Güncelleme Tarihi:
“Krizin arkasına saklanmasınlar”
Nahit Kabakçı, kızının adını verdiği Hüma Kabakçı Koleksiyonu’nu, diğer iki 2010 Avrupa Kültür Başkenti Essen (Almanya) ve Pecs’te (Macaristan) sergileyecek. Ardından yine Almanya’nın Gostlar şehri ve Belçika gelecek. İstanbul 2010’da ise koleksiyonu göremeyeceğiz çünkü martta yaptığı başvuruya altı ay boyunca olumlu-olumsuz yanıt alamamıştı Kabakçı. Ta ki birkaç gün önce, İstanbul 2010 Görsel Yönetmeni Beral Madra’dan gelen ret yanıtına kadar.
Kabakçı ayrıca, söyleşide okuyacağınız ve Madra’nın krizi sebep gösteren cevabıyla ilgili yorumunun geniş halini bir açık mektupta dile getirdi.
İstanbul 2010 macerası nasıl başladı?
Avrupa’da iyi bir serginin çalışması yaklaşık üç yıl sürüyor. İstanbul 2010’da çalışan beylerin düşündüğü gibi üç ayda hazırlanmıyor. Neyse, Almanya ve Macaristan sergileri zaten belliydi. Sonra Belçika da eklendi. Geçtiğimiz martta da “Madem üç kültür başkenti var, İstanbul’a da proje sunalım” dedim ve dosya verdik. Altı ay boyunca cevap gelmedi.
“Bu olay başka şehirde olsa istifa etmesi gerekirdi”
Sonunda İstanbul 2010 Görsel Yönetmeni Beral Madra’dan geçenlerde bir cevap geldi. Nasıl değerlendiriyorsunuz cevabı?
Sayın Beral Madra, Hüma Kabakçı Koleksiyonu Sergisi’nin 2010 İstanbul Kültür Başkenti Projesi’ne dahil edilmemesini “global ekonomik krizin ülkemize yansımaları neticesinde ajansın etkilenmesi” olarak tanımlamış. Global krizden Almanya ve Macaristan da etkilendi; ancak Ruhr ve Pecs’te bu koleksiyon sergilenecek. 2010 İstanbul’da ise ağustos ayının sonuna kadar her şey özellikle gizli tutuldu ve kamuya çok az bilgi verildi.
Beral Madra’ya şunu söylemek isterim: “2010 İstanbul ajansı size görsel yönetmen olarak görev verdiğine göre, sizin küratörlüğünü yaptığınız Orta Asya Ülkeleri 2009 Venedik Bienali Pavyonu’na, 2010 İstanbul ajansı bütçesinden fon ayırmamalıydı. Veya en azından, Venedik Bienali Türkiye Pavyonu Danışma Kurulu Üyesi olarak, aynı büyüklükteki bir başka fonu da siz Türkiye pavyonuna aktarabilirdiniz”. Açıkça görülüyor ki, İstanbul 2010 Ajansı’nın fonlarının bir kısmı sayın Madra’nın bir başka görevdeki çıkarları ya da statü sağlamlaştırması doğrultusunda kullanılmıştır. Böyle bir olay Ruhr 2010 Ajansı’nda olsaydı; görsel yönetmen hemen istifa ederdi veya istifa etmek zorunda kalırdı. Ekonomik kriz bahanesinin arkasında başka hangi sebepler var çok merak ediyorum.
Koleksiyonu anlatır mısınız biraz?
Koleksiyonum iki bölümden oluşuyor; biri Türk bölümü, öbürü de Türkçe konuşan ülkeler. Bu bölüm Kırgızistan, Kazakistan, Gürcistan, Azerbaycan, Rusya, Bulgaristan ve Makedonya’yı kapsıyor. Dünyada resim toplayan on binlerce koleksiyoncu var. Burada bu işi en iyi yapan, en iyi ihtimalle 5 bin 600’üncü olacaktır. Ben bununla yetinmiyorum, birinci olmak istiyorum. Bu bölgede de tekim.
“Kendime ‘misyoner koleksiyoncu’ diyorum”
Nasıl oluştu bu koleksiyon?
Bundan 10-15 yıl önce elimde 2 bin resim vardı. Acaba doğru mu alıyorum diye endişeye kapıldım. 100 yıl sonra torunlarımın benden aptal diye bahsetmesini istemiyorum çünkü. Avrupa’dan üç ünlü müze müdürünü davet ettim, bir yarışma yaptık. Sonunda elimdekilerin çoğunun hiçbir sanatsal değeri olmadığı ortaya çıktı. İlk etapta 1900’ünü sattım, sonra elek daraldıkça 54 tane kaldı. Adamlar beni kale almadı. Tavırlarından anladım ki Türk resim piyasası küçümseniyor.
Bu sizi kamçıladı mı?
Tabii. 2003’ten beri full-time koleksiyoncuyum. Tek hedefim yurtdışında müzelerde sergi açmaktı. Bu bir misyona dönüştü, onun için “misyoner koleksiyoncu” diyorum kendime.
Ama yurtdışında muhtelif Türk sergileri açıldı zaten.
Hiçbiri müzede değildi. Türkiye’de çağdaş resim 1945’ten sonra başlar, bu 60 yıllık resimlerin toplu koleksiyon halinde gösterilmesi Türkiye dışında herhangi bir müzede gerçekleşmedi.
Koleksiyonunuz neden kızınızın adını taşıyor?
Kızım 19 yaşında, onu üç yıldır yönlendiriyorum, bütün müze müdürleriyle tanışıyor. İnisiyatifi yedi yıl sonra ona bırakacağım. İyi bir koleksiyon için en az üç-dört nesil lazım. Yani koleksiyonun tadını torunlar çıkaracak.
“Bana resmi Pekinel kardeşler sevdirdi”
Nasıl başladı koleksiyonerlik?
1970’lerin başında, Almanya’da okuyan, Porsche kullanan bir talebeydim. Frankfurt’tan kalkıp aklıma esti diye Cenevre’ye pizza yemeye gidiyordum. Bir partide iki Türk kızına rastladım, Güher-Süher Pekinel kardeşler... Onlar Frankfurt’ta müzik okuyordu. Bir gün dediler ki Heidelberg’de Dali sergisi var. Hayatımda ilk defa resim sergisine gittim. Muazzam hoşuma gitti. Sonra Frankfurt’ta bir galerinin vitrininde bir Dali resmi gördüm, fiyatı 6 bin mark. Param da çok, ne yapacağımı bilemiyorum. Üç kere girdim çıktım. Sonunda dedim ki, ben bu parayı hafta sonu kız arkadaşımla Paris’te harcayacağım. O eğlence bana bugünkü parayla 5 milyon dolara mal oldu. Sonra ‘80’li yıllarda resim almaya başladım.
İlk aldığınız resim neydi?
Nuri İyem’in ünlü portrelerinden biriydi. Daha sonra çıkardım elimden çünkü çok ticari hale gelmişti. 10 yıl da galericilik yaptım. Bir gün Hollanda Konsolosu dedi ki, “Evladım bu iş senin asaletini artırır ama her gün fakirleşirsin”. Ben de fakirleşmeyeyim diye kapattım galeriyi. Sırf koleksiyoncu oldum ‘96’dan itibaren.