Ölümünün 60. yılında Atatürk

Güncelleme Tarihi:

Ölümünün 60. yılında Atatürk
Oluşturulma Tarihi: Kasım 10, 1998 00:00

Haberin Devamı

Başlarken...

Ulu Önder sevgili Atatürk'ümüzün aziz naaşının, 15 yıl süreyle kaldığı Ankara Etnografya Müzesi'ndeki ‘‘Geçici Kabri’’nden, 10 Kasım 1953 tarihinde, - toprağa verilmek üzere - Anıtkabir'e nakledildiğini biliyoruz.

Bu nakil sırasında Ata'mızın tabutu açılmış ve o tarihteki görüntüsü bir yetkili tarafından siyah - beyaz fotoğrafla tespit edilmiştir.

Söz konusu tarihi belgeyi ellerinde bulunduranlar, kendi deyimleriyle ‘‘eski ve dürüst bir gazeteci ve içten bir Atatürk hayranı’’ olarak bildikleri şahsıma bunu ulaştırdılar ve ‘‘Ölümünün 60. yılında, uygun olarak neyse lütfen yapınız...’’ dediler.

Beklenmedik biçimde üstlendiğim bu ağır sorumluluk karşısında uzun uzun düşündüm. Gerçekliğinden kuşku duymadığım bu belgenin veya bir benzerinin, çıkarcı ve art niyetli insanların da eline geçmiş olabileceği; belki de aziz Ata'mızın ruhunu rahatsız edecek biçimde kullanılabileceği endişesine kapıldım.

Sonuçta bu tarihi fotoğrafın ülkemizin en yaygın ve saygın, Atatürk ilke ve devrimlerine en bağlı gazetelerinden biri olan Hürriyet'te yayınlanması için doğrudan teşebbüse geçtim.

İnanıyorum ki, bizler nasıl her şeyimizi O'na borçlu isek O da her şeyiyle bize aittir. Eserleriyle, devrimleriyle, dirisiyle, ölüsüyle...

Dolayısıyla, Türk ulusu, bu güzel ve eşsiz insanın, toprak olmadan önceki son görüntüsünü de bilmek hakkına sahiptir.

Burası mezara benzemiş Orhan Karaveli

Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin hemen herşeyden yoksun başkenti Ankara'nın önemli eksiklerinden biri de bir ‘‘Milli Müze’’ binasıydı. Zamanın ünlü Macar Türkologlarından Mezsaroş'un önerisi ve Gazi'nin emriyle görkemli bir binanın yapımına girişildi: Yıl 1925.

Atatürk, tasarımın ‘‘Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’’nın öncülerinden Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından hazırlanmasını özellikle istemişti. Bozkırın ortasında bir gece uzaydan gelmişçesine yükselen diğer taş yapılar gibi Etnografya Müzesi inşaatı da Atatürk ve arkadaşlarınca sık sık ziyaret ediliyordu.

Binanın özenle tamamlanıp çevresinin düzenlendiği bir gün, beraberinde Saffet Arıkan, Falih Rıfkı Atay, Hasan Reşit Tankut, Şemsettin Günaltay ve Yusuf Ziya Özer olmak üzere gösterişli yapıya bir kez daha gitti Atatürk. Müze Müdürü Osman Ferit Sağlam ve Profesör Remzi Oğuz Arık kendisini heyecanla karşıladılar. Ulu Önder o gün nedense çok düşünceli idi. Merdivenleri ağır ağır çıktı. Verilen izahatı dinleyerek tüm salonları tek kelime söylemeden gezdi ve birden yerinde çakılır gibi durdu. Müze müdürüne dönerek: ‘‘Burası mezara benzemiş!’’ dedi.

Sevgili Atatürk geleceği sanki bir kez daha görmüş ve aziz naaşının 8 yıl sonra, kapalı ve kasvetli bir 21 Kasım günü bu görkemli binanın merdivenlerinden ceviz bir tabut içinde ve çok sevdiği askerlerinin elleri üzerinde çıkarılacağını adeta hissetmişti.

Evet; ‘‘nereye gömelim?’’, ‘‘nasıl bir kabir yaptıralım?’’ tartışmaları genç cumhuriyetin yöneticilerini yıllarca meşgul etmiş, bu amaçla komisyonlar oluşturulmuş; bu komisyonlardan birinin üç üyesi, Falih Rıfkı Atay, 6. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün kayınpederi Selah Cimcoz ve Ferid Celal Güven, ittifakla, Çankaya üzerinde ısrar etmiş ve bütün bunlar olup biterken O'nun aziz naaşı 10 Kasım 1953 tarihine kadar, yani tam 15 yıl süreyle Etnografya Müzesi'nin giriş holündeki katafalkta ‘‘bekletilmiştir.’’ Muhtemelen hatalı tahnit sonucu, buraya getirildikten dört yıl kadar sonra tabut içinde, nöbetçi askerleri korkutan bir de patlama olmuştur.

