Kemal Tahir'le karşılaştığında Amerikan Kız Koleji mezunu bir marksist, Vedat Türkali'nin sekreteri olarak Yeşilçam'a adım attığında Avrupa filmlerine hayran bir küçük burjuvadır. 30 yaşında ağır bir şizofreni krizi geçirdikten sonra neredeyse 18 yıl sürecek bir bitkisel hayatın içinde bulacaktır kendisini. Son Kuşlar, Ah Güzel İstanbul, Cemo, Gramofon Avrat gibi önemli filmlerin senaryosuna imza atmış olan Ayşe Şasa, Yeşilçam Günlüğü (Gelenek Yayınları) adlı kitabında, Türk sineması kadar, kendi serüveninin dönemeçlerine de ışık tutuyor. Şasa ile tahayyül sınırlarını zorlayan bu serüveni konuştuk.
Hayatınızı üç dönemde incelemek mümkün. Ama galiba en etkili ve belirleyici olan çocukluk. Çok mu travmatik geçti çocukluğunuz? Sizi en çok yaralayan şeyler nelerdi?
-Çok travmatikti. Bu travma, ne yazık ki ailemin iyi niyetinden kaynaklanıyordu. Hiçbir tereddüde mahal vermeden, en iyi şey olduğunu düşündükleri bir dadı rejimi kurdular benim ve iki kardeşimin etrafında. O dönemin modasıydı. Benim ailem Batılılaşmayı çok idealize eden bir aileydi ama muhafazakár yanları da mevcuttu. Mesela, çocuklarla aralarına mesafe koymak gibi bir terbiye anlayışları vardı. Buna rağmen, savaştan kaçmış hasta ruhlu kadınları bize mürebbiye olarak tutmakta tereddüt etmediler. Biz de bütün travmalara açık bir şekilde bu insanların eline kaldık. Benim açımdan tam bir korku ve şiddet dönemiydi.
Ne tür bir şiddetti söz konusu olan?
-Dayak vardı. Yalan söyledim diye dudağıma tentürdiyot sürüyorlardı. Çeşitli şekillerde korkutuyorlardı. Kendileri de travmaya maruz kaldıkları için, sanki bunun acısını bizden çıkartıyorlardı.
Aileniz bu durumu hiç farketmiyor muydu?
-Hayır, çünkü ailenin son derece faal bir sosyal hayatı vardı. Çok ihmale uğradığımı hissederdim. Bugün artık kimseyi suçlamıyorum elbette ama çok vahşi bir dünyada yalnız bıraktılar beni. 12 yaşıma kadar sekiz-on dadım oldu. Bu demektir ki, annemiz yerinde olan kimse devamlı değişiyordu. Çok sarsıcı bir ortamdı.
Annenizle münasebetiniz nasıldı?
-Annemi çok az görüyordum. Sürekli evin dışındaydı. Saf bir şekilde, insanların bana çok iyi baktığından şüphe bile etmiyordu. Etrafıma bir duvar örülmüş gibi hiç kimseye ulaşamıyordum ben. Bu nedenle ilkokulda nevrotik şeyler başladı. Tahtaya kaldırırlardı, konuşamazdım. Adımı ‘‘Aptal Ayşe’’ye çıkardılar kısa sürede. Annem bunu da farketmedi. Çocukluğum gerçekten bir kabus gibiydi. Kimisi Yahudi, kimisi Katolik, kimisi Protestan olan dadılar da ayrı bir korku kaynağıydı. Ama annem-babam Almanca öğreniyorum diye keyifleniyor, bir de üstüne piyano ve bale dersleri aldırıyorlardı. Bütün bu zorlamalar benim hassasiyetimi artırdı. Müthiş bir parçalanma yaşıyorduk hepimiz. Bunlar yetmezmiş gibi, bütün yalvarmalarıma rağmen, kendimi iyi hissetmiyorum dememe rağmen Amerikan Kız Koleji'ne gönderdiler. İlkokuldaki ‘‘Aptal Ayşe’’ okulu dördüncü sırada kazanmıştı. Kolejde çok başarılıydım. Bu da ayrı bir yalnızlık kaynağı oldu. Arkasından da aileye isyan ettiğim için 18 yaşında kapının önüne koydular beni. ‘‘Madem kendi fikirlerin var, git kendi hayatını kazanıp yaşa’’ dediler.
