Nazım Hikmet sadece şiirleriyle değil, cezaevlerinde, çeşitli ülkelerde geçen zorlu yaşamı ve aşık olduğu kadınlarla da ünlüydü. Nâzım Hikmet 20 Kasım 1901'de Selanik'te doğdu. Aile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemiştir. Şair, 3 Haziran 1963'te Moskova'da öldü.Baba tarafından dedesi Nâzım Paşa valiliklerde bulunmuş, özgürlükçü, şairliği olan bir kişiydi. Mevlevi tarikatındandı. Anayasacı Mithat Paşanın yakın arkadaşıydı. Babası Hikmet Bey ise Mekteb-i Sultani (
Galatasaray Lisesi) mezunu, önce ticaret yaşamını denemiş, başaramayınca Kalem-i Ecnebiye'ye (dışişleri) bağlanmış bir memurdu. Dilci, eğitimci Enver Paşa'nın kızı olan annesi Celile Hanım, Fransızca konuşan, piyano çalan, ressam denecek kadar iyi resim yapan bir kadındı. Nâzım Hikmet'in eğitiminde dönemin ileri düşüncelerine sahip aile çevresinin büyük etkisi oldu. Bir yıl kadar, Fransızca öğretim yapan bir okulda, sonra Göztepe'deki Numune Mektebi'nde (Taşmektep) okudu. İlkokulu bitirince, arkadaşı Vâlâ Nureddin'le birlikte Mekteb-i Sultani'nin hazırlık sınıfına yazıldı. Ertesi yıl ailesinin paraca sıkıntıya düşmesi yüzünden bu masraflı okuldan alınarak Nişantaşı Sultanisi'ne verildi. Bu arada dedesi Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiirler de yazmaya başlamıştı. Bir aile toplantısında denizciler için yazdığı bir kahramanlık şiirini dinleyen Bahriye Nazırı Cemal Paşa çok etkilenerek bu yetenekli gencin Heybeliada Bahriye Mektebi'ne geçmesini istedi, aileden olumlu karşılık alınca da bu okula girmesine yardım etti. Nâzım Hikmet 1917'de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi'ni 1919'da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandı. Aynı yılın kışında son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarladı. Aile dostu olan Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşanın gözetiminde iki ay süren bir sağaltım döneminden sonra, kendisine iki ay da evde dinlenme izni verildi. Bu süre sonunda da toparlanamadığı, deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlık durumuna kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs 1920'de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldı. YAHYA KEMAL HAYRANIYDI Bu arada hececi şairler arasında genç bir ses olarak oldukça ünlenmişti. Bahriye Mektebi'nde tarih ve edebiyat öğretmeni olan, ayrıca aile dostu olarak evlerine de gelip giden Yahya Kemal'e büyük hayranlık duyuyor, yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alıyordu. 1920'de "Alemdar" gazetesinin açtığı bir yarışmada ünlü şairlerden oluşan seçici kurul birincilik ödülünü ona vermiş, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi gibi genç ustalar ondan sevgiyle söz eder olmuşlardı. İstanbul işgal altındaydı ve Nâzım Hikmet coşkun bir vatan sevgisini yansıtan direniş şiirleri yazıyordu. 1920'nin son günlerinde yazdığı "Gençlik" adlı şiiri gençleri ülkenin kurtuluşu için savaşmaya çağırmaktaydı. 1 Ocak 1921'de ise Mustafa Kemal'e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla dört şair, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin, Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindiler. İnebolu'ya varınca, Ankara'ya geçebilmek için beş altı gün, izin ve yol parası beklemeleri gerekti. Ama Ankara'dan yalnız Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'e izin çıktı. İnebolu'da geçirdikleri günlerde, Anadolu'ya geçmek üzere, onlar gibi izin bekleyen, Almanya'dan gelme genç öğrencilerle tanışmışlardı. Aralarında Sadık Ahi (sonradan Mehmet Eti adıyla CHP milletvekili), Vehbi (Prof. Vehbi Sarıdal), Nafi Atuf (Kansu, sonradan CHP genel sekreteri) gibi kimseler de bulunan bu öğrenciler Spartakistler olarak anılıyor, sosyalizmi savunuyor, Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği'nden övgüyle söz ediyorlardı. Bunlar Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin için yepyeni bilgilerdi. Ankara'ya vardıklarında kendilerine verilen ilk görev İstanbul gençliğini milli mücadeleye çağıran bir şiir yazmak oldu. Üç gün içinde yazıp bitirdikleri bu üç sayfadan uzun şiir Matbuat Müdürlüğü'nce, 1921 martında 11,5 x 18 cm boyutlarında dört sayfa olarak, on bin adet bastırılıp dağıtıldı. Şiirin yankıları o kadar büyük oldu ki, Millet Meclisi üyeleri böyle güçlü bir çağrının doğurabileceği sorunların nasıl çözüleceğini tartışmak gereğini duydular. Matbuat müdürü Muhittin Birgen şiiri yayımlayıp dağıttığı için olumsuz eleştiriler aldı. İstanbullu gençler Ankara'yı doldururlarsa onlara nerede, nasıl iş bulunacağı önemli bir sorundu. Meclis'te sorguya çekilmekten tedirgin olan Muhittin Birgen bir daha böyle bir duruma düşmemek için, Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin'i Maarif Vekâleti'ne devretmeye karar verdi.  