Güncelleme Tarihi:
Bazı başucu kitaplarım vardır benim, orada durmasalar da. Bunlardan ikisi Bertrand Russell’in Aylaklığa Övgü’sü, diğeriyse Theodor Adorno’nun Minima Moralia’sı. Adorno, insanın kendinden ve doğadan uzaklaşmasıyla öznel ve nesnel dünyalarının değişimini, buna paralel olarak da gelişen emperyalizmi çok güzel çözümler.
Russell ise insanın “insan gibi” yaşayabilmek için günde dört saat para için, kalan zamanını ise kendi istek ve yetenekleri doğrultusunda, bunlara dilediği kadar zaman ayırarak geçirmesi gerektiğinden dem vurur. Yani genel anlayışın aksine, bir işyerinde geçirilen zamanın dışındaki çalışma da iştir ve böylece iyi bir hayat düzeni kurulabilir. Herkes para kazanacağı işi bulabileceği gibi, onun dışındaki alanlarda da para kaygısı gütmeden çalışabilir.
Bir tablo çizmeye çalışıyorum ki doğru dürüst anlatabileyim dilimin ucundakileri. Bunun için Picasso’nun, çoğumuzun bildiğinin aksine, her zaman böyle resim yapmadığını da söylemem gerekiyor. Onun ünlü olmasını sağlayan çocuksu resimlere ulaşmak için, klasik tarzda, tonla resim yapması gerekti.
Demem o ki bu hayatı öğrenmeye, çözümlemeye, anlamaya çalışırız: Okuruz, yazarız, çizeriz, konuşuruz... Bazen hırslıyızdır, bazen güzel
ÇÖLÜN ORTASINDAKİ HAYALLER
Gayet normal bir gün için Bekir Ağabeyin “çizdiği” tablo: “Bazen gece açılıyoruz denize, Andree uyurken tekneyi güzel bir koya ya da sevdiğimiz bir yere götürüyorum. Sonra gün doğmadan hemen önce onu uyandırıyorum, denizin üstünde güneşe karşı kahvaltı ediyoruz.”
Nasıl da mutluluk verici değil mi? Denizciliğe nasıl başladığını sorduğumda Bekir Ağabey, başka bir tablo çiziyor, hemencecik, orada! Tıpkı ünlü bir Frenk ressamın tablosunda, resmedilenin ardındaki aynadan yansıyanı da resmetmesine benzer bir sahne yaşıyorum aynı anda:
“Aslında hem denize ilgim, hem kaptan oluşum, hem de denize açıldığımda iki şey yoktu. Deniz yoktu ve tekne yoktu, hatta su yoktu! Çünkü Harran Ovası’nın ortasında bir köy... Babam orada nahiye müdürüydü. İlk-okul dördüncü sınıftaydım ve ders kitaplarım dışındaki tek kitabım, bir çizgi romandı. Orada Amerikalı bir aile, baba, anne, oğul ve kız denize açılıyor. Tekne su almaya başlıyor, bir adaya sığınıyorlar. Babayla oğlun tekneyi onarması, o arada anneyle kızın ormandan bulduklarıyla yemekler hazırlamasını anlatıyordu. Benim dünyamda inanılmaz bir yer etmiştir. Harran gibi bir çölde, dağ ve denizlerin ortasında olduğum bir hayal dünyası yaratmıştım yani.
Fakat bir sorun vardı: Bizim evde her mangal yakıldığında benim kitabımdan bir sayfa eksiliyordu! En son resimli romanın son sayfası -büyük bir kareydi o- kaldığında (babayla oğul tekneyi denize indiriyor, kız ile annesi de onların arkasında) duvara astım onu.
İşte o zaman, böyle başladı: Ne zaman bir avuç su görsem, onu denize çevirebilirim ben. Hemen orda bir teknem olur, bir yağmur birikintisinde bile denize açılabilirim.”
