Güncelleme Tarihi:
Dünya bugünlerde iki tarihsel süreç yaşıyor.
İlk süreç, oluşan yeni küresel dinamiklere kendini uydurmakta zorlanan neoliberal kapitalizmin, bir ekonomik sistem olarak iflasın eşiğine gelmesine neden oldu.
İkinci tarihsel süreç ise yine aynı dönüşümün etkisiyle, küresel bir ağ haline gelen dünya sisteminin “düğüm” noktalarındakiler öncelikli olmak üzere anti-demokratik rejimlerin, siyasi birer düzen olarak çözülmelerini tetikledi.
Aslında her iki süreç de, temelde, iletişim teknolojilerinde son yarım asırdır yaşanan gelişmelerin ve bu gelişmelerin küreselleşmenin hızında üstel bir artışa neden olmasının birer sonucu...
* * *
İçinde bulunduğumuz durum, artık Büyük Buhran’ın da ötesinde bir küresel ekonomik kriz olarak belirleniyor. 2008-2009 mali krizinden beri işlerin düzelmediğini vurgulayan bazı uzmanlar durumu, 1870’lerdeki “uzun depresyona” benzetiyor.
Son birkaç haftadır dünyada önde gelen uluslararası kanaat önderleri, neoliberal kapitalizmin böyle göz göre göre iflasa sürüklenişini irdelerken, birkaç yıl önce olduğu gibi yine “Karl Marx haklıymış” demeye başladılar.
Önce Nouriel Roubini şunu yazdı: “Marx, kontrolden çıkan mali aracılık sisteminin ve servet paylaşımında emek aleyhine, sermaye lehine büyük bir dengesizlik oluşmasının kapitalizmin kendisini yok etmesine neden olabileceğini söylerken haklıydı.”
Roubini buna karşın Marx’ın, sosyalizmin daha iyi bir sistem olduğu iddiasına katılmadığını belirtiyor. Ama daha önemlisi Marx, feodalizm sonrası dönemde oluşacak çatışmanın toplumsal devrimlere neden olacağını, sonuçta burjuvazinin iktidarı kaybeceğini de öne sürmüştü.
Marx veya Adam Smith gibi büyük düşünürleri tefsir edecek, onlara şerh düşecek yetkinlikte değilim, fakat siyaset bilimi formasyonlu bir gazeteci olarak son tartışmalara ve son gelişmelere baktığımda kendi kendime şöyle düşünüyorum:
Belki de Marx, kapitalizmin “toplumsal devrimler” yoluyla çökeceğini düşünürken haklıydı, sadece bu devrimlerin “sosyalist” nitelikte olacağını söylerken yanıldı.
Belki de Marx, kapitalizmin dünyanın çok büyük bölümünde yüzlerce yıldır süren kesintisiz iktidarı boyunca toplumsal sınıfların zihniyetinde meydana getireceği kalıcı izleri yeterince analiz edemedi.
Tabii ki, Frankfurt Okulu başta olmak üzere birçok akımdan düşünürlerin tam da bu soruna eğildiğini biliyorum. Fakat bugün yaşananlara baktığımızda, pek de vurgulanmayan başka bir gerçeği görmüyor muyuz?
Neoliberal kapitalizmin bu çöküş sürecinde toplumsal ayaklanmalar, hiç de sosyalist bir düzen talebiyle olmuyor.
Tam aksine, İngiltere’deki yağma olaylarında gördüğümüz gibi, güncel isyanlarda, kolektif bir hak talebi değil, bireylerin kapitalizme özgü aşırılıkları patlıyor.
Londra’da en çok yağmalanan mağaza zinciri, belki de bu nedenle JD Sports’du.
Bu mağazalar, bilhassa Afrikalı alt-orta sınıf arasında yaygın olan hiphop kültürünü yansıtan giyim ürünleri ve aksesuarlar satıyor.
Kapitalizmin yarattığı tüketim kültürü içinde büyüyen gençler, zihinlerinde adeta fetişleştirilen ürünlere, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve sosyal devlet harcamalarının giderek kısılması gibi nedenlerle ulaşamayınca, her ne pahasına olursa olsun onları ele geçirmek için fırsat kollamaya başlıyorlar.
Hatırlayalım:
ABD’deki Afro-Amerikalıların 1970’lerden itibaren sistem karşıtı taleplerini dillendirmede kullandığı en köklü platform olan hiphop kültürü, 1990’lar boyunca planlı bir çabayla ana akım kültüre eklemlenmişti.
Böylece daha önce örneğin polisin siyahlara karşı aşırı güç kullanma politikasını eleştiren o ilk rap şarkılarının sözleri giderek evrildi ve artık 2000’lerde bütünüyle apolitize edilmiş, tamamen tüketim fetişlerine (güzel kadınlar, pahalı otomobiller, takılar, vs.) adanmış bir hale geldi.