MOSKOVA YOLCULUĞUNazım veNureddin, Bolu'da Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili Ziya Hilmi, eşrafın, din adamlarının daha baştan benimsemedikleri, kalpak giyen, camiye gitmeyen bu iki genç öğretmeni korudu. Bilgili bir kişi olan Ziya Hilmi onlara Fransız Devrimi'ni anlatıyor, Lenin'den, Kautsky'den söz ediyor, Sovyetler Birliği'ni görmek istediğini söylüyordu. Tutucu çevrelerin baskısına, gizli polis örgütünün güvensizlik belirten davranışları da eklenince, Bolu'da barınamayacaklarını anlayan Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin, iyi bir öğrenim görmek, dünyada olup bitenleri anlamak için Paris'e mi, Berlin'e mi, Moskova'ya mı gitsek diye düşünürlerken, Ziya Hilmi'nin etkisiyle, Moskova'ya gitmeye karar verdiler. 1921 ağustosunda Bolu'dan ayrılıp doğuda, Kâzım Karabekir Paşanın yanında öğretmenlik etmeye gidiyormuş gibi davranarak, vapurla Zonguldak'tan Trabzon'a geçtiler, oradan da gene vapurla 30 Eylül 1921'de Batum'a vardılar. Böylece Sovyetler Birliği'ne ayak basan, yirmi yaşın eşiğindeki iki genç şair Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldılar. Nâzım Hikmet serbest müstezatı, Fransız şiirinin serbest ölçüsünü biliyordu. Batum'da "İzvestiya" gazetesinde gördüğü, büyük bir olasılıkla Mayakovski'nin yazdığı bir şiirin uzunlu kısalı dizelerine, merdivenli istifine ilgi duymuş, ama Rusça bilmediği için içeriğini anlayamamıştı. Moskova'ya giderken geçtikleri açlık bölgelerinde gözlediklerinin etkisiyle yazmaya giriştiği "Açların Gözbebekleri"ni hece ölçüsüne sokamadığını görünce, "İzvestiya"daki şiirin biçimsel çağrışımlarından güç alarak, daha serbest yazmayı denedi. Ortaya yer yer hece kalıplarıyla kurulmuş olsa da, kurallara uymayan, serbest bir ölçü çıktı. İçine girdiği yeni dünyanın düşünce, duygu yükü altında, bu serbest ölçüyle yazdığı şiirler birbirini izledi. Rusça öğrenince, devrimci bir ortamda geçmişin bütün değerlerini hiçe sayarak yazan genç Sovyet şairlerini okumaya başladı. Bunlar İtalya'da Marinetti'nin başlattığı Gelecekçilik (Fütürizm) akımının etki alanında yazan, geçmişi yadsıyarak her şeyi gelecekte gören devrimci şairlerdi. Bu dönemde yazdığı şiirlerin bazılarını 1923'te "Yeni Hayat", "Aydınlık" gibi dergilere göndererek yayımlatan Nâzım Hikmet, üniversiteyi bitirince ülkesine dönmek istedi. 1924 ekiminde, çıkışında olduğu gibi, gene gizlice sınırdan geçerek Türkiye'ye geldi. "Aydınlık" dergisinde çalışmaya başladı. İstanbul'da polisçe izlendiğini anlayınca, bir basımevi kurmak için İzmir'e geçti. Böylece gözlerden de uzaklaşmış oluyordu. 1925 şubatında Şeyh Sait İsyanı'nın başlaması üzerine, 4 Mart 1925'te Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Bazı gazeteler, dergiler kapatıldığı gibi, 1 Mayıs 1925'te yayımlanan bir bildirge dolayısıyla "Aydınlık" dergisi çevresindeki yazarların çoğu da tutuklandılar. Ankara'da İstiklal Mahkemesi'ndeki dava 12 Ağustos 1925'te sonuçlandığında Nâzım'ın da gıyaben 15 yıla mahkûm edildiği görüldü. Bunun üzerine Nâzım Hikmet saklanmakta olduğu İzmir'den haziran ayı ortalarında İstanbul'a gelerek gizlice yurt dışına çıkıp yeniden Sovyetler Birliği'ne gitti. Cezasının 1926'da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince, resmen yurda dönebilmek için pasaport isteğiyle hemen Türk Elçiliği'ne başvurdu. Tekrar tekrar yaptığı başvurulara olumlu karşılık alamadı. Bu arada 28 Eylül 1927'de İstanbul'da dağıtılan bildiriler yüzünden açılan bir davada gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla, gene gıyaben 3 ay hapse mahkûm edildi. Bir buçuk yıl kadar bekledikten sonra Elçilik'ten olumlu bir karşılık alamayacağını kesinlikle anlayınca, 1928'de Bakû'da ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü'nü yayımlattı. Aynı yılın temmuz ayında da, gıyaben aldığı mahkûmiyetlerden temize çıkmak için, gizlice sınırı geçerek Kafkasya'dan Türkiye'ye girdi. Arkadaşı Laz İsmail'le Hopa'da yakalandıklarında üstlerinde sahte pasaportlar vardı. Sınırı izinsiz, üstelik de sahte pasaportlarla geçmek suçuyla Savcı'nın karşısına çıkarıldılar. İki arkadaş yargılanmak üzere Rize'ye gönderilmeden