Dergimizin ilk sayısındaki “Çölde yelken açtım” başlıklı yazısından hatırlıyorum bu hikâyeyi. Sonraki yılları da yine oralarda, Urfa’da geçmiş Bekir Ağabeyin. Üniversite için gelmiş Ankara’ya. Derken Andree ile tanışıp evlenmişler. “Paramız olduğunda yaptığımız ilk iş, lastik bir bot almak oldu” diye anlatıyor Bekir Ağabey: “Dergideki ilk yazıda onu da anlatmıştım. Botun patlak olmasına rağmen kim tutar bizi diye döndük o gün. Gittik büyük bot aldık, ondan sonra polyester, ahşap botlar edindik, kayıklar aldık. Aslında susuz değildir Ankara, çevresinde bir sürü baraj, göl, nehir vardır. Oralara gittik, kamplar kurduk, devamlı uğraştık. Sonra sıra geldi artık, büyük bir tekneyi kullanmak için ehliyet almaya.”
“İşte o zaman yine iki şey eksikti” diyor: “Ne tekne vardı, ne de deniz! Bir tek Profesör Esen Özhan Hoca vardı, dersi o veriyordu. Denizci alameti olarak başında denizci şapkası vardı yalnızca. Amatör kaptanlık ehliyetini de böylece aldım.”
İKİNCİ KAPTAN BELLİ!
Sohbetimiz sür git devam ediyor sanmayın. Cunda’daki evde üç yavru köpek var, onlarla tanıştırıyor Andree. Kangal ve av köpeği kırması altı yavrunun üçüne güvenilir, sevecen yuvalar bulunmuş. Bir tanesi Coşkun’larla kalıyor; bir süre sonra hep beraber Ankara’ya gidecekler. Diğer ikisinin yerleştirilmesi konusunda ise karar vermek üzereler.
Yeni bir köpekleri var yani: Postal. Patileri, benim 25 kiloluk kızımın iki katı, üstelik henüz üç aylık! Postal onlara çok uyacağa benziyor: Denize karşı bir gölgede yatarken buluyoruz küçük beyi. Bekir Ağabey de tekneye alıştıracağım onu diyor. Hepsi bahçeye toplaşıyor yemeklerini yemek için. Andree sürekli peşlerinde; arada da kedileri soruyor. Neredeler? Bir telaş... Oh, hepsi iyi...
Şimdiki tekneleri Pako’yu soruyorum, ayrıca hiç yelkenli tekne düşünmediniz mi diye de ekliyorum. (Yelkenli teknelere “direkli” diyor Bekir Ağabey.)
“Biz direkli, direksiz, büyük, küçük bir sürü tekne aldık, olmadı” diye anlatıyor: “Direkli denedim, ama çok ip var! İpleri hep karıştırdım. Fakat asıl sorun, Cunda uygun bir yer değil. Çünkü burada yazı yazıyorum, günün ancak iki üç saati rahatım. Onun dışında sürekli çalışıyorum; telefon görüşmeleri, ziyaretçiler... Geceleri de çalışıyorum bazen.
İkincisi, burada çok sığlık var, evin önü de sığ ki teknenin oraya gelmesi lazım. Bir de motoryatın en iyi yanlarından biri, tek başına kullanabilmek... En sevmediğim şey teknemde yabancıların olması. Misafiri çok severiz o başka. Gemiciden, kaptandan söz ediyorum ben. Tek başımayken çok mutlu olurum, o yalnızlığı da kimseye kaptırmak istemem. Seneye direkliye geçmeyi düşünüyorum, ama gerektiğinde yelkene ihtiyaç duymayacağım şekilde, güçlü bir motoru olmalı. En azından deneyeceğim. Öteki genel yayın yönetmenim Yılmaz Öztürk’ü de ikinci kaptan olarak çağıracağım o zaman!”
DUVARA ÇİVİ ÇAKMAK
Teknede Andree ile nasıl bir ikili olduklarını soruyorum. “İyi bir ikiliyiz” diye yanıtlıyor Bekir Ağabey: “Unuttuğum şeyleri hatırlatıyor bana. Mesela demir aldın mı? Arkamızdan bir şey geliyor, o nedir? Dikkat önümüzde Midilli Adası var, çarpma gibi...”
