Ölümünden 20 yıl sonra gördüm, benden gençti

Güncelleme Tarihi:

Ölümünden 20 yıl sonra gördüm, benden gençti
Oluşturulma Tarihi: Eylül 30, 2008 00:00

Çağdaş Türk edebiyatının en fantastik yazarlarından Nazlı Eray, kendi öyküleri gibi başından geçen "tuhaf" bir olayı, Hürriyet okurları için kaleme aldı.

Edebiyatımızın bu en sevilen kaleminin "düş"le "gerçek" arasında gidip gelen ve ürperti veren öyküsü, insan ruhunun derinliklerine bir kapı aralıyor.

Uzun yıllar önce, bir sonbahar günü Ankara’ya geldiğimde anneannem yalnızdı. Tek oğlu Demir Dayım, birkaç yıl önce Strasbourg’da yağmurlu bir gecenin içinde, arabası kayıp bir direğe çarpınca ölmüş, bu acı olay tüm ailede ve bende, çocuk ruhumda derin bir iz bırakmıştı.

Bütün hayatımı, İstanbul’u, annemi, babamı, kardeşim Osman’ı geride bırakıp, bir haftalığına geldiğim Ankara’da kırk yılı aşkın bir zaman yaşayacağımı, bana o zamanlar kim söylese güler geçerdim. Oysa bu tuhaf kent, beni erkeğine sımsıkı sarılan bir kız kurusu gibi sarmış, bir daha da bırakmamıştı.

Ne tuhaf şeydi şu yaşam, gece çökerken Ankara’ya, bu bozkır kenti yavaş yavaş gecenin o koyu kadife pelerininin altında kaybolurken, anıların titrek ışığında hayatımı düşündüm. Çok değişik olaylarla şekillenmiş, dolu dolu yaşanmış, defalarca ölümün kıyısına dayanmış tuhaf ve güzel hayatımı düşündüm.

Demir Dayı.

Onu son gördüğümde küçük bir çocuktum. Tepebaşındaki evin salonundaydım. Bana bir kitap armağan etmişti. Çok az hatırlıyorum onu. Çocuktum yeterince tanıyamamıştım, çok duyguluydu, yıllar sonra kütüphanesindeki kitapları karıştırırken bulduğum notlarından anladım bunu. Öldüğünde yirmi dokuz yaşındaydı. Anneannem genç bir hariciyeci olan Demir Dayımın ölümünü radyodan duymuştu. Anneanneme çok düşkündü. Onun ölümü, anneannemi yıkmıştı.

Gençliğimin arzuları

Benim bir gece treni ile Ankara’ya gelmem anneannemin hayatını değiştirdi. Aynı zamanda benim de yazgım değişmişti ama haberim yoktu. Hayat zikzaklar çizerek yanımda koşup gidip, geliyor, bana gençliğin ve güzelliğin arzu ettiği sürprizlerini sunuyordu.

İçine aniden girdiğim bu şehri sokak sokak, mahalle mahalle, ev ev tanımaya çalışıyordum. Benim evrenim, yaşamımın dekoru artık burasıydı. Şehri kendime göre düzenliyor, sanki bir ev gibi, anılar ve serüvenlerle onu döşeyip, zenginleştiriyordum. Hızlı yaşamım beni oradan buraya savuruyor, hayat sürprizli paketlerini bir bir önüme açıyordu. Ölümle ilk defa Ankara’da burun buruna geldim; İki buçuk yıl bir hastane yatağına çakıldım kaldım.

Gençlik ne güzeldi. Ne olduğunu tam bilemediğim bir enerji yumağının içinde yanıp, sönüyordum sanki. Yazı hayatım, İstanbul’da bıraktığımı sandığım o dünya, Ankara’da birdenbire yeniden başlamıştı.

Mezarlığa giden otobüs
/images/100/0x0/55ea0afaf018fbb8f8667501


Bir gün tuhaf bir şey oldu. Uzun yıllar önce. Bu kentte.

Rasgele bir otobüse bindim. Eski Cebeci Mezarlığı’na gitmek istiyordum. İçimde tuhaf, karşı koyamadığım bir istek vardı. Demir Dayıma gidecektim. Mezarlığının yerini bile bilmiyordum, sora sora, iki otobüs değiştirip sonunda buldum orayı. Cebeci’nin bir ucundaydı. Mevsim ilkbahardı. Martın 13’ydü.

İçimdeki karmaşık duyguları bugün gibi hatırlıyorum. Sanki az sonra Demir Dayımla oturup akşamüstü çayını içecektim. Sanki bir cafe’de beni bekliyordu o. Tuhaf duygular içindeydim.

Eski mezarlığa ulaştığımda şaşırdım. Kocaman, unutulmuş, sessiz, kimsesiz ve hüzün dolu bir bahçeydi burası. Yeşermiş ağaçlarda bülbüller ötüyordu. Oradaki ilkbahar garip bir ilkbahardı.

Önümdeki yüzlerce mezar taşına bakakalmıştım. Demir dayımı bulmam imkánsızdı. Ama o sanki çağırıyordu beni.

Hayatımı şekillendiren olaylar, gökyüzünde avare avare dolaşan bulutlar gibi yerlerini alıyor, gençliğin o yarı sarhoş hali ile bunun farkına bile varmıyordum.

Beni yanına çağırmıştı

Müdüriyete çıkmış, eski yılların defterlerini karıştırıyordum, tozlu sararmış defterlerdi bunlar. Satırlarında güzel bir el yazısı ile ölülerin isimleri yazıyordu. Ölüm tarihini bile tam bilemiyordum, ama sonunda buldum yerini.