önce Hopa Cezaevi'nde iki ay beklediler. Yargılanmak üzere Hopa'dan Rize'ye gönderilmeleri tutukluluklarının sona ermesini sağladı. Pasaportsuz sınır geçme suçunun cezası üç gün hapisti. Fazlasıyla içerde kaldıkları için serbest bırakılmaları gerekiyordu. Ancak 14 Ekim 1928'de Nâzım ile Laz İsmail, Ankara'ya gene bileklerinde kelepçeleri, arkalarında jandarmalarıyla gittiler. Hemen sorgulanıp tutuklandılar. Daha sonra serbest bırakıldılar. Ankara'daki dostları, başta Şevket Süreyya Aydemir olmak üzere, şairliğine inanan aydınlar, onun Halkevi'nde çalışmasını, Halk şiiriyle ilgilenmesini, Anadolu'yu dolaşmasını istiyorlardı. Ama Nâzım Hikmet bu gibi önerileri benimsemeyerek İstanbul'da Zekeriya Sertel'in çıkardığı "Resimli Ay" dergisinin yazı kadrosuna katıldı. Bir yandan şiirlerini yayımlıyor, bir yandan da edebiyatın yerleşmiş değerlerine karşı sert çıkışlar yapıyordu. "Putları Yıkıyoruz" başlığı altında 1929 ortalarında başlattığı yazı dizisinde Abdülhak Hâmit, Mehmet Emin gibi şairlere yönelttiği saldırılar basında büyük yankılar uyandırdı. Aynı yılın mayıs ayında yayımlanan 835 Satır adlı kitabı ise büyük bir ilgiyle karşılandı. Bunu gene o yıl çıkan Jokond ile Si-Ya-U , ertesi yıl çıkan Varan 3; 1+1=1 adlı kitapları izledi. Temmuz 1930'da "Salkımsöğüt" ile "Bahri Hazer" şiirleri şairin kendi sesiyle Columbia firmasınca plağa alındı. Yirmi günde tükenen bu plağın kahveler, lokantalar gibi halka açık yerlerde çalınmaya başlandığı görülünce, polisin duruma el koyup bazı uyarılara girişmesi sonucu firma plağın yeni basımlarını yapmaktan vazgeçti. NAZIM YENİDEN MAHKEMEDE1 Mayıs 1931 günü bir sivil polisin getirdiği çağrıyla, ertesi gün Sorgu Yargıçlığı'nda sorgulanması yapıldı. İçişleri Bakanlığı'nın emri doğrultusunda, ilk beş kitabındaki şiirlerinde "bir zümrenin başka zümreler üzerinde hakimiyetini temin etmek gayesiyle halkı suça teşvik ettiği" savıyla mahkemeye verildi. 1932'de Nâzım Hikmet'in Benerci Kendini Niçin Öldürdü adlı şiir kitabı basıldığı gibi, 1931-32 sezonunda Kafatası, 1932-33 sezonunda Bir Ölü Evi adlı oyunları da Darülbedayi'de (sonradan İstanbul Şehir Tiyatrosu) sahneye kondu. Benerci Kendini Niçin Öldürdü?'de Sühulet Kütüpanesi'nce yakında yayımlanacağı duyurulan Gece Gelen Telgraf nedense 1933 yılı başında Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi'nce yayımlandı. Kitabın kapağı ile üçüncü sayfasında 1932 tarihi vardı, ama sondaki beş şiirin altına 1933 tarihi konmuştu. Anlaşılan bu kitap basıma hazırlanırken birtakım tedirginlikler yaşanmıştı. Gece Gelen Telgraf yayımlandıktan bir süre sonra iki dava açıldı. Birini 5 Mart 1933'te kitabı toplatan İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, "halkı rejim aleyhine kışkırtmak"tan, sırasıyla yazar Nâzım Hikmet'e, yayımcı Ahmet Halit'e, basımevi sahibi Ali Beye karşı; öbürünü ise, 9 Mayıs 1933'te, yapıtta yer alan "Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye" adlı yergide "kendisine ve pederine hakaret ettiği" gerekçesiyle Süreyya Paşa, Nâzım Hikmet'e karşı açmışlardı. Oysa şair Gece Gelen Telgraf toplandıktan iki hafta kadar sonra, 22 Mart 1933'te, gizli örgüt kurmak, üç kentte, İstanbul, Bursa, Adana'da, duvarlara devrim bildirileri yapıştırarak, kitapçıklar dağıtarak komünizm propagandası yapmaktan tutuklanmış, bir süre İstanbul'da sorgulanmış, bu arada öbür davalarının duruşmalarında bulunmuş, ama arkasından, yargılanmak üzere, 1 Haziran 1933'te, Bursa'ya gönderilmişti. İdam talebiyle başlayan dava 31 Ocak 1934'te 5 yıl hapis kararıyla son buldu. Temyiz bu kararı bozduysa da Bursa Mahkemesi 4 yıla indirerek hapis kararında direndi.Cumhuriyet'in onuncu yılında çıkarılmış olan bağışlama yasasıyla bu cezanın 3 yılı indirilince geriye bir yıl kalıyordu. Oysa Nâzım Hikmet bir buçuk yıldır tutukluydu. Böylece 6 ay alacaklı olarak cezaevinden çıkıp İstanbul'a geldi. PİRAYE İLE EVLENİYOR 1930'da tanışıp 1931'de evlenmeye karar verdiği halde kovuşturmalar, tutuklamalar yüzünden buna olanak bulamadığı Piraye Altınoğlu ile 31 Ocak 1935'te evlendi. Nâzım daha önce de Sovyetler Birliği'nde iki kez evlenmişti : Birincisi orada görevli bir Türk ailesinin kızı olan Nüzhet Hanım ile kısa bir evlilikti, ikincisi ise bir Rus kızı olan Dr. Lena ile memleket hasreti yüzünden sona eren bir evlilik... Piraye Altınoğlu'nun ise ilk kocasından iki çocuğu vardı. Bu evlilikle Nâzım Hikmet dört kişilik bir ailenin sorumluluğunu yüklenmiş oluyordu. Geçimini sağlamak için "Akşam" gazetesinde Orhan Selim takma adıyla fıkralar yazmaya başladı. Gene takma adlarla gazetelerde tefrika edilmek üzere romanlar yazdı. Bir yandan da İpek