Tekne için mobilya veya başka bir şey gerektiğinde mümkün olduğunca kendisinin yaptığını biliyorum ya, onu da soruyorum. Bunları nasıl öğrendi acaba? Yanıt, tam Bekir Ağabey’e yakışır nitelikte: “Aslında duvara çivi çakmakla başlar her şey. Duvara çivi çakmayı bilmek çok önemli bir hadisedir. Ben olsam duvara çivi çakmayı bilmeyen insanı başbakan yapmam mesela. Siyasete giren adamı bir duvarın önüne götürüp, eline bir çivi verip, çak demek lazım. Beceremeyeni başbakan, bakan, gazeteci, belediye başkanı vs yapmamalıyız, onları ülke yönetiminden uzak tutmalıyız; yani hobisi, bir şey becerme yeteneği olmayanları. Ha, benimki tekne yönetimi; tekne karaya oturursa çok çok yüzerek karaya çıkarız. Fakat Türkiye karaya oturuyor bu yüzden.”
Denize çıkmak acıkmak, acıkmak da güzel yemekler yemek demek. Teknede yemek yapıyor musunuz? İkisine de yönelttiğim bir soru ama Andree veriyor yanıtı ve şöyle akıyor sohbet:
Andree: Tekne dar olduğu için zor şeyler yapmıyorum.
Bekir Ağabey: Olsun, börekleri tabağa koyuyorsun ama.
Andree: Evde yapıp öyle götürüyorum, teknede ısıtıyorum. Çay demliyorum. Uzun bir yolculuğa çıkmadık, çıksak yaparım. O zaman kocam her gün makarna yer herhalde! Çünkü ben bayılıyorum makarnaya.
Bekir Ağabey: Benim altı günlük uzun bir yolculuğum var, ama Andree’yle birlikte hiç uzun yol yapmadık. Burada bir sorun var: Denize açıldığımız zaman telefon görüşmeleri sınırlanıyor, onun için çok uzak kalamayız. Bir de tabii evdeki kedi ve köpekler de uzağa gitmemizi engelliyor.
Andree: Bizim güzel ve sorunsuz bir seyahat yapabilmemiz için, Nuh’un Gemisi gibi bir teknemiz olması lazım. Bütün hayvanlar gelirse, kedilerimiz, köpeklerimiz, o zaman Cannes’a bile gideriz!
Bekir Ağabey: Andree’ye kalırsa bizim arsa büyüklüğünde bir tekne almamız lazım! İçine kulübe bile yapabilmek için...
Andree: E, Postal var, Sarı Şeker var, Caniko var, Ankara’dakiler var; buradakileri de düşünürsek Nuh’un Gemisi şart!
Bugüne kadar hep motorlu tekneler kullanmış Andree ve Bekir Coşkun. Şimdiki tekneleri 1986 model bir Fairline olan 11 metrelik Pako’yu birkaç sene önce almışlar. Hemen aklıma geliyor tabii; hem denizci millet olmadığımızdan yakınılıyor, hem de mesela vergi konusunda bir sürü zorluklar çıkartılıyor. Niye herkes karşı çıkmıyor, niye alavere dalavere yollara sapılıyor?
KÖTÜYE SİYAH BAYRAK
“Bir tek bu vergi konusunda değil ki çoğunluğun sessizliği” diye yanıtlıyor: “Bütün koylar elden gidiyor. Kıyılarımız kokuyor artık; bütün kooperatiflerin, sitelerin kanalizasyonları denizlere bağlı. Oysa buna en çok denizden teknesiyle yararlananların tavır koyması lazım. Mesela ben bu yaz başı önerdim Yacht Türkiye’de: Bir koya girdiniz, kötü kokuyorsa siyah bayrak çekin, güzel kokuyorsa mavi. Seneye kesinlikle yapacağım. Nereye gidersem gideyim oradaki ortam beni rahatsız ediyorsa, su kirliyse ve pis kokular varsa siyah bayrağı çekeceğim. Ama güzelse de ödüllendireceğim, mavi bayrak asacağım. Bunu bir kampanya haline getirmek lazım... Bizim Yacht Türkiye çok etkili bir dergi oldu, önderlik edebilir, çok da ses getirir. Türkiye’de herkes okuyor Yacht Türkiye’yi, denizle hiç ilgisi olmayanlar bile... Mardin’de okuyucumuz var bizim biliyor musunuz? O zaman biz yapabiliriz bunu.”
Kaypaklık, doğaya saygısızlık, hoyratlık... Tatlı sohbetimizin en ciddi bölümündeyiz. Kulağıma gelmişti, Cunda’da zeytinlik alıp, zeytin ağacı kesmek yasak olduğu için asit dökerek ağaçları öldürmeye başlamışlar. Amaç belli, ileride üzerine ev, villa, otel yapacaklar.
