Oluşturulma Tarihi: Ekim 17, 1998 00:00
Operadaki görkem: AIDA Bazı kehanetler asla tutmadıkları için tarihe geçerler! İtalyan operasever Bertani Prospero da, hem Aida'nın bestecisi Guiseppe Verdi'den ‘‘tazminat’’ istediği, hem de ‘‘bu eser tiyatroyu bir kaç kez doldurduktan sonra arşivde tozlanıp kalmaya mahkum’’ kehanetinde bulunduğu için tarihe geçti. Prospero, Aida'yı İtalya'daki ilk temsillerinde iki kez izledikten sonra ‘‘heyecanlandırıcı ve elektriklendirici hiç bir yönü olmadığı’’ gerekçesiyle Verdi'den harcamalarını ödemesini istemiş. Verdi de herhalde geniş bir tebessümle bu isteği yerine getirmişti. Keşke opera tarihinin ünlü izleyicisi Bay Prospero yaşasaydı da, gelip Ankara Devlet Opera ve Balesi'nin yeni sezon açılışında sahnelenen Aida'yı izleseydi. Eminim gözleri çevrede Verdi'yi de arar ve bir asır önce kendisinden tahsil ettiği 27 lireti geri vermeye kalkışırdı! Aslında Verdi için bu küçük meblağ bir hiçti. Çünkü Mısır Hidivi İsmail Paşa, eseri l50 bin franklık bir kontratla Kahire Operası ve Süveyş Kanalı açılışlarının şerefine ısmarlamıştı Verdi'ye... Ankara Operası, geçtiğimiz haziranda Aspendos Festivali'nin açılışı için hazırladığı bu dev prodüksiyonu, Ankara'da yeni sezon repertuarına almakla isabetli bir adım attı. Fellini'nin asistanlığını yapmış Vincenzo G. Travaglini, Aspendos'un geniş sahne olanaklarını kullandığı rejisini,
trafik başta olmak üzere, Ankara'nın 50 yıllık dar sahnesine uyarladı. 213 kişilik figüran kadrosu 80'e indi. Aida'yla ülkemizde ilk kez böylesine bir görkemi sağlayan dekor ve giysilerin tasarımcısı Savaş Camgöz ise bütün bir yazı, Ankara'ya göre yeni çizim ve üretim çabasıyla geçirdi. Sonuç gerçekten göz kamaştırıcıydı. Dev heykellerle dolu tapınaktan, Nil kıyısının puslu havasına kadar sahnenin Antik Mısır'dan farkı yoktu. Zorluklara karşın görkemli zafer sahnesinde iki ata da görev verilmişti. Dört yıl önce defterden yönettiği dört perdelik Aida'yı bu kez ezberden götürecek kadar özümsemiş olan şef Antonio Pirolli, orkestradan pırıl pırıl bir tını elde etti. Bir süredir Giorgi Robev'in çalıştırdığı koro, Aspendos'tan daha temiz ve volümlüydü. Bunda hem çalışmanın, hem de açıkhavadan salona dönüşün etkisi vardı kuşkusuz. Nilgün Akkerman Aida'da, Gökhan Akyüz Amonasro'da ses ve sahne olarak dört yıl öncesinden daha güvenli ve olgun. İhsan Ekber, tam sesi olmamasına rağmen, kısa sürede hazırlayarak repertuarına kattığı Radames'le çıkış çizgisini sürdüren bir tenor olduğunu kanıtlıyor. Amneris'de bu kez Cemaliye Kıyıcı yerine Stuttgart'ta yaşayan Bulgar mezzo Zlatomira Nikolova vardı. Bizde biraz mezzosoprano sıkıntısı var. Volümlü sesiyle konuk Nikolova, Ankara Aida'sının uluslararası düzeyine çok önemli bir katkıda bulundu. Yaşı kemale ermiş sanatseverler, Ankara'da böylesine görkemli bir temsil anımsamadıklarını konuşuyorlardı fuayede. Ankara Operası, bu sezon iddialı. Genel Müdür Hüseyin Akbulut, ‘‘Çıtayı giderek yükseltiyoruz’’ diyor. Sırada Carmen ve Turandot var. Puccini'nin dev eseri Turandot'ta yine Travaligni-Camgöz ikilisi çalışacak. Yine görkem beklentisi var. Dünden bugüne ambalaj Yavuz HARANİ İstanbul Ambalaj '98 - 4. Ambalaj Endüstrisi Fuarı perşembe günü İstanbul Beylikdüzü'deki Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi'nde açıldı. 19 ülkeden 381 firmanın katıldığı fuarda birçok etkinliğin yanısıra çeşitli sergiler de yeralıyor. Bunlardan biri araştırmacı-yazar Gökhan Akçura'nın hazırladığı ‘‘Türk Ambalaj Tasarımına Tarihsel Bakış’’. Sergide artık günlük yaşantımıza iyice sinen ambalajın Osmanlı'dan Cumhuriyet dönemine tarihi gözler önüne seriliyor. Gökhan Akçura, sergide ambalaj kavramını daraltarak ele aldığını, markanın pazara girmesini başlangıç noktası kabul ettiğini söylüyor. Ambalajın Türkiye'deki tarihsel yolculuğunu şöyle anlatıyor: ‘‘Yüz yıl kadar önce Avrupa kaynaklı büyük mağazaların açıldığı yıllar, önce ithal edilen malların şık ve gösterişli kutuları çeker alıcıları. Sonra bunlara benzer, yerli ürün ambalajları çıkar ortaya. Bazı yabancı ürünler Osmanlı pazarı için özel ambalajlar