Film Stüdyosu'nda senaryo yazarlığı, dublaj yönetmenliği, film yönetmenliği gibi çeşitli işler yapmaktaydı. 1935'te Taranta Babu'ya Mektuplar adlı şiir kitabını yayımladı, Unutulan Adam adlı oyunu Darülbedayi'de sahneye kondu. 1936'da Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı adlı şiir kitabı ile Alman Faşizmi ve Irkçılığı adlı çeviri derlemesi yayımlandı. 17 Ocak 1938 gecesi akrabası olan Celâleddin Ezine'nin evinde otururlarken gelen polislerce tutuklanıp kısa bir süre İstanbul Tevkifhanesi'nde bekletildikten sonra, Nâzım Hikmet Ankara'ya Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi'ne gönderildi. Kesinlikle beraat edeceğini umduğu bu dava, 29 Mart 1938'de "askeri kişileri üstlerine karşı isyana teşvik" suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkûm edilmesiyle sonuçlandı. 28 Mayıs 1938'de temyiz bu cezayı onayladıktan sonra, Ankara Cezaevi'nden alınarak İstanbul'da Sultanahmet Cezaevi'ne getirildi. Bu arada 12 yıl çeşitli cezaevlerinde kalan Nâzım Hikmet yayımlama olanağı bulunmadığı halde sürekli olarak şiir yazdı. Cezaevlerinde tanıştığı, Türk halkının güç koşullar altında yaşayan, yoksul, acılı kişileriyle dostluklar kurdu. Dört Hapisaneden; Kuvâyi Milliye; Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri; Piraye'ye Rubailer; Memleketimden İnsan Manzaraları; Ferhad ile Şirin; Yusuf ile Menofis gibi yapıtlarını bu insanlara okuyup eleştirilerini aldı. İkinci Dünya Savaşı sona erince, 1946 başlarında, siyasal havanın görece yumuşadığı düşüncesiyle, suçsuz olduğunu belirterek, yapılan "adli hata"nın düzeltilmesi için, daha önce de birkaç kez yaptığı gibi, Büyük Millet Meclisi'ne bir dilekçe ile başvurduysa da bundan bir sonuç elde edemedi. Bütün bu girişimlerden bir sonuç alınamadığını gören Nâzım Hikmet 8 Nisan 1950'de açlık grevine başladı. Kalbinden, karaciğerinden rahatsız olduğu bilindiğinden, Ankara'dan gelen emirle, hemen ertesi gün İstanbul'a getirilerek önce Sultanahmet Cezaevi revirine, sonra da Cerrahpaşa Hastanesi'ne yatırıldı. Daha sonra avukatının isteği üzerine Nâzım Hikmet bunun üzerine 10 Nisan 1950 sabahı açlık grevini erteledi. Nâzım açlık grevini erteleyince Cerrahpaşa Hastanesi'nde muayeneden geçirilip sağlıklı olduğu saptanarak önce eşyalarını almak üzere Sultanahmet Cezaevi'ne, oradan da Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'ne götürüldü. 2 Mayıs 1950 sabahı Nâzım Hikmet yeniden açlık grevine başladı. Vasisi Avukat İrfan Emin Kösemihaloğlu hem ilgililere durumu bildiren bir dilekçe yazdı, hem de Ankara'ya giderek Adalet Bakanı'yla görüştü. Şair bu kez ölünceye ya da serbest kalıncaya kadar grevi sürdürmeye kararlıydı. Günde dört beş bardak su ile bol bol sigara içiyor, ama hiçbir şey yemiyordu. İlk üç sabah cezaevi bahçesinde beden hareketleri yapmış, gün boyunca gazete, kitap okumuştu. Dördüncü günden sonra ise iyice bitkinleştiği, yataktan çıkmak, konuşmak bile istemediği görüldü. 9 Mayıs 1950 günü cezaevinden ambulansla Adli Tıp Müdürlüğü'ne götürüldü. Üç saat süren bir muayene sonucu doktorlar tam teşekküllü bir hastanede gözetim altında kalması gerektiğine karar verdiler. Cerrahpaşa Hastanesi'nde tek kişilik bir odaya yatırılmak istendi. Ama Nâzım Hikmet'in, "Ben kobay değilim, hakkımın verilmesi için açlık grevi yapıyorum. Greve cezaevinde devam edeceğim," diye diretmesi üzerine, hastane yetkilileri bu isteği bir tutanakla saptayıp imzasını aldılar. Gene Üsküdar Paşakapısı Cezaevi'ne götürüldü. Nâzım Hikmet açlık grevinin on ikinci gününde sekiz kilo kaybetmiş, çok kötü duruma düşmüştü. Hemen Cerrahpaşa Hastanesi Cerrahi Kliniği'ne kaldırılarak kendisine serum takıldı. Daha sonra da Verem Pavyonu'ndaki tek kişilik bir odaya yatırıldı. On altıncı güne gelindiğinde, artık yaşamının "tıbbi müdahalelerle" uzatılmakta olduğu söyleniyordu. Bu durum başvuruların yönünü birdenbire değiştiriverdi. Bu kez dostlarından, sevenlerinden Nâzım Hikmet'e telgraflar, mektuplar yağmaya başladı. Açlık grevini sürdürüyordu, ama Büyük Millet Meclisi beklenen genel bağışlama yasasını görüşmeden tatile girmişti. 14 Mayıs 1950'de ise yeniden