Bekir Ağabey “Evet, yapıyorlar, biliyorum, görüyorum. İnsanoğlu çok saygısız doğaya karşı ve aslında doğa onu cezalandırıyor, bize verdiklerini parça parça geri alıyor, ama farkında değil. Mesela denizlerini geri alıyor” diyor: “Bir de bu saygısız insanlar aşırı doğurmayla çoğalıyorlar ve Türkiye artık bu nüfusu taşıyamıyor, denizler de, koylar da, dünya da taşıyamıyor. Bir süre sonra Andree’nin dediğini yapacağız, Nuh’un Gemisi’ni kuracağız, alırız bebeklerimizi açılırız denize, oradan da gelmeyiz zaten.”
Bir süredir yanımızda olmayan Andree geliyor, son konuştuklarımızı özetliyorum ona, Nuh’un Gemisi’ni yaptıklarında kızım Zazi ile beraber benim de gelmek istediğimi söylüyorum. Bekir Ağabey “Alırız, sizi de alırız,” diyor: “Yalnız bu kadar güzel bir yerin, bir cennetin ortasında olup da kaçacak yer aramak, bulamayıp da Nuh’un Gemisi’ni düşünmek dahi korkunç bir şey.”
Andree “Üç dört sene sonra buranın bir Bodrum olmasından o kadar korkuyorum ki” diyerek endişesini ortaya koyuyor. Ne yazık ki Ayvalık’ın, Cunda’nın o yolda çok hızlı ilerlediğini söylüyorum. “O zaman,” diyor Andree, “Hiç çaresi yok, yapacağız Nuh’un Gemisi’ni”.
Neler olacak o gemide? “İlk evvela Bekir ile kuracağımız yepyeni bir yaşam var” diye başlıyor Andree: “Bu yaşam tarzımız sayesinde aklımız arkada kalmayacak. Biz şimdi Midilli’ye veya Mallorca’ya gidemeyiz diyoruz, çünkü bizi evde bekleyen Çıtır var, Suşi var, ondan sonra Postal’ımız var, Sarı Şeker’imiz var... Nuh’un Gemisi’ni yaptığımızda onlar da bizimle beraber seyahat edecek. Bütün dünyadan kopuk bir hayat demiyorum, çünkü biz insanları da çok seviyoruz ve arkadaşlarımızla beraber olmaktan çok memnunuz. Fakat zevk için, hobi için ve hakikaten dinlenmek amacıyla bir seyahate çıktığımız zaman, gerçekten bize Nuh’un Gemisi lazım. Eğer o gemide dört ayaklı dostlarımıza çok rahat edebilecekleri bir yaşam sunabilirsek o zaman hayalimdeki Nuh’un Gemisi’ni yaratmış olurum.”
Teknede yazı yazmayı seviyor mu, Onuncu Köy’ü teknede yazmayı denemiş mi hiç Bekir Ağabey? “Doğrusu denedim, iyi de oluyor aslında” diyor: “Sallanırken, sallantıda olan Türkiye’ye bir yazı sallamak!”
En merak ettiğim konulardan biri de Bekir Ağabey’in Mart 2006’dan, yeni dergimiz yayın hayatına başladığı tarihten beri her ay Sevdam köşesinde Yacht Türkiye okurlarıyla buluşması. Daha önce bir yat dergisinde yazmayı düşlediğini pek sanmıyorum, ama yayın yönetmenimiz onu dergiye davet ettiğinde ne düşünerek evet dedi acaba?
“Aslında benim Yacht Türkiye dergisinde yazmamım, arada bir yazılarımda denizcilikten söz etmemin ve sizinle bu röportajı yapmamın bir tek nedeni var” diye başlıyor yanıtına: “İnsanlara şunu anlatmaya çalışıyorum: Karanın ta en kara yerinde doğmuş olabilirsiniz... Denize çok uzak olabilirsiniz... Ama sakın başaramam, yapamam demeyin. Ben yaptığıma göre siz de yapabilirsiniz. Aslında benim denizle ilgili bütün cehaletime, bütün tanımamama, bütün yabancı oluşuma bakarsanız denizcilikle ilgili ağzımı bile açmamam lazım. Fakat ben başka bir şey söylemeye çalışıyorum insanlara. Denizle aranızda hiçbir şey yok, deniz size yabancı değil; deniz bizim vatanımızın, bu güzel ülkemizin bir parçası. Arkanızı dönüp oturmayın, bir şekilde bir yolunu bulun, koşun denize demeye getiriyorum.”
