Güncelleme Tarihi:
Prof. Dr. Tunca Kortantamer'in Osmanlı dönemi mizah anlayışı herkesin bildiğinden farklı
Nasreddin Hoca'nın fıkraları, ‘‘Türk mizah ürünü’’ değil midir? Evet, bu soru, Anadolu kültürünü tanıyan herkes için şaşırtıcı bir soru ama Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Tunca Kortantamer'in, Osmanlı'nın kuruluşunun 700.yıldönümü nedeniyle düzenlenen 13.Türk Tarih Kurumu kongresine sunduğu bildiri, böyle bir soru sorulmasını gerekli kılıyor.
Çünkü Prof.Dr.Kortantamer, Nasreddin Hoca'yı, ‘‘Osmanlı dönemi Türk mizah anlayışı’’nı işlediği bildirisinde yer vermeye değer bulmadı!
Prof.Kortantamer, kongrede sunduğu bildiriye, ‘‘Türk edebiyatının elde bulunan yazılı mizah ürünlerinin hemen hepsi İslam kültür dünyası içinde oluşmuş ürünlerdir’’ cümlesiyle başladı. Türk mizah anlayışını sadece İslam tarihiyle birlikte ele almak gerektiğini savunan Kortantamer, yedi sayfalık bildirisinde ayet ve hadislerden örnekler verdi:
‘‘Kaynaklarda Hz.Muhammed ve ashabının yeri geldikçe nükte, şaka, latife yaptıkları, gülme ve güldürmenin onların hayatında büyük bir yer tuttuğu sık sık zikredilir.’’
İslamiyette mizahı dışlayan bir tavrın varlığını vurgulayan Kortantamer, Gazali'den de örnek verdi:
‘‘Gazali'ye göre aşırıya kaçmamak şartıyla neşelenmek, rahatlamak mübahtır. Hz.Muhammed'in ve ashabının şakaları günah değildir. Fakat çok gülmeye alışmak iyi değildir. Kalbi öldürür.’’
EMEKLİ TARİH ÖĞRETMENİ
Ardından, Kınalızade Ali Efendi, Ahmed Rifat, Lamiizade Abdullah Çelebi'den alıntılar yaptı. Kortantamer, bildiriyi kısa bir değerlendirmeyle sonuçlandırdı:
‘‘Aslında Osmanlı dönemi Türk mizahında hezl ve hiciv yanında ta'riz ve şathiyyat, latife, mutayebe, şaka, nükte, suhriyye, fıkra, hikaye gibi adlar altında, toplumsal eleştiri, gülünçleştirerek cezalandırma, eğitim, eğlendirme ve haz verme amacı güden çeşitli karakterlerde çeşitli yazı türleri ve nazım şekillerden yararlanan zengin ürünler ve etrafında güldürücü hikayeler oluşan pek çok tip ve kişi vardır. Bütün bu mizah ürünlerinin örneklerine gidildiğinde yukarıda çizilen ahlaki ve meşru çerçevenin dışına sık sık kolaylıkla çıkılabildiği görülmektedir.’’
Kortantamer'in bildirisini okumasının ardından söz alan emekli bir tarih öğretmeni, sorusunu yöneltmeden önce bir fıkra anlattı:
‘‘Ünlü yazar Bernard Shaw'un yanına bir bayan gelmiş. Çok güzelmiş. Demiş ki, ‘Siz çok zekisiniz, ben de çok güzel. Bizim çocuğumuz da zeki ve güzel olur.' Shaw, şöyle bir bakmış, ‘‘Hanımefendi, ya çocuğumuz zeka yönünden size, güzellik yönünden de bana benzerse ne olacak?’’
Ancak tarihçi, sözlerini sürdürmeye fırsat bulamadı. Toplantıyı yöneten Başkan, sertçe sözünü kesti ve soru yöneltmesine fırsat vermedi. Buna sinirlenen tarihçi de salonu terketti. Otelden ayrılırken Kortantamer'in bildirisine kızma nedenini iki cümleyle açıkladı:
‘‘Tek satırla bile Nasreddin Hoca'dan bahsetmedi. Onu soracaktım. Bizde İslam tarihi ile Türk tarihi birbirine karıştırılıyor.’’
Emekli tarih öğretmeni, adını söylemedi...