seçim yapılacaktı. Seçimlerin sonucu alınıp yeni hükümet kurulana kadar greve ara vermeliydi. Yüzlerce telgrafın, mektubun yanı sıra, topluca imzalanmış dilekçeler de geliyordu. Nâzım Hikmet 19 Mayıs 1950 Cuma günü saat 17:03'te, kendisine gelen mektupları coÅŸkuyla okuyan vasisi Avukat Ä°rfan Emin KösemihaloÄŸlu'na, açlık grevine son verdiÄŸini bildirdi. Çok hırpalanmıştı. Hastanede doktorların yakın denetimi altında bile saÄŸlığının düzelmesi oldukça uzun sürdü. Serbest bırakıldığı tarihe kadar, iki aya yakın bir süre CerrahpaÅŸa Hastanesi'nde kaldı. 14 Nisan 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti'nin çıkardığı bağışlama yasası, Büyük Millet Meclisi'nde tartışılırken, Nâzım Hikmet'in bağışlanmaması için, çok tatsız, çok üzücü konuÅŸmalar yapıldı. Sonuçta gergin bir ortamda çıkarılan yasa onu doÄŸrudan bağışlamıyor, yalnızca cezasının üçte ikisi indirilenler kapsamına alıyordu. 12 yıl 7 ay yatmıştı. 28 yıl 4 aylık cezasının geri kalanı bağışlanıyordu. 15 Temmuz 1950'de, CerrahpaÅŸa Hastanesi'nde, artık serbest olduÄŸu kendisine avukatlarınca bildirildi.MÃœNEVVER Ä°LE TANIÅžMA VE AÅžK Nâzım Hikmet cezaevindeki son iki yılına girerken görüşmeci gelen dayı kızı Münevver Berk'e âşık olmuÅŸtu. Cezaevinden çıkınca karısı Piraye'den ayrıldı. Kadıköy'de, önce annesinin Cevizlik'teki evinde, sonra bir apartman katında Münevver Hanımla yaÅŸamaya baÅŸladı. Gene Ä°pek Film Stüdyosu'nda çalışıyordu. 26 Mart 1951'de, bir oÄŸulları oldu. Adını Mehmet koydular. Gerçi cezaevinden çıkmıştı, ama polisçe sürekli izleniyordu. Evinin önünde hep bir cip bekliyor, nereye gitse polisler de arkasından geliyorlardı. Kitaplarını yayımlatma, oyunlarını oynatma olanağını bulamayacağı anlaşılıyordu. Kuvâyi Milliye'nin yayın hakkını alan bir yayınevi çıkmışsa da, kitap bir türlü yayımlanmıyordu. Bu sırada Kadıköy Askerlik Åžubesi'ne çaÄŸrıldı. AskerliÄŸini yapmamış olduÄŸu, hemen sevkedilmesi gerektiÄŸi bildirildi. Bahriye Mektebi'ni bitirdiÄŸini, güverte subaylığı yaptığını, hastalanarak çürüğe çıkarıldığını söylemesi üzerine elinden bir dilekçe alınarak serbest bırakıldı. Birkaç ay sonra tekrar ÅŸubeye çaÄŸrılarak kendisine Sivas'ın Zârâ ilçesine gitmeye hazırlanması söylendi. Ä°steÄŸi üzerine HaydarpaÅŸa Hastanesi SaÄŸlık Kurulu'na gönderildi. Kurula on ay önce CerrahpaÅŸa Hastanesi'nden aldığı, kalbinden, ciÄŸerlerinden rahatsız olduÄŸunu gösteren raporları sunduysa da askerliÄŸini engelleyecek bir durumu olmadığı kararına varıldı. Bu arada bir doktor kulağına bu iÅŸin sonunu iyi görmediÄŸini fısıldadı. Åžubeden hazırlıklarını yapmak için bir haftalık izin aldı. VE NAZIM GÄ°DÄ°YOR...17 Haziran 1951 sabahı, askerlik iÅŸini düzeltmek amacıyla Ankara'ya gideceÄŸini söyleyerek evden ayrılan Nâzım Hikmet'in 20 Haziran 1951'de Romanya'ya vardığı BükreÅŸ Radyosu'ndan öğrenildi. Sonradan yazılanlara göre, akrabası olan Refik Erduran'ın kullandığı bir sürat motoruyla Ä°stanbul BoÄŸazı'ndan Karadeniz'e açılmış, Bulgaristan sahillerine çıkmayı amaçlarken, yolda rastladığı bir Rumen ÅŸilebiyle Romanya'ya gitmiÅŸti. Oradan Moskova'ya geçmesi üzerine, Nâzım Hikmet, 25 Temmuz 1951'de, Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaÅŸlığından çıkarıldı. Münevver Hanım ile oÄŸlu Mehmet ise polisçe yakından izlenmeye devam edildiler. Yurt dışına çıkmalarına ise kesinlikle izin verilmedi. Dışarda birçok uluslararası kongreye katılan, çeÅŸitli ülkelere yolculuklar yapan Nâzım Hikmet büyük bir ün kazandı. Yapıtları çeÅŸitli dillere çevrildi. Pek çok kitabı yayımlandı. Ama gittiÄŸi ülkenin artık gençliÄŸindeki o coÅŸkulu, geleceÄŸe umutla bakan Sovyetler BirliÄŸi olmadığını kısa sürede anlamıştı. Dergilerde Mayakovski'den söz edilmiyor, Meyerhold'un, Tairov'un adları bile anılmıyor, eski dostlarından kimi sorsa, "Bilmem, nicedir görmedik," yanıtını alıyordu. Åžiirlerinin çevirilerinde anlamı deÄŸiÅŸtiren yanlışlar bulunması canını sıkmaktaydı. Nâzım Hikmet'in özellikle sanat yapıtlarında Stalin'e dönük içi boÅŸ, anlamsız yüceltme sözlerinin yinelenip durmasını yadırgadığını söylemesi uyarılmasına neden olmuÅŸtu. Ayrıca böyle bir pot kırmaması için, onun Stalin yerine Malenkov'la görüştürüldüğü söylenir. Moskova'ya 1951 temmuzunda ulaÅŸan Nâzım Hikmet, aÄŸustosta, Fadeyev'le birlikte, Berlin'de Dünya Gençlik Festivali'ne katıldı. Eylül'de Bulgaristan'a gitti. Orada Fahri Erdinç'le, cezaevi arkadaşı Betoven Hasan'la karşılaÅŸtı. Türklerin köylerini dolaÅŸtı, sorunlarını dinledi, bol bol Türkçe konuÅŸtu. 