VEDAT TÜRKALİ'NİN SEKRETERİ Ne yaptınız peki?
-Can havliyle Vitali Hakko'nun dükkanında resim yaptım. Yeşilçam'da Vedat Türkali'nin sekreteri oldum. Senaristliğim de Türkali'nin yanında başladı zaten.
Yeşilçam'la bu vesile ile tanıştınız peki ya marksizmle?
-Amerikan Kız Koleji'nin son sınıfında sevgili Cevat Çapan'ın evine gider gelirdik. O zamanlar çok asi bir insandım ben ve bunu kanalize edecek bir yer arıyordum. Karşıma marksizm çıktı. O sırada bir oyun yazmıştım. Bu oyun, benim taşıyamayacağım ölçüde bir fırtına kopardı. ‘‘Yaşadığımız Odalar’’ diye avangard, naif bir şeydi. Çok sevildi. Haldun Dormen, Kenterler filan ilgilendi. Bütün bunlar, nevrotik bir insanın hayatında, paranoid şeyler başlatmaya müsait gelişmelerdi. İlk hezeyanlar orada başlamıştı ama bunun farkında değildim. Dikkat odağı olduğum için dengem bozuldu.
Yeşilçam nasıldı?
-O dönemde Türk sineması çok horlanan bir şeydi. Sinemacılarla beraber olmak hiç makbul değildi ama Halit Refiğ, Metin Erksan gibi entelektüel bir çevre de vardı. Yeşilçam'da da kolejli kız diye dışladılar beni.
KEMAL TAHİR BABAM GİBİ Tam da bu yıllarda Kemal Tahir'le tanıştınız galiba?
-Bu piyesi yazıp da ilgi odağı olduğum zaman, zannediyorum Selahattin Hilav, Kemal Tahir'e götürdü beni. İlk eşim Atilla Tokatlı da vardı. Tanıştıktan sonra Kemal Abi o unutulmaz sözünü söyledi: ‘‘Maskaralık yaptığın sürece seni baştacı ederler ama ciddi bir şey yaparsan kimse ilgilenmez. Yolunu seç.’’ Bu, bütün hayatımı belirlemiş bir konuşmadır.
Kemal Tahir ve eşi Semiha Hanım'ın bir tür anne-baba figürü haline geldiğini söylüyorsunuz...
-Evet, Kemal Abi'yi manevi babam gibi kabul ettim. Semiha Hanım da annemden daha yakındı bana.
Sinema merakınız nereden geliyordu?
-Sinemanın bir sanat olduğunu bize Cevat Çapan öğretmişti. Yeşilçam ve Amerikan sineması dışında kalan Avrupa sanat filmlerini, Cevat'ın Londra'dan getirdiği dergilerde okurduk. Dünyadaki bütün avangard akımları böyle izlemeye başladım.
İlk kiminle temasınız oldu Yeşilçam'da?
-Memduh Ün bana diyalog yazdırdı. Geçen gün Orhan Pamuk'un, Ömer Kavur'un bir filmi için yazdığı önsözü okudum. Diyor ki Orhan: ‘‘İnsan niye senaryo yazar? Ya para kazanmak ya da yönetmen olmak için. Üçüncü bir sebebi yoktur.’’ Benim üçüncü bir sebebim vardı: Çocukken bir odaya kapatırlardı bizi ve biz orada çok korkardık. Korkuyu yenmek için, benden iki yaş küçük olan kardeşim Bekir'e hikáye, roman ve operet adını verdiğim bazı şeyler anlatırdım. Bunlar birtakım senaryolardı. İmkán olursa bunları oynamaya da kalkardım. Çünkü, hikáye kurabildiğim sürece dağılmayı, parçalanmayı önleyebiliyordum. 16 yaşından sonra bu farklı bir hal aldı. Ben senaryo yazacaktım ve milyonlarca insan o senaryodan yapılacak filmi izleyecekti. Aşağılık duygusu, eziklik ve korku yaşamış bir insan için müthiş bir iktidar tarzıydı bu. Tabii bunun karşılığında ne kadar büyük bir bedel ödeyeceğimi bilmiyordum.