DAVULA BAĞLANAN KATIR
Oysa Pertev Naili Boratav'ın yayınlandığında büyük yankı uyandıran Nasreddin Hoca adlı kitabında, Hoca, Türk kültür ürünü kabul ediliyor. ‘‘Nasreddin Hoca, 13.yüzyılda, Selçuklu Türkleri devrinde yaşamış olup Akşehir'deki türbesinde yatmaktadır’’ denilen kitapta, Hoca'nın fıkralarının asıl olarak Osmanlı döneminde gelişip yaygınlaştığı vurgulandı. Lami'i Çelebi'nin 14. yüzyıl başlarında bir Nasreddin Hoca fıkrası aktardığı ve Osmanlı döneminde birçok kişinin Hoca'nın soyundan olduğu iddiasıyla ortaya çıkarak onun ününden yararlanmaya çalıştığı ifade edilerek, bu konuda bir rivayete yer verildi:
‘‘Başka bir rivayete göre 3.Sultan Murad'ın (1574-1595) saltanatı sırasında Nasreddin Hoca'nın soyundan olduğunu iddia eden bir adam, iddiasının doğruluğunu ispat eden belgelerle kendisine bir maaş bağlanmasını dilemek için saraya gelir.
İçeri girmeden katırını avludaki nöbet davuluna bağlar. Hayvan ipi çekip davulu devirir; gümbürtüden ürküp davulu sürüklemeye başlar, o sırada Mekke'ye gitmek üzere hazırlanmış katırlar da gürültüden ürkerler, kaçışırlar.
Padişah merak edip bu şamatanın sebebini sorar. Ona bütün bu gürültünün, Nasreddin Hoca soyundan olduğunu iddia eden ve dayanağı olan belgelerle padişahtan kendisine maaş bağlanmasını istemek için gelmiş olan bir adamın katırını nöbet davuluna bağlamış olmasından çıktığını anlatırlar. Padişah, ‘Belgeye hacet yok. O adam muhakkak Nasreddin soyundandır. İstediği maaş bağlansın’’ diye emir verir.’’
Bu rivayetler de gösteriyor ki, Nasreddin Hoca'yı Osmanlı dönemi mizah anlayışından ayrı tutmak pek mümkün değil...
BİLİMSEL DÜZEY
Kongreye katılan bilim adamlarından biri olan Prof. Dr. Ercüment Kuran da Nasreddin Hoca'nın, Osmanlı dönemi Türk mizah anlayışından ayrı tutulamayacağını söyledi. Kuran, beş gün süren kongre boyunca Anadolu üniversitelerinden gelen birçok bilimadamının bildiri sunduğunu ve bu kişilerin çalışmalarının desteklenmesi gerektiğini söyledi.
Beş gün süren ve yerli yabancı 300 bilimadamının katıldığı 13.Türk Tarih Kongresi'nin kapanışını Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu yaptı. Halaçoğlu, ‘‘İlmi seviyesi yüksek bir kongre oldu’’ dedi, yüzlerce bildiri sunulduğunu söyledi. Bilimsel düzeyi, bildiri sayısı ile ölçtü..
Tehdit gazeteciliği 100 yıl önce de vardı
Osmanlı, aleyhte haber yazmalarını önlemek için bazı yabancı gazetecilere nişan vermeyi ya da maaşa bağlamayı politika haline getirmiş. Ancak bu politikası başarılı olamamış, ne Avrupa'da ne de Amerika'da Osmanlı karşıtı haberler yazılması önlenememiş...
Ankara Üniversitesi SBF'den araştırma görevlisi Çağrı Erhan, kongrede, ‘‘19.yüzyılda Osmanlı Devleti'nin yabancı gazetecilere nişan verme ve maaş bağlama politikası’’ konulu bir bildiri sundu.
ABDÜLMECİD ZAMANINDA
Erhan'ın sunduğu bildiriye göre, ilk kez Sultan Abdülmecid zamanında, 1851 yılında Paris gazetelerinde Osmanlı lehine yazı yazanlara para verilmesi kararlaştırıldı. Fransız gazetecilerle başlayan uygulama, daha sonra diğer Avrupa ülkelerinden ve hatta Amerika'dan gazetecilerin de listeye eklenmesiyle yoğunlaştı.