1-6 Aralık 1951'de, gene Fadeyev'le Viyana'da yapılan Dünya Barış Kongresi'ne gittiler. Orada Aragon'la, Frédéric Joliot-Curie'yle tanıştı, öldüğünü sandığı, KUTV'dan arkadaşı Çinli devrimci Emi Siao (SÄ°-YA-U) ile karşılaÅŸtı. Arkasından Prag'a giderek Uluslararası Barış Ödülü aldı. Sovyetler BirliÄŸi'nin desteklediÄŸi Dünya Barış Konseyi'nin etkinliklerinde önemli bir rol oynamaya baÅŸlamıştı. 25 Haziran 1952'de Asyalı üyelerin toplantısına katılmak üzere Pekin'de; 1-5 Temmuz 1952'de Kore Savaşı'na karşı bir toplantıya katılmak üzere Berlin'deydi. Amerikan emperyalizminin kışkırttığı bu savaÅŸa Türk hükümetinin asker göndermesini kınıyor, Kore'de halkımızın Amerikalılar için kan dökmesine neden olanlara karşı konuÅŸmalar yapıyordu. 1952 yılı sonunda Nâzım Hikmet artık Dünya Barış Konseyi'nin yönetici kadrosundaydı. Çok çeÅŸitli kentlerde toplantılara katılıyor, bu arada VarÅŸova'ya da gidiyordu. Polonyalılarla arası son derece iyiydi. Elinde belirli bir ülkenin vatandaşı olarak sürekli bir pasaportu bulunmadığını gören, ayrıca büyük dedesi yoluyla Polonyalı Borzenski ailesinden geldiÄŸini öğrenen dostları, ona bir Polonya pasaportu çıkardılar. Böylece Nâzım Hikmet büyük dedesinin soyadıyla Polonya vatandaÅŸlığına kabul edilmiÅŸ oldu : Nâzım Hikmet Borzenski. Dünya Barış Konseyi'nin eylemleri aralıksız sürüyor, gittikçe daha büyük kalabalıkların ilgisini çekiyordu. 22-29 Haziran 1955'te Helsinki'de yapılan Dünya Barış Toplantısı'na doksan ülkeden 2000 delege geldi. Nâzım Hikmet bu toplantıda Türk delegesi olarak söz aldı. Toplantı sonunda bir kez daha Dünya Barış Konseyi'nin yönetici kadrosuna seçildi. 6 AÄŸustos 1955'te Japonya'nın HiroÅŸima kentinde öğrencilerle ev kadınlarının düzenlediÄŸi Dünya Barış Konferansı ise soÄŸuk savaÅŸ çerçevesinde komünist propagandası filan diye küçümsenecek gibi deÄŸildi. HiroÅŸima'ya atom bombasının atılışının onuncu yıldönümüydü. Nükleer araÅŸtırmalara karşı bütün dünyadan 33 milyon imza toplanmıştı. Nâzım Hikmet bu toplantıda bir barış delegesi konumunun ötesinde, dünyanın en büyük ÅŸairlerinden biri olarak alkışlandı. 1956'da, sekiz ay kadar, "özgürlükçü komünizmin örneÄŸi" olarak gördüğü Polonya'da kaldı, öbür toplumsalcı ülkelere oradan gidip geldi. Dünya Barış Konseyi'nin yönetici kadrosunda olması sürekli yolculuklara çıkmasını gerektiriyordu. 1956 eylülünde ağır bir zatürree geçirdi. 3 Kasım 1956'dan 27 Temmuz 1957'ye kadar, Çekoslovakya'daki Yasenik Sanatoryumu'nda dinlendi. 1957'den sonra, Yazarlar BirliÄŸi adına Sovyetler BirliÄŸi'nin doÄŸudaki ülkelerine yolculuklar yapmaya baÅŸladı. Stalin'in büyük kıyım uyguladığı bu bölgede Türkçe konuÅŸan halklar vardı. Buralarda gerçek dostlar kazanan Nâzım Hikmet, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan'da gördüklerinden, dinlediklerinden çok rahatsız oldu. Stalin döneminin ağır bir eleÅŸtirisi olan Ä°van Ä°vanoviç Var mıydı Yok muydu? adlı oyunu, 11 Mayıs 1957 günü Moskova Yergi Tiyatrosu'nda sahneye kondu. Bir tek gece oynandıktan sonra yasaklandı. Bu olay Nâzım Hikmet'i çok üzdü. Bayağı bunalıma girdi. Ä°ntihar etmeyi bile düşündü. Moskova'da Stalin döneminin baskısı hâlâ duyuluyor, katı komünistler, özgürlükçü komünistlerin önünü kesmek istiyorlardı. Ama bu oyun daha sonra baÅŸka tiyatrolarda, Riga'da, Çekoslovakya'da, Bulgaristan'da vb sahnelendi. Nâzım Hikmet 1958 mayısını Dino'larla birlikte, Münevver Andaç'ın genç kızlık yıllarının kenti Paris'te, ona gönderme yapan ÅŸiirler yazarak geçirdi. Cezaevindeyken yazdığı ÅŸiirlerde onu andığı gibi "Gülüm" diyordu, "Paris'te kimi gördün?" sorusunu, "Genç kızlığını Mimi'nin," diye yanıtlıyordu. Oysa 1955 yılı sonlarından beri yeni bir sevda fırtınası yaÅŸamaktaydı. Vera Tulyakova adında genç bir kadına âşık olmuÅŸ, onu Moskova'da bırakarak gelmiÅŸti. "Sensiz Paris" derken kimin özlemini çektiÄŸini anlamak kolay deÄŸildi. Nâzım Hikmet 1958 haziranında ise Leipzig'e giderek Bizim Radyo'da çalışan Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Yıldız Sertel'le buluÅŸtu. Türkiye'den tanıdığı insanlarla bir araya gelmek ondaki dinmek bilmez memleket özleminin acısını biraz olsun hafifletiyordu. Münevver ile Mehmet'i Ä°stanbul'da bırakıp gurbete çıkalı yedi yıl olmuÅŸtu. OÄŸlu fotoÄŸraflarda büyüyordu. Ãœlkesinin insanlarıyla buluÅŸmak onlarla buluÅŸmak gibiydi. Ama Türkiye'den ayrıldığı 1951 haziranından beri karısına duyduÄŸu ardı arkası kesilmez özlem, Nâzım Hikmet'in baÅŸka kadınlarla iliÅŸki kurmasına engel olmamıştı. 