10 SAAT SENARYO YAZARDIM Atilla Tokatlı ile evlendiğinizde kaç yaşındaydınız?
-18 yaşındaydım ve bir yıl sürdü bu evlilik.
Yalnızlık yüzünden mi evlendiniz?
-O da vardı elbette. Atilla tıpkı benim gibi çok problemli bir insandı ve o da horlanıp dışlanıyordu. Bununla bir özdeşlik kurmuştum. Amacım ona yardım etmekti. Evlilik beni hayal kırıklığına uğratınca, üniversite okumak için tekrar koleje dönmek istedim. Ama hikáye anlatmayı kesersem yaşayamayacağımı fark ettim. Zaten senaryo yazmaya da başlamıştım. Vedat Türkali'nin senaryolarına yardım ediyordum, sansüre gönderilecek senaryoları ben yazıyordum.
Siz bir taraftan da genç ve güzel kolejli bir kadınsınız ve Yeşilçam denilen cangılın içindesiniz...
-Böyle avantajlarımın farkında değildim. Bütün nevrotikler gibi, her şeyini handikap olarak gören bir insandım. Dünyanın en çirkin, en aşağılanmış, en zavallı insanı olarak algılıyordum kendimi.
Atıf Yılmaz'la evlendiğinizde kaç yaşındaydınız?
-23-24 yaşında. Şişli'de çatı katında küçük bir evimiz vardı. Evin işlerini bitirdikten sonra sandık odasına girer on saat boyunca senaryo yazardım. Bu yedi-sekiz sene sürdü ve benim büyük krizimi geciktirdi. Ama senaryo yazarken de korkunç bir tedirginlik yaşıyordum. Benim yazdığım senaryoları gizli gizli Bülent Oran'a gönderip Yeşilçam kalıplarına uygun hale getirdiklerini çok sonra öğrendim.
ŞİZOFRENİ KRİZİ Kriz gününü hatırlıyor musunuz?
-Biz akşamları Atıf'la Kulis'e giderdik. Bir gün oraya giderken, Atıf'ın elinden kurtulup kaçmaya başladım. CIA, KGB peşimde ve beni kovalıyor diye hissediyordum. Atıf elini cebime sokmuştu, onun da elinde zehirli bir iğne olduğunu ve beni öldürmeye çalıştığını düşünüyordum. Tipik bir paranoyaydı.
Bağırıyor muydunuz?
-Hayır, Allah'a şükür hiçbir kriz anında konuşabilir halde olmuyordum. Dışarıyla bütün bağlantım kopuyordu çünkü. Zaten o nedenle insanlar bendeki o derin patolojiyi uzun süre farkedemediler. O akşam durumda bir terslik olduğunu anlayıp anneme babama
haber veriyorlar. Annem-ablam ve Atıf bir yerlerde gelip beni buluyorlar. Doktorlar bir teşhis koyamadı ve ‘‘atipik bir şizofren’’ olduğuma karar verdiler. La Paix Hastanesi'ne yattım.
18 yıl zaman zaman yoklayan şizofreni krizleriyle yaşadınız? Sonra bir gün...
-Bir dostumun kitap kataloğunda Muhyiddin Arabi'nin ‘‘Füsûs'ul Hikem’’ kitabının kapağını gördüm. Kendimi ateist ve marksist olarak tarif ettiğim halde, kitabı getirtmeye karar verdim.
Ama İngilizcesi'ni...
