Nice 75 yıllara...

Güncelleme Tarihi:

Nice 75 yıllara...
Oluşturulma Tarihi: Ekim 26, 1998 00:00

Haberin Devamı

Onlarla birkaç saat geçirince Cumhuriyet dönemi kuşağının bizlerden ne kadar farklı olduğunu anladım. Seçtikleri mesleklere baktığımda onların sadece kendi hayatlarını değil, ülkelerininkini de düşündüklerini farkettim. İdealisttiler... Bugün birçoğumuzun uzaklaşmaya başladığı değerler, onlarla konuşunca çok daha belirgin bir şekilde çıktı ortaya, utandım... Ya memur, ya öğretmen ya da asker olmayı seçmişlerdi. Bütün Türkiye'yi dolaşmışlar, görmedikleri şehir kalmamıştı. 75 yıllık hayatlarına dönüp şöyle bir baktıklarında, Cumhuriyet'in özel hayatlarda gizli olan tarihi dökülmeye başladı ağızlarından.

Cumhuriyet ilan edilmeden birkaç gün önce doğmuşlardı. Harf devrimi beş yıl sonra yapıldığı için, doğum tarihleri 1339 yazılmıştı nüfus cüzdanlarına. Elektrikle tanıştıklarında 10'lu yaşlarındaydılar. Birçoğu Atatürk'ün cenazesinde şahsen bulunmuştu. Kıtlık yıllarıyla ilgili ortak anıları vardı. Hiroşima'ya bomba atıldığında sonradan evlendikleri eşleriyle flört ediyorlardı. İlk aya basıldığında birçoğu torununu kucağına almıştı. Berlin Duvarı çöktüğünde ise emekliliğin keyfini sürüyorlardı. 75 yılı çok hızlı yaşadılar.

Bundan sonra da yavaşlamaya hiç niyetleri yok. Geçenlerde, gazete okurken bir ilan ilişti gözlerine. Ekim 1923'te doğanlar aranıyordu. Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB), Cumhuriyet'in 75. yıldönümü nedeniyle kendilerine başvuran ilk 75 çifti Antalya'ya davet edecek, onları üç gün boyunca ağırlayacaktı. Heyecanla telefona sarıldılar. Bazılarının eşi vefat etmişti, acaba birinci derecedeki yakınlarıyla bu seyahate katılabilirler miydi, başvuru nasıl yapılacaktı? Mektuplarını yollayıp heyecanla beklemeye başladılar.

Bu arada TÜRSAB gazete ilanlarının yanında tüm valiliklerle temasa geçip, nüfus müdürlüklerinden diğer yaşlılara da ulaşmaya çalışmıştı. Çok kısa bir süre içinde Türkiye'nin her köşesinden başvurular yağmaya başladı. Adana'dan Çorum'a, İstanbul'dan Hatay'a, Manisa'dan Erzurum'a kadar başvuran 75'likler arasından 75 kişi seçildi. Onlar Antalya'da üç güzel gün geçirip, 75. yaşlarına, Cumuhuriyet Bayramı'nı kutlayarak girecekler. Biz de bazılarına bu 75 yılda yaşadıklarını anlattırdık...

‘‘Hepimiz kahvede, radyonun başına toplanmıştık. 10. Yıl Marşı'nı ilk kez duyacaktık. Kimseden çıt çıkmıyordu. Birdenbire içeriye Zeki Çavuş girdi. ‘Burayı dağıtın yoksa Araplar gelip sizi öldürür' dedi. Nitekim dağıldık ama bir saat sonra yine biraraya gelip Atatürk'ün 10. Yıl Nutku'nu dinledik. Hepimiz elimizde kalem kağıt, 10. Yıl Marşı'nı not ediyor, ezberlemeye çalışıyorduk.’’