1952'de göğsündeki aÄŸrılar yüzünden yatırıldığı Barvikha Sanatoryumu'nda üç ay kadar kalmış, burada kendisine âşık olan Galina Grigoryevna Kolesnikova adında çok genç bir doktor kıza yakınlık duymuÅŸtu. Hastaneden çıkınca birlikte yaÅŸamaya karar vermelerini Yazarlar BirliÄŸi'nin de uygun görmesiyle, Dr. Galina ÅŸairin özel doktoru olarak görevlendirilmiÅŸti. Bu özel doktor gece gündüz Nâzım Hikmet'le ilgileniyor, evini çekip çeviriyor, ilaçlarını veriyor, yemeklerini düzenliyor, dinlenmesini ayarlıyor, yolculuklara birlikte gidiyordu. Åžair yıllarca süren bu yakın ilginin birkaç kez kendisini ölümden döndürdüğünü söylerdi. Dr. Galina onun evli olduÄŸunu, karısını sevdiÄŸini biliyordu. Münevver Andaç'ın çıkıp gelmesine hazırlıklıydı. Bir gün bu iÅŸ olursa ÅŸairi karısına bırakıp köşesine çekilecekti. Ama bambaÅŸka bir olay yaÅŸandı. 1955 yılı sonlarına doÄŸru, Soyuz Multifilm Enstitüsü'nden Arnavut giysileri konusunda bilgi almak üzere Nâzım Hikmet'i görmeye gelen Valentina Brumberg'in yanında, Vera Tulyakova adında genç bir kadın yardımcı vardı. Bursa'da 1948 yılı sonunda yaÅŸanan olay bir çırpıda tekrarlanıverdi. Åžair gene yaÅŸamında "ilk defa" âşık oluyordu. Ama bu kez gönül verdiÄŸi genç kadının evli olduÄŸunu, bir de kızı bulunduÄŸunu bir yıl sonra öğrenecekti. Elinde çikolatalar, çiçeklerle, Arnavut giysileri konusunda daha fazla bilgi vermek için, Soyuz Multifilm Enstitüsü'ne sık sık gitmeye baÅŸladı. Sevdalandığı genç kadının savaÅŸta ölmüş olan babasından altı yaÅŸ daha büyüktü. Çevrelerindekilerin baÅŸlangıçta bir ÅŸakalaÅŸma gibi baktıkları iliÅŸki gittikçe ciddileÅŸiyordu. Ne var ki 1956 eylülünde geçirdiÄŸi ağır zatürree Nâzım Hikmet'i uzun süre Moskova'dan uzak kalmak zorunda bıraktı. 3 Kasım 1956'dan 27 Temmuz 1957'ye kadar, dokuz ay, Çekoslovakya'daki Yasenik Sanatoryumu'nda saÄŸlığına kavuÅŸmayı beklerken gene de aklı hep Moskova'daydı. Vera Tulyakova ayrıldıkları gün ona bu iÅŸi daha ileri götürmek istemediÄŸini, dönüşte iliÅŸkilerini sona erdirmeleri gerektiÄŸini söylemiÅŸti, ama tam tersi oldu. 27 Temmuz 1957'de Moskova'da buluÅŸur buluÅŸmaz hemen bir ortak iÅŸ yaratıp Sevdalı Bulut'un senaryosu üstünde birlikte çalışmaya baÅŸladılar. Senaryo kabul edilince arkasından filmin çekimi sırasındaki beraberlik geldi. Ama Nâzım Hikmet yolculukları yüzünden ikide bir Moskova'dan ayrılmak zorunda kalıyordu. 1957 yılı sonunda bir ay Bakû'deydi, 1958 ocağından nisanına kadar VarÅŸova'da, Mayısta Paris'te, haziranda Leipzig'deydi VERA TULYAKOVAAÄŸustos sonunda Moskova'ya dönünce Vera Tulyakova'ya birlikte bir oyun yazmayı önerdi. Yazılması 1959 boyunca süren oyun 1960 başında Yermalova Tiyatrosu'nda sahnelenirken, ikisi de artık yaÅŸamlarını birleÅŸtirmeye karar vermiÅŸlerdi. Nikâhlı olmadıkları için, Nâzım Hikmet'in, Münevver Andaç'tan boÅŸanması herhangi bir iÅŸlem gerektirmiyordu. Sekiz yıldır birlikte olduÄŸu Dr. Galina'ya ise Peredelkino'daki daçasını, 1957 model Volga limusin otomobilini, eÅŸyalarını, televizyon, radyo, teyp, nesi varsa, kitaplarını, tablolarını, her ÅŸeysini, noterde kâğıt imzalayarak devretti. Kendisine yalnızca Moskova'daki apartman dairesini bırakmıştı. Bunun üzerine Vera Tulyakova'yla birlikte Bakû'ye gidip Kafkaslar'ın kuzeyindeki bir tatil merkezi olan Kislovodsk'ta üç ay baÅŸ baÅŸa kaldılar. Nâzım Hikmet çok mutluydu, ama her an da bu mutluluÄŸu yitireceÄŸinin korkusuyla tedirgindi. Gittikçe daha fazla kıskanmaya baÅŸladığı genç kadınla evlenmek, onu kendisine baÄŸlamak istiyordu. Yoksa geçirdiÄŸi kıskançlık bunalımları hiç sona ermeyecekti. Moskova'ya dönüşlerinden bir süre sonra Vera Tulyakova kocasından ayrıldı, ama kızını babasına bırakmak zorunda kaldı. 18 Kasım 1960'ta Nâzım'la genç kadın nikâhlandılar. Münevver Andaç ile Mehmet konusunda ne düşüneceÄŸini Nâzım Hikmet de pek bilemiyor, örnekse 17 Temmuz 1959'da, Vera Tulyakova'yla diz dize çalışırlarken, "Ä°ki Sevda" adlı ÅŸiirine, "Bir gönülde iki sevda olamaz / yalan / olabilir" diye baÅŸlıyordu. 1961 nisanında ÅŸair Paris'e ikinci kez gittiÄŸinde yanında karısı Vera da vardı. Bu yolculuk bir balayı niteliÄŸindeydi. Paris'te kırk gün kaldılar. Mayısta Nâzım Hikmet oradan yalnız olarak Dünya Barış Komitesi adına Fidel Castro'ya Barış Ödülü vermek üzere Küba'ya gitti. Paris'ten ayrılmadan önce, Ä°talya'nın Barış Konseyi delegelerinden Joyce Salvadori Lussu ile karşılaÅŸmıştı. 