Güncelleme Tarihi:
Cezayirli dinci gerillalar önce elektrikleri sonra kelleleri kesiyormuş. O testereli kitlesel cinayetleri hep böyle işlemişler. Kan akıtırken hep geceye sığınıp, karanlığı suç ortağı etmişler kendilerine. Ruanda'da ise kısa boylu soydan gelen Hutular, düşman ve uzun kabile Tutsileri, dizlerinden kesip kendileriyle aynı hizaya getiriyordu...
Vahşetin sadece Afrika boyutu yok. Bunun Nazi soykırımı, Hiroşiması, Sabra ve Şatilası, Bosnası da var. Yani 20'inci Yüzyılın suç dosyası kabarık.
Bilimadamları 20'inci Yüzyılın şiddet kültürünü enine boyuna inceliyor ve insanları saldırganlığa yönelten motiflerle ilgili değişik tezler ileri sürüyorlar. Yaşadığımız yüzyılı ‘‘kötülük'' boyutuyla sergileyen kitaplar yayınlanıyor şimdi.
Yale Üniversitesi'nde tarih dersleri veren Peter Gay'in kaleme aldığı ‘‘Şiddet Kültürü; Burjuva Çağında Saldırganlık'' bu kitaplardan biri. Tarihe Freudcu bir bakış açısıyla yaklaşan Gay'e göre her insanın içinde bulunan saldırganlık dürtüsü, dönemden döneme değişik kılıklarda ortaya çıkıyor. Çoğunlukla ideolojiler uğruna şiddet uygulanıyor, ancak kaba kuvvete başvuranlar son derece banal nedenlere de sığınabiliyorlar.
İşte 20'inci Yüzyıl'da işlenen suçların temelinde de, bir önceki yüzyılın icadı olan bu banal nedenler yatıyor. 19'uncu Yüzyılın bilimsel alandaki yeni teorileri de insanların içindeki saldırganlık dürtüsünü meşru kılmaya hizmet ediyor. Örneğin Herbert Spencer'in ‘‘Survival of the fittest'' (en güçlünün ayakta kalması) teorisi o kadar tutuluyor ki, 1850'lerde Avrupa'da yaygınlaşan görüşe göre, dünya doğa gereği bir savaş alanı olarak kabul ediliyor. Ve bu savaşta sadece güçlüler ayakta kalabiliyor; zayıflar ölüme mahkum oluyor. Charles Darwin'in hayvanlar alemindeki gözlemleri de, güçsüzün idam hükmünü pekiştiriyor.
19'uncu Yüzyılın diğer bir icadı da ırkçılık. Bazı beyaz bilim adamları yabancı ırklara karşı duydukları nefreti meşru kılmak için, bu ırkların daha aşağı olduğunu ve kompleks içinde kıvrandığını kanıtlamaya çalışıyor. Örneğin Fransız antropolog Paul Braca 1860 yılında gerçekleştirdiği bir deneyle siyahların beyazlara göre daha küçük bir beyne sahip olduğunu göstermek için uğraşıyor. Bu amaçla yüzlerce kafatasını kurşun bilyelerle dolduruyor. Tabii ki bu deney beklediği sonucu vermiyor ama, ırkçılıkla ilgili önyargılar giderek kemikleşiyor.
Fransız kökenli Amerikalı antropolog ve dinbilimci Rene Girard ise ‘‘Günah Keçisi'' adlı kitabında, şiddetin kaynağını farklı argümanlarla açıklıyor. İnsandaki taklitçilik içgüdüsünün, şiddeti doğurduğuna inanıyor. En uygarından en ilkeline kadar bütün toplumlarda sahip olma hırsı ve kıskançlık, kaba kuvvetle sonuçlanıyor.
Girard'ın teorisine göre, arkaik toplumlardaki kurban törenleri, yabancılara ve farklı ırklara olan şiddet istemini kontrol altında tutuyordu. Düşmana karşı kaba kuvvet gösterileri temsili düzeyde kalıyordu. Ancak bu ritüeller ortadan kalkınca, toplumsal şiddet açığa çıktı. Ve insanoğlu kötülüğün sorumlusu olarak hep kurumsal bir günah keçisi buldu. Kimi zaman aile, bazen devlet, ya da İkinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi bütün bir Alman halkı günah keçisi oldu.
Sonra da Sovyetler Birliği kötülüğün sembolü, batının günah keçisi oldu. Ve soğuk savaş sona ererken Gorbaçov Amerikalılara şöyle dedi; ‘‘Sizden en önemli varlığınızı, düşmanınızı çalıyorum...''