Bilinen o ki, Profesör Emin Onat'la, Doçent Dr. Orhan Arda'nın 35 metre yüksekliğindeki esas projeleri her ne sebeple olursa olsun 20 metreye indirilmemiş olsaydı, aziz Atatürk, vatan toprağına kavuşmak için belki daha uzun yıllar beklemeye devam edecekti.

SON YOLCULUĞA DOĞRU

Hastalık ilk kez 1937 Haziranı'nda ve Yalova'da kendini hissettirmiş fakat ‘‘siroz’’ tehşisi bu tarihten tam sekiz ay sonra gene Yalova'da konulabilmişti. Bir süre Ankara'da kaldıktan sonra tedavinin iyi sonuçlar verdiği inancıyla mayısta İstanbul'a döndü Atatürk. Üstelik çok da sevinçli ve heyecanlı idi. Kendisi için, dünyanın en güzel gemisi satın alınmış ve Dolmabahçe önüne demirlenmişti. Atatürk temmuz ayına kadar içinde kalacağı Savarona'ya adeta çocuksu bir coşku ile adım attı. Ne ki bir gün aniden gelen yüksek ateşle tehlike çanları tekrar çalmaya başladı. Atatürk sabırsızlıkla beklediği 15. yıl kutlamaları için 29 Ekim'de Ankara'ya dönmek istiyor fakat doktorları bırakmıyordu. Gene de O'nun ‘‘son yolculuğuna’’ çıkmak üzere olduğunu kimsecikler ‘‘konduramıyordu.’’ Bu nedenle Celal Bayar başkanlığındaki hükümet kaçınılmaz ‘‘son’’la ilgili herhangi bir hazırlık da yapmıyordu. Yoğun tedavi için Savarona'dan bir akşam karanlığında sessizce ve alelacele getirildiği Dolmabahçe Sarayı'nda hastalık hızla ilerledi. 8 Kasım salı günü, ‘‘Saat kaç?’’ diye sordu ve komaya girdi. Acaba fani dünyaya ait bu soruyu neden sormuştu? Bilinmiyor. O gece şu ‘‘resmi tebliğ’’ yayınlandı:

‘‘İstanbul 9 (AA) - Riyaseticumhur Katibi Umumiliğinden:

Bugün saat 20.00'den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumi ahval vahamete doğru seyretmektedir. Hararet 37,6; nabız 132, teneffüs 33'tür.’’

‘‘Beni emanet ediniz’’ dediği ‘‘Türk doktorları’’ gece gündüz başucundan ayrılmıyor, kahredici bir çaresizlik içinde çırpınıyorlardı.

10 Kasım 1938 Perşembe sabahı 9'a 10 kala kalbini muayene ettiler: Sağlamdı ve düzenli atıyordu. 10 dakika sonra yapılan yeni bir muayene ile ciddi bir zafiyet işareti verdi. Birden gözlerini açtı. Hayret, bu güzel gözler - sanki sıhhatte imiş gibi - canlı ve parlaktı. Etrafındaki insanları, bir şeyler söylemek istercesine, derin derin süzüyordu.

Sonra, bu anlam dolu gözler, bir şey söylemeden, belki de söyleyemeden usulca ve huzurlu bir uykuya dalarcasına kapandı.

Dolmabahçe Sarayı üzerindeki dev atlas bayrağı görevliler yavaşça yarıya indirirken, Türk ulusu bu en büyük evladı için hıçkırıklara boğuluyor... yeryüzü bir büyük insanın yasını tutmaya hazırlanıyordu.

NAMAZI KILINACAK MI?

Ve nihayet ‘‘son rapor’’:

‘‘İstanbul 10 (AA) - Atatürk'ün müdavi ve müşavir tabipleri tarafından verilen rapordur: Reisicumhur Atatürk'ün umumi hallerindeki vahamet dün gece saat 24'te neşredilen tebliğden sonra her an artarak bugün, 10 ikinciteşrin 1938 Perşembe sabah 9'u 5 geçe Büyük Şefimiz derin koma içinde terki hayat etmişlerdir. Müdavi tabipler: Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Dr. Nihat Reşat Belger.’’

İşte bu ‘‘son rapor’’la birlikte Dolmabahçe Sarayı'ndan Türkiye'nin, dünyanın her yanına dalga dalga yayılan şiddetli deprem O'nun genç cumhuriyeti için başlıbaşına bir tarih, zor bir sınavdır. Yalnız Türkiye değil, bütün dünya benzersiz bir hümanisti kaybetmiştir. Ve genç cumhuriyetin ‘‘Atatürk’’ ve ‘‘ölüm’’ kavramlarını biraraya getirmemiş, getirememiş yöneticileri bu zor sınavı başarıyla vermişler; önlerindeki sayılı günleri, sınırlı ulaşım ve iletişim olanakları ve İkinci Dünya Savaşı öncesindeki Avrupa'nın gergin ortamı gözönünde tutulduğunda çok iyi değerlendirmişlerdir. Dünyanın her yanından koşup Ankara'ya gelen devlet adamları, mareşal ve generaller yabancı ordu birlikleri; sivil asker, genç yaşlı, kadın erkek onbinlerce Türk insanı!