1958 haziranında Stockholm'de yapılan Barış Konferansı'nda tanıştığı Lussu, onun aÅŸk ÅŸiirlerine hayran olmuÅŸtu, ama, Piraye ile Vera'yı bilmiyor, bütün bu ÅŸiirleri Türkiye'den dışarı bırakılmayan karısı için yazdığını sanıyordu. 1960 haziranında Ä°stanbul'a gidince Münevver Andaç'la tanışmak olanağını buldu. Evine konuk olduÄŸu, iki çocuÄŸuyla tek başına verdiÄŸi yaÅŸam savaşımını ayrıntılarıyla öğrendiÄŸi, pek beÄŸendiÄŸi bu kadını çocuklarıyla birlikte Türkiye'den kaçırmayı aklına koydu. Ä°talyan Komünist Partisi'nden olumlu yanıt alamayınca baÅŸka çareler aradı. Kendince birtakım planlar yaptı. O günlerde eyleme geçmeyi düşünüyordu. Paris'te Nâzım Hikmet'le karşılaÅŸtığında söyledi ona karısıyla çocuÄŸunu Türkiye'den kaçıracağını. Nâzım sevindi, ama pek inanmadı. 1961 temmuzunda zengin bir iÅŸadamı olan Carlo Guilluni, yatıyla turistik bir yolculuÄŸa çıkmış havasında, Ege'deki Türk limanlarını dolaşıp bol bol para harcayarak sonunda Ayvalık'a demir attı. Bu arada Joyce Lussu Ä°zmir'de yattan ayrılıp uçakla Ä°stanbul'a gitmiÅŸ, karşı kaldırımdaki cipte bekleyen polisleri atlatarak Münevver Andaç ile iki çocuÄŸunu Ayvalık'a getirmeyi baÅŸarmıştı. Onlar gelir gelmez yat hemen demir alıp Yunanistan'ın Midilli adasına yöneldi. Karanlıkta oldukça tehlikeli bir deniz kazası geçirdilerse de, Yunanlı balıkçılarca kurtarılarak sonunda Atina'ya ulaÅŸtılar. AÄŸustos başında Münevver Andaç, Renan, Mehmet Polonya'daydılar. Nâzım Hikmet Küba'dan yeni dönmüştü. VarÅŸova'daki buluÅŸmaları pek içten olmadı. Nâzım onları havaalanında karşılamadı, ertesi gün kaldıkları otelin lokantasına geldi. Münevver ikinci bir kadının varlığını biliyordu, Nâzım evlendiÄŸini ona yazmıştı, ama kocası olarak gördüğü kiÅŸinin baÅŸka bir kadınla evlendiÄŸini yeni öğrenmiÅŸ gibi davranmayı içine düştüğü durum açısından daha uygun buldu. Son zamanlardaki mektuplaÅŸmalarında birtakım tatsızlıklar yaÅŸamışlardı. Münevver kocasının Moskova'da yıllardır bir kadın doktorla birlikte oturduÄŸunu da biliyordu. Nâzım ise Ä°stanbul'dan gönderilen bir mektupla karısının kendisini aldattığı yolunda uyarılmıştı. Buna inanmak duyduÄŸu vicdan azabını biraz olsun azaltıyordu. Tıpkı Piraye'den ayrılmaya kalktığı günlerde yaptığı gibi, hem yaÅŸamına, hem de ÅŸiirlerine karşı ağır bir suçluluk duygusu içinde, sarılacak bir dal araması çok doÄŸaldı. Yeni karısı Vera da bunca olaydan sonra çok tedirgindi. Bu noktaya geldikten sonra Nâzım'ı kaybetmek istemiyordu. Çok güç durumdaki ÅŸair ise bu iki kadını birbirinden uzak tutmazsa büyük sıkıntılar yaÅŸayacağını çok iyi anlıyordu. Münevver ile çocuklarını, bu arada yıllarca özlemini çektiÄŸi oÄŸlu Mehmet'i, kendisini çok seven Polonyalı dostlarına emanet ederek Moskova'ya götürmemeye karar verdi. Bir daire tutuldu, eÅŸyalar alındı, Münevver Andaç'a DoÄŸu Dilleri Fakültesi'nde bir öğretmenlik görevi bulundu. 1962 ocağında Kruşçev'in aracılığıyla Nâzım Hikmet'e Sovyetler BirliÄŸi pasaportu verildi. Åžubatta, Vera'yla birlikte, Asya ve Afrika Yazarlar BirliÄŸi Kongresi'ne katılmak üzere Mısır'a gittiler. Sovyetler'le gerginlik içinde olan Çinliler'in Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşımadığı için, Türk delegesi sayılamayacağını söyleyerek Nâzım Hikmet'e itiraz etmeleri, ÅŸairin diliyle, varlığıyla nasıl Türkiye'ye baÄŸlı olduÄŸunu anlatan bir konuÅŸma yapmasına neden oldu. Ayakta alkışlanan bu konuÅŸma onun kongreye baÅŸkan seçilmesini saÄŸladı. Nâzım Hikmet saÄŸlığının gittikçe bozulmasına karşın, 1962 yılında Prag, Berlin, Leipzig, BükreÅŸ'te yapılan toplantılara katılmaktan geri durmadı. 1962 kasımında Vera'yla birlikte gezmek, dinlenmek için Ä°talya'ya gittiler : Milano, Floransa, Roma. Oradan, yeni yılı Dino'larla birlikte karşılamaya, Paris'e geçtiler. Türkler, Türk yemekleri, Türk dili en büyük dinlenme, arınmaydı ÅŸair için. Karısını ise tüketim toplumlarının göz kamaÅŸtırıcı alışveriÅŸ olanaklarıyla mutlu etti. 4 Ocak 1963'te gene Moskova'ydılar. 1963 ÅŸubatında Nâzım Hikmet Asya ve Afrika yazarlarının Tanganika'daki toplantısına katıldı. Martta, nisanda Berlin'deydi. Nisan sonunda Moskova'ya dönünce "Cenaze Merasimim" adlı ÅŸiirini yazdı. Mayısta, oturdukları apartman dairesi temizlenip boyanırken, Staraya Ruza'daki bir daçada kaldılar. Staraya Ruza'dan döndükten kısa bir süre sonra ise, 3 Haziran 1963 sabahı, Nâzım Hikmet bir kalp krizi sonucu Moskova'daki evinde öldü. Yazarlar BirliÄŸi'nin düzenlediÄŸi bir törenle Novodeviçiy Mezarlığı'na gömüldü.    Â
button