Güncelleme Tarihi:
Yazarın ne demek istediğini, Endülüs’ü keşfetmeye çalışırken, İspanya’nın şirin bir sahil kasabasında, adeta denizin ortasından doğan güneşin ihtişamını seyrederken yakaladım. Anladım ki, bizler, çoğu zaman, kendi yarattığımız dünyaya kendimizi mahkum ediyoruz. Gündelik işler bizi o kadar yoruyor ki, güneşin ışınlarının dünyaya 8 dakika geldiği bilgisinin ne anlama geldiğini hiç düşünmüyoruz...
KENDİMİZİ ÖZGÜRLEŞTİRMELİYİZ
Hadot şöyle diyor: “Benim için her şeyden önce gelen, bir perspektiften başka bir tanesine geçmek için gösterilen çabadır. Eskimiş bir şarap fıçısında kapalı kalmış sinekler gibi olduğumuzu söyleyen Çinli bir filozofun bu ifadesini her zaman çok beğendim. Dünyanın genişliğinde nefes almak için bu kapatılmışlıktan çıkmak gerekir. Davranışlarımız bir tür soyut evrensellikle otomatik şekilde belirlenmez elbette, fakat her durumda önemli olan, bakışımızı salt çıkarlarımıza kilitleyen at gözlüklerinden kendimizi özgürleştirmektir.
MİKROSKOBİK ŞEYLERİZ
Kendimizi başkalarının yerine koyma ve eylemlerimizi, insanlığı, soyut bir insanlığı değil, yaşayan diğer insanları ve dünyayı hedef alan bir perspektife yerleştirmek söz konusudur; buradaki amaç ‘Kozmosa şu katkıda bulundum’ demekten ziyade olayları bu geniş perspektifte konumlandırmaktır. Bu, şu şekilde özetlenebilecek çok geleneksel ve temel bir temadır: Dünyanın kendisi bir noktadan ibarettir ve bizler de uçsuz bucaksızlık içinde mikroskobik şeyleriz.”
(Hadot, Yaşam İçin Felsefe, 195-6)
İnsan iç içe geçmiş üç dünyada yaşıyor
Evet, okyanus hissi, insana çok farklı pencereler açıyor; dünyanın görüntüsü değişiyor. İnsan, iç içe girmiş üç dünyada yaşamak durumunda. En dışta, sürekli genişleyen evrenin boşluğunda dönüp duran bildiğimiz dünya. İkincisi, hazır bulduklarımıza yaptığımız katkılardan oluşan kültür dünyası. Üçüncüsü ise, bizim her iki dünyaya dair algılarımızla inşa ettiğimiz zihnimizdeki dünya. Çoğu zaman, zihnimizdeki dünyaya kendimizi zincirlediğimizin farkında bile olamıyoruz. İşin kötüsü, bu yarattığımız dünyanın pencerelerinden değil, çatlaklarından sızan ışıkla bu kendi inşa ettiğimiz dünyayı; bu dünyanın sığ ölçüleri ile de evreni anlamaya ve açıklamaya çalışıyoruz. Okyanus hissi, her üç dünya ile ilgili kalıpları bir anda eritiveriyor. İnsan, tuhaf bir şekilde, kendisinin kum, çakıl, tuz, su, toprak türünden bir varlık olduğu, ya da o varlıklar tarafından yutulduğu gibi bir duyguya kapılıyor... İnsanı yoran duygular… Bir an, “Varlık” denilen her şeyin buharlaşıverdiği gibi bir duygu esir alıyor insanı... Her şey, sanki görüntülerden, gölgelerden ibaret...
Tanrı’nın varlığının kanıtı insanın kendisi
Sanıyorum, insanın biricik, tek, özgün bir varlık olduğu ile ilgili bilinç, böylesi ortamlarda daha bir uç veriyor. Tanrı’nın varlığının en güzel kanıtı insanın kendisi değil mi? “Okyanus hissi”nin Tanrı’yı anlamaya, O’nun sonsuzluğunu hissetmeye kapı araladığını düşünüyorum. “okyanus hissi”, bize, kendimizi aşma, yarattığımız dünyanın sınırlarını eritme imkanı sağlıyor. Bu hissin özgürleştirici bir boyutu var. “Okyanus hissi”, insanoğlunun evrensel boyutlu düşünebileceğini göstermektedir. Sanki hayatın sınav olması, bir yönüyle de “evrensel ölçekte” düşünebilmek ve bu düşünceye uygun davranışlar geliştirebilmekle ilgili olmalı... İnsan varoluşsal bütünlüğü hesaba katmaya başladığında, evrensel boyuta yönelmiş olur. Kalıcı olan da evrenselliktir...
Allah ve kullarının ortak ismi “Mü’min”
Kızılabdullah, kendisine inanılması ile güvenilmesini isteyen Allah’ın, kullarından da güvenilir olmasını istediğini, hatırlatıyor.