“YAZMAYA HAKKIM VAR”
Zaman zaman düşünüp sorarmış kendisine Bekir Ağabey, ne hakkın var senin Yacht Türkiye dergisinde yazmaya, ne hakkın var senin denizden, denizcilikten söz etmeye diye... Ben hemen itiraz etmeye hazırlanıyorum ama onun yanıtı zaten hazır:
“Ama biz 70 milyonluk bir ülkeyiz. Çok azımız, belki de binde birimiz denizlerden yararlanıyor, denizin nimetlerine ulaşıyor. Öbür taraftan diyelim 69 milyonumuz denizlerden uzak, denize hasret, denizi bilmiyor. Benim derdim onlar, o 1 milyon kişi değil, o 69 milyon! Onların benim hissettiklerimi hissetmesini istiyorum. Bir gün denize varabileceklerini düşünmelerini, denizi sevmelerini, denizden zevk almalarını istiyorum. Yapabilirler; ben yapamam, gücüm yetmez demelerini istemiyorum. Derdim bu. O zaman kendi kendime hak veriyorum ve tamam, yazmaya devam edebilirsin diyorum.”
Sohbetin bu noktasında o kadar güzel sorular sorup o kadar güzel yanıtlar veriyor ki Bekir Ağabey... Yazdığı kadar güzel anlatıyor, kelimesine dokunmadan aktarıyorum:
“Peki, bunu niye kırmaya çalışıyorum? Niye umurumda? İnsanlar denizden yararlanmazlarsa yararlanmasınlar, denize uzak dururlarsa dursunlar... Deniz onlar için bir şey ifade etmezse etmesin... Oh, ne güzel, denizler de o zaman bana kalır! Değil mi? Fakat burada başka bir neden var. Seçim sonuçları açıklandığında AKP’ye oy veren iller sarıya, muhalefet partilerine oy verenlerin kazandıkları iller ise yeşile boyanmıştı. Bütün kıyılar yeşildi, Anadolu’nun bütün iç kısımları ise sapsarıydı! Deniz insanları çok etkiler. Deniz kültürü, denizi tanımak, denizi bilmek, ufuk açar insanlara. Düşünme yetenekleri, dünyaya bakışları değişir. Ve kalkıp da gerici partilere oy vermezler. Onun için kıyı kentlerimiz yobaz değildir, uygardır, çağdaştır, Türkiye’nin yüz akıdır. Mesela ben İzmir’i çok severim. Ben İzmir’in içinde olmadığı Türkiye haritasının yeterince Türkiye olmadığını düşünürüm. Deniz bu yüzden önemlidir.”
Aklıma göbeğini kaşıyan adam meselesi geliyor. Türk halkını umursamadığını düşünenler çıkmıştı “bir kısım” insanı böyle tanımladığı için...
“Ben toplumu en çok eleştiren yazarım, ama toplumu en çok seven yazarlardan da biriyim” diye açıklıyor: “Ben hep şunu yazardım siyasetçilere: Geceleri bir çocuk sesi duyuyor musunuz maması, ilacı olmayan? Eğer bunu duymuyorsanız o zaman sizde o sevgi yok demektir. Ben hep duyarım ama... İşte o insanları getirmek, onları da çağırmak istiyorum. Aslında benim burada yaptığım, Yacht Türkiye’deki yazılarım bir çığlık! Ben oradaki insanlara gelin diyorum, bakın ben Urfalıyım, Harran Ovası’ndan geldim denizlere, onu seviyorum, ondan yararlanıyorum. Hem öğreniyorum hem mutlu oluyorum.”
Aslında çok çok uzun sohbetimizin ancak bu kadarını aktarabiliyorum ne yazık ki... Olsun, nasıl olsa onlar, o güzel insanlar varlar, burada ve hâlâ bizimle beraberler.