-Benim Türkiye'deki geleneksel çevrelerle hiçbir bağlantım yoktu ki. Bütün Batılılaşmış Türkler gibi, Batı üzerinden kendimizi öğreniyordum ben de. Biz seralarda yetişmiş insanlardık ve şizofreninin sebebi de buydu zaten.
Kitabı okuyunca ne hissettiniz?
-Kitap kozmik álemi anlatıyordu. Ben okumaya başlar başlamaz, ‘‘Ayşe bundan sonraki hayatın bambaşka olacak’’ dedim kendi kendime. Nitekim öyle de oldu. Büyük bir ışık denizi açıldı önümde. Oturup ‘‘Sylvia Plath'tan Muhyiddin Arabi’’ye diye bir yazı yazdım.
Neden Sylvia Plath?
-Çünkü Sylvia Plath okurken birkaç kez intihara teşebbüs etmiştim. O da şizofrendi ve hayatını anlatıyordu. Onu okuyunca, ‘‘Bunun sonu yok’’ dedim. Arabi ise hayatın nasıl bir armağan olduğunu gösterdi bana.
Profesör Nash'i aradım, mektup yazdım ama akıl oyunları’na bilhassa gitmedim
Akıl Oyunları filmini izlediniz mi? Prof. John Nash'in şizofrenisi ile sizinki arasında büyük benzerlik var.
-Filme özellikle gitmedim ama Prof. Nash'i ABD'de bulup telefonla konuştum. Maalesef çok iyi bir durumda değildi.
Nasıl buldunuz?
-Princeton'da telefon numarasını buldum, konuştuktan sonra bir de mektup yazdım. Bir yazısında, Nobel aldığını ama iyileştiğinin anlaşılması için asıl şimdi eser vermesi gerektiğini söylüyordu. Zaten mektubu bunun üzerine yazmıştım: ‘‘Prof. Nash, böylesi de var, sana da nasip olur inşallah’’ dedim ve Amerika'daki dostlarım aracılığıya Muhyiddin Arabi'nin ‘‘Füsûs'ul Hikem’’ini kendisine gönderdim.
Serüveniniz çok benziyor birbirine. O da birtakım güçlerin dünyayı ele geçireceğini filan düşünüyor ve sürekli olarak onlarla mücadele ediyordu.
-Bir bakıma benziyor. Muhtemelen filme de bunun için gitmedim.
İsmet Özel'in bana büyük faydası dokundu
O zamanlar Türkan Şoray'ın eşi olan Cihan Ünal, bir gün buraya bir kaset getirmişti. Kasete de İsmet Özel'den ‘‘Mataramda Tuzlu Su’’ şiirini okumuştu. O şiir beni beynimden vurdu. Bülent'e, İsmet Özel'le ilgili ne bulursa getirmesini söyledim. ‘‘Waldo Sen Neden Burada Değilsin’’ kitabı gelince, kitabı şizofrenlere ithaf ettiğini gördüm. Bunun üzerine ben İsmet Özel'i bulmak için çırpınmaya başladım. Nerede bulabileceğimi sormak için Sezai Karakoç'u bile aradım. Annem, ‘‘Yuvadan düşmüş kuş gibi ne çırpınıyorsun’’ dedi bir gün. Ben de ona, ‘‘Birini arıyorum, derdimi anlatacağım’’ dedim. Sonra buldum telefonunu ve aradım İsmet Özel'i. O da benim ismimi birlikte askerlik yaptığı Yılmaz Güney'den duymuş. Ben yaşadıklarımı anlattım. Eksik olmasın, İsmet Özel, ertesi gün elinde kitaplarıyla geldi. Ondan sonra da ilişkimiz hiç kopmadı. Bana büyük faydası dokunmuştur. Her konuda sorduğum sorunun cevabını ondan almışımdır. Ayrıca beni Dergáh çevresiyle, Ezel Elverdi, Mustafa Kutlu ve İsmail Kara ile tanıştıran da İsmet Özel'dir.