Atatürk'ün eller üzerinde Dolmabahçe'den alınarak top arabasına konuluşu ve Sarayburnu'nda, Yavuz zırhlısına götürülmek üzere Zafer muhribine yerleştirilişi sırasında resmi protokolde bulunan 27 kişiden bugün sağ kalan tek kişi, o günlerin ‘‘Hakimiyeti Milliye’’ muhabiri tarihçi Cemal Kutay Hürriyet'e anlatıyor:

Atatürk'ün tek varisi ve kız kardeşi Makbule (Atadan) Hanımefendi ağabeyinin son hastalığında hep yanıbaşındaydı. Dolmabahçe Sarayı'nda hazırlanan özel dairesinde kalıyor, doktorlar kendisine iyi haberler verememenin üzüntüsü içinde zor günler geçiriyorlardı. Gene de gelişmelerden dakikası dakikasına haberdar ediliyordu. Başbakan Celal Bayar, acı haber üzerine hemen Ankara'dan gelmiş, bir süre Atatürk'ün başucunda kalıp bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra Makbule Hanım'ın yanına çıkmıştı. Metin görünmeye çalışan acılı kızkardeş birden sordu Başbakana:

‘‘Ağabeyimin cenaze namazı kılınacak mı? Kılınacaksa nerede kılınacak? Kim kıldıracak? Karar verildi mi?’’

‘‘Atatürk'ün cenaze namazı kılındı mı?’’ Belli çevrelerin bilinen nedenler ve utanmazcasına kötü niyetlerle yıllardır sömürdüğü bu konuyu aydınlatıyor tarihçi yazar Cemal Kutay: ‘‘Atatürk'ün aziz naaşı, dini şartlara, örflere ve İslami kurallara harfiyyen uyularak yıkanmıştır. Hıfzıssıhha Enstitüsü Müdürü şahsen gelerek yüzünün ve sağ elinin ‘mulajını' almıştır. Uygun bir kabir hazırlanıp orada toprağa verilinceye kadar büsbütün bozulmaması için usulü veçhile tahnit de edilmiştir.’’ Bu sırada hemşireleri Makbule (Atadan) Hanımefendi Riyaseticumhur Katibi Umumisi Hasan Rıza (Soyak) Beyefendi’yi Dolmabahçe Sarayı'ndaki dairesine çağırtarak cenaze namazının bir camide kılınıp kılınmaması konusunda şer'i hükmün ne olduğunu sormuşlar.

Türkiye'nin bu konudaki en büyük otoritesi, o tarihlerde, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi kelam ilmi ve İslam felsefesi ordinaryüs profesörü Mehmet Şerafettin Yaltkaya'dır. Bu din aliminin fikrine müracaat edilir. Profesör Yaltkaya, hiç tereddüt ekmeden ‘‘Cenaze namazlarının muhakkak camilerde kılınnması yolunda kat'i ve dini bir kural olmadığını’’ bildirmekle beraber ‘‘kıdem ve makam selahiyeti açısından’’ bir kez de Diyanet İşleri Başkanlığı'nın görüşünün alınmasını önerir. Bunun üzerine, Profesör Yaltkaya'nın daha sonra yerine geçeceği Türkiye'nin ilk Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Rıfat Börekçi'nin fikri sorulur. ‘‘Börekçi'nin görüşü, günümüz nankör, yobaz ve densizlerinin suratında bugün de aynı şiddetle patlayacak niteliktedir’’ diyor Kutay.

‘‘Atatürk'ün cenaze namazını camide kılmak zorunlu mudur?’’ sorusuna zamanın Börekçi'nin verdiği cevap aynen şöyledir: ‘‘Cenaze namazları için esas olan bu namazın temiz bir yerde kılınması şartıdır. Atatürk bütün vatanı, düşman istilasından ve düşman çizmelerinden arındırarak tertemiz bir hale getirmiştir. Dolayısıyla O'nun cenaze namazı vatanın herhangi bir yerinde kılınabilir.’’

Bu görüş de alındıktan sonra Dolmabahçe Sarayı'nın Muayede Salonu hazırlanır. Ordinaryüs Profesör Mehmet Şerafettin Yaltkaya herhangi bir Müslüman'ın namazını kıldırır gibi Atatürk'ün cenaze namazını bilinen biçimde kıldırır. Başbakan Celal Bayar namazda bulunamamıştır. Yahya Galip (Kargı) Bey son anda katılır. Sonra İstanbullular gözyaşlarını ve hıçkırıklarını güçlükle zaptederek Atatürk'ün Türk bayrağına sarılmış tabutu önünden geçerler, gece gündüz demeden ve ardı arkası kesilmeden. Generaller üçer saat sürecek nöbetlerini dimdik tutmaya başlarlar. İlk nöbeti alan dört generalden üçünün isimlerini bugün gibi hatırlıyor Cemal Kutay: Cemil Cahit Toydemir, Halis Bıyıktay ve Nazmi Solok.



Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!