata veda etti. Hırslı rakibi Nasır ise 1967’deki ağır savaş yenilgisinden sonra 1970’te dünyadan ayrıldı.
TESADÜF MÜ, TEKERRÜR MÜ?
Bugün, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki doğalgaz mücadelesinden Türkiye’ye sığınan Irak cumhurbaşkanı yardımcısına, Mısır’daki askeri yönetimle Türkiye arasındaki soğukluğa, Lübnan’da Suriye nedeniyle kaçırılan pilotlara kadar 60 yıl öncesiyle pek çok parallelik bulmak mümkün. Oysa bu durum ne tesadüf, ne de tekerrür. Bir yanıyla Memlûk-Osmanlı, Kavalalı-Osmanlı ve hatta Nasır-Menderes’ten miras kalan müzmin Mısır-Türkiye rekabetinin yeni bir perdesi. Diğer yanıyla da Doğu Akdeniz’deki nüfuz ve Ortadoğu’nun yönetimi mücadelesinin bir parçası. Önemli olan, tarih perdesinde izlediklerimizi film sanmamak. Çünkü evdeki hesabı dikkatle yapmadığınızda çarşıda parasız kalmak, Dimyat’a (Mısır’da bir liman kenti) pirince giderken evdeki huzurdan olmak ihtimali de var. Aman diyelim...