GORBİ’NİN YUNUSLARLA DANSI
Açık denizde yüzmek, Bekir Ağabeyin bütün itirazlarına karşın Andree’nin çok sevdiği ve vazgeçemediği bir tutku. En çok da yunuslarla birlikte yüzmeyi merak ettiğini söylüyor Andree. Bekir Ağabey bu sularda yunusları çok görüp gözlediğini, çok enteresan davranışlar sergilediklerini anlatıyor. Mesela balık avcılarının teknelerine yaklaşmadıklarını; gövde yapısından mı, genellikle beyaz oldukları için midir nedense artık, özel bir tekne gördükleri zaman tanıyıp hemen yaklaşıp oynamaya başladıklarını fark etmiş. “Hele bir gün Gorbi’yi gördüler,” diye anlatıyor Bekir Ağabey gözleri nemli: “Gorbi de onları gördü, başladı havlamaya. Yunuslar bir saat bizi bırakmadılar. Sanki Gorbi ile selamlaşıyor gibilerdi. Yanımızdan atlaya atlaya, o fincan gibi gözleriyle adeta Gorbi’ye baka baka, Gorbi de onlara kuyruk sallayıp havlaya havlaya bir saat geçirdik. Çok güzel bir tabloydu.”
ERTUĞRUL ÖZKÖK’Ü NEREYE GÖTÜRDÜ?
Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ü yakın zamanlarda misafir ettiklerinden söz etmişti Bekir Ağabey. Nereye götürdüklerini merak ettim. “Ertuğrul’u Çıplak Ada’ya götürdüm, o iyi bir yer zannetti. Bazı yerler vardır hani böyle bakınca ‘Ya Allah’ım, burayı niye yarattın?’ dersin! Üzerinde bir tek otun dahi olmadığı bir yer Çıplak Ada... Aslında, oraya Ertuğrul’u götürürken bakan karşılamış kaymakam gibi, şehrin sosyoekonomik, kültürel boyutlarını filan da anlattım, arz ettim.”
Ertuğrul Özkök ile arkadaşlık etmenin çok güzel bir şey olduğunu anladığını da söylüyor: “Ertuğrul Özkök denizciliği seven, yapmak isteyen, önümüzdeki sene tekne almayı düşünen birisi. Benim gözümde iki tane Ertuğrul vardır: Birisi Hürriyet’in genel yayın yönetmeni olan ki onun işi çok zordur. Diğeriyse insan Ertuğrul Özkök ki ona bayılıyorum! O çok iyi bir insan, çok merhametli, çok duygusal; doğayı seviyor, denize açılmayı, yalnız kalmayı, şarkı dinlemeyi... Hayvanlara inanılmaz düşkün o da. Ben tabii ikincisiyle muhatabım, birincisi beni çok ilgilendirmiyor.”
ŞAHANE BİR BELGESEL PROJESİ
Aslında bir yönetmen olan Andree doğa ve çevreyle ilgili belgeseller yapmaya devam etmek istediğini söyleyince “Tam size yakışan bir iş olur” diyorum. Meğer Coşkun çiftinin böyle bir arzusu varmış zaten, belgeselin içeriği bile hazır.
Bekir Ağabey anlatıyor: “Al sana konu! İki amatörün gözüyle denizler, denizcilik! Mizahıyla, korkusuyla, dehşetiyle, ilginç yönleriyle, kimsenin görmediği, kimsenin şimdiye kadar dile getirmediği konularla... İki amatör, yani Andree ile ben ufak bir tekneyle gece gündüz kıyıları dolaşıp yaşadığımız her şeyi anlatacağız. Diyelim bir adaya yaklaşırken karanlık basmış, çıkıp o adada geçireceğiz geceyi. Elimizde ne varsa onlarla yetinerek hem de... Asla yapmacık, asla düzmece olmayacak! Tümüyle yazgıya, kadere bırakacağız kendimizi; rüzgârın götürdüğü yöne giderek, tümüyle bilmeden, bütün amatörlüğümüzle...”
Bekir Ağabey de Andree de TV’lerde bu işlerin çok ticarileştiğini, sponsorsuz belgesel yapmanın neredeyse olanaksız olduğunu vurguluyorlar. E koskoca Bekir Coşkun’un çıkıp sponsor arayacak hali yok ya... “Umarım bir gün yaparsınız, çünkü harika bir belgesel olur” diyorum.