yapar. Teneke ve tahta kutular gözdedir bu dönemde. Bir süre sonra karton devreye girer. Gösterişli resimlerle süslüdür bu kutular. Balabani çayları savaş gemileri kullanır kapaklarında. Tütün torbadan çıkıp ay yıldızlı kutuya girer. Şişeler anonimlikten çıkıp kişilik kazanır. Artık belli adları olan ürünlerin çağı gelmiştir. Ambalaj ne kadar çekiciyse mal o kadar kolay satılmaktadır. ÜRÜNÜN BİR PARÇASI ‘‘Cumhuriyet döneminde ilaçlar, yiyecekler, diş macunları, kahveler, sabunlar rakiplerinden kendilerini ayırmak için güçlü markalara ve çekici ambalajlara sahip olmak zorundadır. Karton kutu tenekenin saltanatına son verir. Kağıt kolay ve ucuz bir ambalaj maddesi olarak öne çıkar. Afişlerde ürünün simgesi olarak marka ve ambalaj yeni aktörler olarak yerini alır. Yiyecekler bakkal kavanozlarından kutulara girer. Kilo ile satılan malları tane ile almaya başlarız. Zaman içinde ambalaj yeni görevler edinir. Ürünün vitrini olur, alıcıyı tahrik eder. Hijyen kavramı önem kazanır. Ambalajsız ürünleri almayın sloganları sık sık tellaffuz edilir. Ambalaj ürünün bir parçası olmuştur artık...’’ Sergi ambalajın öyküsünü 60'lı yıllara kadar getiriyor. ‘‘Gerisi hepimizin yakından yaşadığı bir öykü’’ diyor Akçura: ‘‘Plastiğin öne çıktığı, ambalajın çevre sorunlarıyla boğuşmaya başladığı bir dönem bu...’’ Gökhan Akçura, sergi kendisine teklif edildiğinde bir ay gibi kısa bir süresinin olduğunu ve bu süre içinde büyük zorlukla hazırlandığını söylüyor. Ambalaj denince ilk akla gelen, firmalar, tasarımcılar ve ambalaj üreticilerinden elde etmeyi hayal ettiği ürünlerin, bilgilerin çoğuna ulaşamamış. Çünkü firmalar reklamlarında ara sıra eski ilanlarını, ambalaj tasarımlarını kullansalar da kendi tarihlerine ilişkin bir envanter çalışması yapmıyorlar. Sadece Kurukahveci Mehmet Efendi ve Hacıbekir'den birkaç ambalaj alınabilmiş. Bu konuda ilginç bir hikayeyi de aktarıyor Akçura: ‘‘Birkaç gün önce bir müzayedede halen piyasada olan bir temizlik maddesinin, üzerinde hem Osmanlıca hem Fransızca yazan eski bir ambalajının satıldığını öğrendim. Araştırdım, firmanın kendisi almış ambalajı. Firmayı büyük bir heyecanla aradım ama ambalajı yurtdışındaki merkeze gönderdiklerini söylediler. Gerekçe olarak da 'Türkiye'de böyle şeylerin kıymeti bilinmiyor' dediler. Demek ki firmalar kendi tarihlerine ilişkin ambalajlar, etiketler bulsalar bile yurtdışına gönderiyorlar’’. YARIN BİTİYOR Tasarımcılar konusunda biraz daha şanslı Akçura. Üç tasarımcının eskiz ve basılmış eserlerine ulaşabilmiş. Atıf Tuna ve Mesut Manioğlu, kendi arşivlerinden bazı çalışmalarla katılıyor sergiye. Artık yaşamayan, Suavi Sonar'ın TEKEL için yaptığı çalışmalar da eski Alper Uygur koleksiyonundan sergiye dahil olmuş. Serginin ana kaynağını koleksiyoncular oluşturuyor. Gökhan Akçura görüştüğü 50'yi aşkın koleksiyoncudan 20'sinden olumlu yanıt almış. Olumlu yanıt verenler de, güçlükle teslim etmişler ellerindeki ambalajları. Ancak koleksiyoncuların çoğunun uzman olmayışı, belli bir konuda çalışmamaları da ayrı bir zorluk doğuruyor. Çünkü koleksiyoncular sadece güzel ambalajları biriktiriyor. Bu yüzden sıradan ambalajları bulmak çok zor olmuş. Vülger olarak adlandırılan bu ürünler de Karaca Boran Works'tan sağlanmış. Çeşitli koleksiyonlardan biraraya gelen ambalajlar sigara, içki gıda gibi gruplarda sergileniyor. Bunca zorlukla oluşan serginin kitabı sponsor olmadığından hazırlanamadı ama yakında 50 tasarımdan oluşan bir katalog piyasa çıkacak. Sergi yarın sona eriyor. Ancak fuar kapsamındaki diğer sergilerle birlikte 18 Kasım'dan itibaren 12 gün boyunca İTÜ'nün Taşkışla kampusünde tekrarlanacak. Çağdaş Sanat Fuarı'nda tek Türk: 6 Ekim günü Paris'te açılan ve toplam 138 galerinin katıldığı 25. Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı'nın (FIAC) bu yılki şeref konuğu Avrupa Birliği dönem başkanı Avusturya'ydı. 12 Ekim'de sona eren sergide genç galeriler, Cartier Vakfı'nın parasal desteğiyle yer aldı. 15.000 m2'lik bir alana yayılan uluslararası galerilerin standlarında, çağdaş sanatın en yenilikçi yapıtlarının ya
button