Bu Mehmet Bey’in anlattığı bir öyküydü. Vedat Eray ise Cumhuriyet ilan edilmeden 15 gün önce dünyaya geldi. Ve Atatürk ölmeden birkaç ay önce onu yakından görebildi. ‘‘Yıl 1938, orta mektep son sınıftayım. İzci olduğum için Atatürk'ü karşılamaya Haydarpaşa'ya göndermişlerdi beni. Trenden indi, bize yöneldi. ‘Paşam bir poz' diye bağırıyordu gazeteciler. Beni onun dizinin dibine oturttular. Heyecandan titriyordum. Elimde trampet sopası, onun dizinin dibinde bir fotoğrafımız birlikte... Gözüne bakamamıştım, gözlerim kamaşmıştı...’’

Yedi yıl sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olur Vedat Eray. Memur olma isteği ağır basar ve İş Bankası'na girer. ‘‘ Türkiye'yi karış karış dolaştım, Van'da ilk İş Bankası'nı ben açtım. Anadolu'nun bilmediğim yeri kalmadı.’’ Çocuklarını da idealist yetiştirmeye özen göstermiş. Ancak yıllarca emek verdiği ülkesinin insanlarını bugün anlayamıyor. ‘‘Meclis'te bugün kimsenin sözüne güvenemiyorum. Yalancılık bir erdemmiş gibi, bugün böyle söyleyen, yarın inkar ediyor. Hem de hiç utanmadan. Ben tek partili dönemi arıyorum, çünkü çok partili rejime geçince fikirler çarpıştı. İnsanlar zıt fikirlerin de olabileceğini içlerine sindirmeden demokrasiden bahsediyorlar. Aradan 75 yıl geçse bile biz, çok partili sistemin olgunluğuna eremedik maalesef, hala cahiliz. Atatürk sağ olsaydı da çok partili rejimi kendisiyle yaşayabilseydik...’’

RADYO TELEVİZYONDAN DEĞERLİ

Mavi gözlü, sarı saçlı, o dönemin uzun boylu sayılacak ender güzellerinden Serap Beşkök. Çocukluğunun Cumhuriyet Bayramları hafızasında en ince ayrıntısıyla duruyor: ‘‘Babam Adana'da Alay komutanıydı. Kıyafet açıklığı çıkınca, annemle mecburi dans dersleri almaya başladı. Çarliston devriydi. Zarif elbiseler, topuklu ayakkabılar İstanbul'dan getirtilirdi. Kadınlarla erkeklerin eşit olduğunu anlatmak için subaylar eşleriyle halkın arasına karışır kolkola yürürlerdi.’’ Beşkök 16 yaşındaydı 2. Dünya Savaşı patlak verdiğinde. Vatandaşlar Türkiye'nin savaşa girmeme kararını almasını coşkuyla karşılamış, sofralarından eksilen ekmeği, şekeri, pirinci mağrur bir şekilde çocuklarına hissettirmeden yokluğa dayanmaya çalışmışlardı. ‘‘O günler fotoğraf karesi gibi hiç gitmiyor gözümden. Makarna nedir, bilmiyordum. Ekmek öyle değerliydi ki, bir parça fazla ekmek almak için aileler çocuklarının yaşını büyütürdü. İlk makarnayı Bolu'da yedim. O tadı tarif etmem imkansız...’’ Savaş yıllarının tek tesellisi evin en güzel köşesine yerleştirilen radyodur. Şeker olmadığı için çay içine kuru üzüm atılarak içilir. Misafirlere çayın yanında fındık ikram edilir. ‘‘Misafir odasında dururdu radyomuz. Onu ellememiz yasaktı. Muayyen zamanlarda başına oturur, radyoyu açması için babamın gelmesini beklerdik. TRT'nin cuma ve cumartesi akşamı temsillerini kaçırmazdık.’’