Az sonra yanı başındaydım. Garip bir huzur duydum. Demir Dayımın yanında bir süre oturdum.

Ölümün sessizliği ve çaresizliği ilk kez bana bu kadar yakındı. Yandaki ağaçta öten bir bülbül sanki Demir Dayımın yarım kalmış hayatını anlatıyordu bana.

Eve döndüğümde, anneannem merak içinde nerede kaldığımı sordu.

"Demir Dayımı ziyaret ettim anneanne..."

Şaşırmıştı. Öylece kaldı bir an.

Sonradan söyledi bana, o gün Demir Dayımın Strasbourg’da, o korkunç kazada öldüğü gündü. 13 Mart.

Çok şaşırmıştı anneannem.

Bazı ağaçların çiçek açtığı bir gün. 13 Mart. Demir Dayım o gün beni yanına çağırmıştı.

Anneannemin son arzusu

Aradan yirmi yıl geçti. Canımdan çok sevdiğim anneannem hastalanmıştı, bir hafta sonra öldü. En büyük arzusu, Demir Dayımın mezarına gömülmekti.

Hayatta bu en sevdiğim varlığın ölümü yıkmıştı beni. Dayanamayacak gibiydim bu acıya, ama gelişen olaylar beni güçlendirdi ve hayatın tuhaf gösterilerinin hiç bitmeyeceğini birkez daha gösterdi. Arkadaşlarım yanımdaydı. Anneannemin son isteğini yerine getirmek bana biraz güç veriyordu.

Mezarlığın oralarda bir yerlerdeydim. Adımın anons edildiğini duydum. Müdüriyete gittiğimde, "Açılan mezarda genç bir erkek yatıyor. Dün gömülmüş olmalı. Bir kazada ölmüş olmalı. Sizin teşhis etmeniz lazım. Yanlış mezarın açıldığını sanıyoruz" dediler.

Şaşkındım. Nasıl cesaret ettim de gittim bilemiyorum, anneannemi düşünüyordum yalnızca. Yanıma bir arkadaşımı alıp, memurun ardından yürüdüm. Sıcak bir haziran günüydü. Bunaltıcıydı hava. Kiraz mevsimiydi.

İleride işçiler kazılmış bir mezarın başındaydılar. Rüyada yürür gibi onlara doğru gittim. Önümde alüminyum bir tabut duruyordu. Bir sardalye kutusu gibi bükülerek açılmıştı.

Yavaşça eğilip içine baktım.

Demir Dayım orada yatıyordu. Yakışıklıydı, ölü gibi değildi. Saçları bembeyazdı ama yüzü çok gençti. Birden onun benden genç olduğunu fark ettim. Üstüne sarılmış beyaz kefen, hava ile temas ettikçe uçuşuyor, sanki bir güvenin ateşle paralanan kanatları gibi toz olup haziran güneşine karışıyordu.

Başka bir dünyanın insanını ölümünden yirmi yıl sonra görüyordum.

Demir Dayım oradaydı. Hiç bozulmamıştı.

Gözleri kapalıydı. Göğsünde pas renkli bir leke vardı. Eğilip ona dokunmak istedim. Lastik eldivenli işçiler beni tuttular.

Yanımdaki arkadaş Demir Dayıma aşık olmuştu sanki. Gözlerini ondan ayıramıyordu. Ne yazık ki yanımızda bir fotoğraf makinesi yoktu. İşçiler de şaşkındı.

Hayat tuhaf bir şey

O genç ve yakışıklı erkek, oracıkta yeniden dünya yüzünü görmüş; ama hava ile temas ettikçe yavaş yavaş yeniden ait olduğu sonsuza karışıyordu sanki.

Bu yaşadığım gerçek inanılmayacak bir şeydi. Yıllar sonra bunu daha iyi düşünüp anlayabildim.

Anneannemin cenazesinden sonra eve döndüm. Yapayalnızdım. Salon duvarındaki anneannemin çerçeveletip astığı Demir Dayımın fotoğrafına uzun uzun baktım.

Acaba Ankara’ya o mu getirmişti beni?

O mu çağırmıştı beni İstanbul’dan?

Bunu şimdi düşünüyorum.

O fotoğrafı hiçbir zaman yerinden kaldırmadım. O köşe anneanneme ait bir köşe.

Gece uyandığımda, karanlıkta salona geçtiğimde Demir Dayım uzaktan, siyah beyaz fotoğrafın içinden bakar bana. Hapsolduğu o dünyanın içinden.

Hayat tuhaf bir şey. Şu yaşadığımı çok az insanın yaşadığını tahmin edebiliyorum.

* * *

Nasılsın Demir Dayı?

Beni Ankara’ya sen mi çağırdın yıllar önce? Bazen merak ederim bunu.

Hayat çok renkli. Dolu dolu, her şey var içinde. Güzel, çok güzel şey yaşamak.

Sen yaşayamadın, erkenden gittin. Belleklerde bir acı yumağı gibi kaldın. Ne kadar çok isterdim seni tanımayı. Gerçekten tanımayı.

* * *

Kentin siyah kadife pelerini dalga dalga üstüme doğru geliyor. Gece oluyor.

Tüylerim ürperdi. Rüzgár serin.

Gelin, gidelim artık.

Nazlı Eray Hürriyet okurları için yazdı
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!