Yrd. Doç. Dr Yıldız Kızılabdullah - Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Eğitimi Anabilim Dalı
ALLAH’ın güzel isimleri anlamına gelen Esma-i Hüsna, bizlere Allah’ı tanıtan, onun sıfat ve özelliklerini bilmemizi sağlayan isimlerdir. Bu isimler içerisinde bir tanesi vardır ki bunu Allah hem kendisi hem de kulları için kullanmaktadır. Bu isim “mü’min” ismidir. İlk akla gelen anlamıyla “inanan” anlamına gelen bu ismin göz ardı edilmemesi gereken bir anlamı daha vardır ki bu da “güven verme” anlamıdır. Ayette kullanılan ifade şu şekildedir: “O, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.”
İnanç ile güven arasındaki ilişki nedir?
Yaratıcının hem kendisi için hem de kulları için bu ismi kullanması oldukça manidardır. Kendisine inanılması ile birlikte güvenilmesini de isteyen Tanrı, kullarının da güvenilir olmasını istemektedir adeta. Hem güvenilir olmasını hem de çevresine güven vermesini. İnanmak, güvenmekle birlikte olan bir eylemdir çünkü. Güvenen insan inanır. Hz. Muhammed de “Mü’min insanların malları ve canları konusunda kendisinden emin oldukları (güvendikleri) kişidir” derken buna vurgu yapmaktadır aslında.
Güven duygusunun toplumsal anlamı nedir?
O halde mümin bireyler olmak, güvenilir bir toplum oluşturmak ve birbirimizden emin olmak zorundayız. Birbirimize güvenmenin huzur içerisinde yaşamanın ilk şartı olduğu gibi bir değer olarak güven, dostluğun ve kardeşliğin de ön koşuludur. Bu güven ikliminin yolu nereden geçer, nereden başlamalıyız, neden güvenlerimizi kaybettik, iyi tespit etmeliyiz. Güvenmek, güven vermekten geçer bunu hiç unutmamalıyız. Çift boyutludur aslında güvenmek ve güvenilir olmak. Bir eş, bir anne-baba, bir işçi-işveren, amir-memur ve bir evlat olarak birbirimize olan güvenimizde bu boyutları göz ardı etmemek gerekmektedir. Eğer biz çocuğumuza güven verirsek, o bize güvenir ve güven vermenin önemini anlar, biz çocuğumuza güvenirsek, o da güvenimizi kaybetmemek için bize güven vermeye gayret eder. Eğer işçi işverene, işveren de işçiye güvenirse, o işletmede işler daha düzgün yürür.
Güven nasıl bireye kazandırılır?
Değer eğitiminin ailede başladığını okulda ise desteklenerek geliştirildiğini kabul ettiğimizde güveni bir değer olarak işlemek ve bireye kazandırmak da ebeveynin görevi olarak çıkar karşımıza. Aslında burada yapılması gereken en önemli şey, rol model olmaktır. Rol model olmak sanıldığı kadar kolay olmamakla birlikte, eğitimdeki en kalıcı yollardan biridir. Bu yönüyle aile eğitimini değer üreten ve değer kazandıran bir ortama dönüştürmek belki de en önemli görev olarak karşımıza çıkmaktadır. Gelecek nesillere aktaracağımız en kalıcı mirasımız da bu olsa gerektir.
Kuran’dan Dualar
(Erdemlİ bir kişi kırk yaş olgunluğunda şöyle dua eder:) “Ey Rabbim! Bana ve anne-babama lütfettiğin nimetler için ebediyen şükretmemi ve Senin kabulüne mazhar olacak (şekilde) doğru ve yararlı şeyler yapmamı nasip et; benim soyuma (da) iyilik bahşet. Gerçek şu ki, pişmanlık içinde Sana döndüm; elbette ben Sana teslim olanlardanım” (AHKAF/15).
Kulak damlası orucu bozmaz
KULAK ile boğaz arasında da bir kanal bulunmaktadır. Ancak kulak zarı bu kanalı tıkadığından, su veya ilaç boğaza ulaşmaz. Bu nedenle kulağa damlatılan ilaç veya kulağın yıkattırılması orucu bozmaz. Kulak zarında delik bulunsa bile, kulağa damlatılan ilaç, kulak içerisinde emileceği için, ilaç ya hiç mideye ulaşmayacak ya da çok az ulaşacaktır. Daha önce de belirtildiği gibi, bu miktar oruçta affedilmiştir. Ancak kulak zarının delik olması durumunda, kulak yıkattırılırken suyun mideye ulaşması mümkündür. Bu itibarla, orucu bozacak kadar suyun mideye ulaşması halinde oruç bozulur.
Kum tepelerinin arasında kavmini uyarmıştı
AHKAF SURESİ: Sure, Mekke’de Casiye’den sonra, Zariyat’tan önce gönderilmiştir. İbn Aşur’un tespitine göre sure, peygamberlik geldikten iki yıl sonra vahyedilmiştir. Meşhur adı Ahkaf’tır. “Kum tepeleri” manasına gelen bu kelime surenin 21. ayetinde geçmektedir: “Ad’ın kardeşini (Hud) hatırlat. Hani O, kum tepelerinin arasında kavmini -kendinden önce ve sonra da bu kabilden uyarılar olmuştur- şöyle uyarmıştı: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size gelecek büyük bir günün azabından gerçekten korkuyorum!”