Doğduklarında henüz sayı ve harf devrimi yapılmadığı için bugün bile hepsinin nüfus cüzdanlarında doğum tarihleri; 1339. Ne gün, ne de ay belirtilmiş. ‘‘Bu nüfus cüzdanlarına iyi bakın, hepsi antika değerinde’’ diye takılıyorlar bana. Zaten yaşlarını 45'te dondurmuşlar. 75'i sembolik olarak görüyorlar.

‘‘1339'da Yunanistan'da doğdum. Mübadelei muhacir olarak Trakya'ya Mimar Sinan Köyü'ne geldik, Atatürk bize kişi başına dört dönüm tarla, aile sayısına göre ev verdi. Ekmeğin beş kuruş olduğu günleri hatırlıyorum. Köyde bile yaşlılarımız şapka takardı. Döpiyes giyerdik, çok bakımlıydık. Şimdi torunlarımız da temiz giyiniyor ama şu jean pantolona bir türlü alışamadım...’’ diyor Beyhan Tanış,

GÜNDEM ÇABUK DEĞİŞİYOR

Galatasaray Lisesi'nin ilk mezunlarından İdris Çağlar. Yanan ilk ampulü bir Cumhuriyet Bayramı'nda görmüş. ‘‘Sarı-kırmızı ampullerle süslenmişti salon. Protokolde yerlerini alanlar o ışıkların altından birer birer geçiyorlardı. Şık erkekler, albenili, zarif kadınlar... Işığın büyüsü... Biz doğmadan önce de çok keşif yapıldı ancak 1923'ten sonra dünya hiç tahmin edemeyeceğiniz biçimde ilerledi. İlk elektrikten İnternet'e kadar uzanan bir çağda yaşadığım için kendimi çok şanslı görüyorum. Canlıların kopyalandığı, uzayda araştırmaların yapıldığı, savaşların televizyondan naklen yayınlandığı bir dönemde yaşıyorum. Artık hiçbir yeni buluş beni şaşırtmıyor. Herşeyi kolayca kabulleniyorum yoksa bu hayata ayak uyduramam...’’

Turhan Fehmi Astam'ın Türk ordusuyla ilgili anısı da dinlemeye değer: ‘‘Bugün gelirinin önemli kısmını turizmden elde eden Şile bir zamanlar bağnaz bir kasabaydı. Umacı gibi giyinirdi bütün hanımlar. Subaylar eşlerini yanlarına alıp, caddelerde kolkola gezerek ilk defa Şile halkına medeniyetin kadınla beraber müşterek olduğunu ifade ettiler...’’

Tarih yaklaştıkça hafızalarının zayıfladığını farkediyorum. 1940'lı yıllarda yaşadıkları kadar net değil anlattıkları. ‘‘Her an yeni bir olayla gündem değişiyor, kolay unutuyoruz’’ diyorlar.

Medyayla araları nasıl?

Önce haber saatini bekliyorlar. Radyoda TRT 1'i dinliyor, en iyi ‘‘ajansı’’ TRT'nin verdiğini düşündükleri için akşam 20.00'de bu kanalın başına geçiyorlar. Onlara göre diğer kanallar haberlerinde saçma sapan mevzulara yer veriyor, onun bunun aleyhinde konuşuyor, hususi hayata çok karışıyorlar. Bu yüzden özel kanalları çok fazla seyretmiyorlar. Sonra biraz eğlenmek, stres atmak için parodilere bakıyorlar. Olacak O Kadar, Çarkıfelek en sevdikleri programlar. Mankenlerin özel hayatlarıyla pek ilgilenmedikleri için Televole'lere çok yüz vermiyorlar. Günü bir filmle kapatmak için zappinge başlıyorlar. Özel televizyonlarda daha çok vurdulu, kırdılı filmlerin gösterildiğini söylüyor, daha çok HBB ve TRT 3'e takılıyorlar. Vazgeçemedikleri köşe yazarları, Emin Çölaşan, Fatih altaylı, Çetin Altan ve Toktamış Ateş.



Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!