Bugün ABD’de gerek tüketim arzusunun üreticiler tarafından daha iyi kontrol altında tutulması, gerekse alt-orta sınıfların alım gücüyle onlara yönelik ürünlerin fiyatları arasında bir uçurum oluşmasının engellenmesi nedeniyle henüz bu tür sosyal patlamalar olmuyor (ancak geçmişte birkaç saatlik elektrik kesintilerinde bile Amerikan şehirlerinde yaşanan büyük yağma olayları vaki).
Fakat Avrupa’da, İngiltere’nin yanısıra Fransa ve Almanya gibi ülkelerde de durum böyle değil. İngiltere’de yukarıda belirtilen türden bir mekaniğe sahip yağma olayları şeklinde zuhur eden bu tür patlamalar, Fransa ve Almanya’da daha çok amaçsız şiddete (otomobillerin yakılması ve diğer vandalizm eylemlerine) dönüşüyor. İspanya ve Yunanistan ise bir başka yazıda incelenmesi gereken farklı örnekler.
* * *
Kapitalizmin ekonomik bir sistem olarak itibarını hızla kaybetmesiyle, onun siyasi düzlemdeki tamamlayıcısı olarak görülebilecek liberal demokrasinin özellikle Ortadoğu’da yükselişte olması bir çelişki değil.
Nitekim Ortadoğu’da özellikle gençlerin, Avrupa’da artık pek benzeri görülmeyen ölçüde politize olarak otoriter rejimleri bir bir yıkan halk hareketlerinin motoru haline gelmesi, tüm bu süreçleri yaratan iletişim devriminin belirleyiciliğini vurguluyor.
Zira kapitalizmi çöküşe sürükleyen dinamikler de, ekonomiyi sanallaştıran aynı iletişim olanaklarıyla birlikte ortaya çıkmıştı.
Bankacılık başta olmak üzere ekonomik işlemlerin ezici çoğunluğunun artık tamamen bilgisayar ortamında gerçekleşmesiyle “gerçek” ekonomi yerini spekülasyona dayalı bir maliye ekonomisine bıraktı.
Açığa satış, türev ürünler ve forex gibi yeni kavramlar, kredi temelli bu ekonominin varolan tüm yapısal sorunlarını bir amplifikatör gibi hızla büyütmesine yol açtı.
Buna karşın Ortadoğu’daki diktatörlüklerin hemen hiçbiri zaten anti-kapitalist değildi. (Hem İtalya’nın faşist lideri Mussolini’den daha vahşi bir kapitalizm uygulayan lider tarihte var mı?)
Bu nedenle Ortadoğu’da yaşanan değişim özü itibariyle bu ülkelerde ekonomik sistemi değil, siyasi sistemi dönüştürüyor. İktidarla birlikte servet de el değiştiriyor, fakat servetin üretim ve tüketim mekaniğinin de değişeceği yönünde bir işaret henüz yok.
Bu açıdan Arap Baharı’na kuşkulu bakmak mümkün olsa da, halkın daha büyük bir kesminin siyasi yönetimde söz sahibi olması hiç kuşkusuz olumlu bir gelişme.
Öyle ki Hz. Muhammed’in Medine yıllarından, ABD İç Savaşı’nın hemen ardından gelen o döneme; Paris Komünü’nden, İran İslam Devrimi’nin ilk aylarına dek, her büyük ihtilal sonrası oluşan ve muazzam bir toplumsal heyecanı, ahlaki ve entelektüel bir zenginlik ile birleştiren o dinamik ortam, bugün birçok Arap ülkesinde gözleniyor.
Bu nedenle belki de bu Arap ülkeleri, krizdeki küresel sistem için yeni birer pazar olmakla kalmayacaklar; spekülatif ekonomilerindeki dinamizme rağmen toplumsal ölçekte donuklaşan ABD ve Avrupa’ya bile ilham verebilecek yeni bir ekonomik/politik sistemi kendi içlerinden çıkaracaklar.
Böylece belki bir gün Avrupalı gençler de isyan ederken plazma televizyon çalmayı değil, mevcut sistemi daha adil, daha şeffaf ve daha demokratik kılmak üzere bir değişim başlatmayı güdecekler.
Sonuçta yaşanan tüm bu değişimler travmatik de olsa, dünyanın sonunun geldiğini düşünmek için neden yok.
Aksine, dünyanın dört bir yanında yeteri sayıda birey ve kurumun bu geçiş sürecini çıkar hesaplarının ötesinde, sağduyu ve iyiniyetle idare etmesi halinde gelecek kuşaklar daha “iyi” bir dünyada yaşayabilir.