2.Abdülhamid dış yayınlarla seleflerine göre daha yakından ilgilendi. Yıldız sarayı çok sayıda yabancı yayına abone olarak, Sultan'ın bunlarda yer alan Osmanlı devleti ile ilgili haber ve makaleleri okuyabilmesi sağlandı. Bu amaçla sarayda bir tercüme bürosu oluşturuldu. Bu büroya gelen yabancı gazete ve dergilerin sayısı 1890'ın başında 150'yi aştı. 2.Abdülhamid'in 1890'a kadarki saltanatında, iç ve dış basına Hariciye Nezareti bütçesinden 6.700 altın tahsisat ve aylık dağıtıldı.
Fakat Paris gazetelerine aktarılan paralar, amaca ulaşılmasını sağlayamadı. Bunun üzerine Hariciye Nezareti Müsteşarı Artin Dadyan'ın oğlu Diran Dadyan, Paris'e gönderildi. Dadyan'ın babasına gönderdiği değerlendirmeler, Osmanlı'nın parasının gelişigüzel dağıtıldığını ve bir işe yaramadığını ortaya koydu:
ALEYHTEKİ YAZILAR
‘‘Buraya geldiğimdenberi resmi bir memuriyetim olmadığını söyleyerek, Tan, Figaro, Frans Evenman, Nasyonal, Golva, Deba, İllüstrasyon gazeteleri ve Grand Revü mecmuası müdürleriyle görüştüm. Bu gazetelerin aleyhimize yazı yazmayacakları vaadini aldım. Bu kişiler Paris'te basın hizmetimizin ehemmiyetsiz olduğunu, bu işi başarmaya memur Chesnel'in kaale alınmaya şayan olmadığını, bu adamın yalnız iki gazeteye yazı neşrettirdiğini söylediler.
Daha az masrafla yeni bir usul arzedeceğim. Şimdiki halde ayda altı yedi bin Frank verdiğimiz halde ancak iki, üç ehemmiyetsiz gazete kullanılmakta, bu suretle bu makalenin beher satırı için 20'şer Frank sarfetmekteyiz. Bu makaleler gazetelerin ancak ikinci ve üçüncü sayfalarında çıkmaktadır. Bazı defa imza kullanılmadığından, resmi makamlardan ücret karşılığı basıldığı anlaşılmaktadır. Paris gazetelerinde bu yazılardan başka biz ve zatı şahaneleri hakkında hiçbir yazı neşredilmemektedir. Birincisi hükümet tarafından tebliğ ettirilen makaleleri basmak şartıyla iki üç mühim gazete ile mukavele yapılabilir. İkincisi Paris'te muhtelif partilere mensup gazetelerle anlaşarak makaleler yayınlanır.’’
Tabii Dadyan'ın değerlendirmeleri dikkate alınmadı ve eskisinden daha yoğun biçimde yabancı gazetecilere tahsisat bağlandı. Sultan Avrupa'da aleyhindeki yayınları önleyemeyince en azından yabancı yayınlara kendi dilleriyle cevap verebilmek için İstanbul'da Fransızca yayınlanan La Turquie gazetesini satın aldı.’’
TEHDİT GAZETECİLİĞİ
Erhan, bildirisinin sonunda İstanbul'da İngilizce yayınlanan Levant Herald gazetesi sahibi Edgar Vitaker'in, 1890 yılında saraya başvurarak kendisine de tahsisat bağlanmasını istediğini vurguladı ve bu örneği günümüzde yaşananlara benzetti:
‘‘Edgar Vitaker, ikinci dilekçesinde ise isteklerinin yerine getirilmemesi durumunda yurtdışına giderek 35 yıl geçirdiği Osmanlı devletinde topladığı bilgileri yabancı gazetelerde basacağı tehdidinde bulunmuştur. Tıpkı bugün Star gazetesinin Sütaş'a yaptığı gibi. Aradan bu kadar zaman geçti ama tehdit gazeteciliği değişmedi.
Başbakan Bülent Ecevit'in Amerika gezisi yeni sona erdi. Orada bir kez CNN'e çıktı, belki bir iki de yerel gazetede haberi çıkmıştır. O kadar. Halbuki lobi şirketlerine büyük paralar ödüyoruz. Bu açıdan da değişen birşey yok.’’