MÜZİK ÜZERİNE... (2) "Yok ağbi; herif aslında bilgisayar programcısı (o zamanlar henüz softveyir yaygın değil). Çok da iyi para kazanıyormuş. Müzik hobisiymiş. Ama bir gün her şeyden bıkmış,varını yoğunu satmış. Kocaman bir sırt çantası ve saksafonundan başka bir şeyi yok. İki yıldır dolaşıyormuş. Sokak müzisyenliğinden kazandıklarıyla yaşıyor." diye gıyaben tanıştırdı bizi Frank'le (çok eski değil, 12 yıl önce)…O günlerde cazla ilgilenmeye yeni başlamıştık. Neye bulaştığımızın tam olarak farkında değildik. Bulabildiğimiz her şeyi dinliyor, bir arkadaşımızın ABD'den getirttiği, özenle ikişer tane fotokopileyip, ciltlettiğimizi kütüphaneye saklayıp spiralliyi çantalarımızdan ve burnumuzun dibinden ayırmadığımız başucu kitabımız "The Real Book" daki parçaları çalışıyorduk. Hatta kimilerini çaldığımızı dahi sanıyorduk. Müzik okuyan bir tek bendim. Ötekiler tıp okuyordu. Ancak Anadolu Lisesi'nden gelmiş olmaları, müzik, özellikle farklı müzik türleri, hakkındaki birikimleri için önemli bir etkendi.Devam etti: "Polonya'da tanıştık. Çok güzel bi meydan var. Adım başı küçük gruplar ya da tek tek müzisyenler müzik yapıyor. Mesela, diyelim ki ben gitarımı çıkarıp bir köşede çalmaya başladım; kısa bi süre sonra dinleyicilerim oluşuyo. Aralarında müzisyen varsa yanıma gelip katılanlar da oluyo. Bi bakmışsın tek kişi başlayıp dört-beş kişi bitiriyosun. Bi de bazen çevredeki öteki gruplardan ara veren ya da bitirenler filan da gelip katılıyo. İnanılmaz bişiy ağbi! Neyse işte, Frank'le çalmaya başladık. Önümde riıl buk var ya; adam açıyo bi parçayı, van-tuu-van-tuu-tri-for diyip başlıyo. Ben panikle ve rezil olma korkusuyla ilk kez gördüüm akorları bile nası bastım, o emprovizeleri nası çaldım inanamazsınız!"Gerçekten de inanamadık. O kısacık yolculuk, küçük-küçük deneyimler (tam dönerayak Polonya'daki bi garda exchange'çi bi üçkağıtçıya kalan tüm parasını kaptırması ve yol boyunca kuru ekmek ve suyla yaşamış olması da dahil) O'nu nasıl da değiştirmiş, olgunlaştırmıştı. Gıpta ettik (yani kıskandık!). Orada, Polonyalıların alınmadığı bir otelde -söylediğine göre Varşova'nın en lüks otelinde- bedava denebilecek bir paraya kalmış, ıstakoz, havyar ve birinci kalite içkilerden sıkılmıştı! Bizi daha çok ilgilendiren (ve sevindiren) şey ise başkaydı; TL cinsinden 10 (on) birime karşılık gelen bir parayla plaklar almıştı. O günlerde 10 Liraya okul kantinlerinde çay bile içilemiyordu. Parasının tümüne yakın bölümünü buna harcamıştı. Bizse plak başına 100 Lira vermeye hazırdık! Bu para birimlerinin yanında binlik ya da milyonluk hanelerin bulunmaması sizi, özellikle de genç okurları şaşırtmasın. 10 000 Liraya sorunsuz-sıkıntısız bir hafta yaşayabiliyor, bir akşam dışarıda
yemek dahi yiyebiliyorduk."Davet ettim" dedi. "Uzakdoğu'ya kadar gidicekmiş; bi haftalığına buraya da uğrayacak. Bizi ve Türk müziğini çok merak ediyo. Hem, birlikte çalarız da; saksafoncuyla çalmak çok zevkli."Fakültede aldığım derslerden dolayı Türk müziğini iyi bildiğimi düşünüyordum. Ancak Türkiye'deki müzik yaşamını ben de merak ediyordum. Geleneksel Türk sanat müziği, Türk halk müziği TRT yayınları dışında nasıl yaşıyordu? Halk Eğitim Merkezleri ve belediyeler bünyesindeki amatör korolar neler yapıyorlardı? Bir-iki büyük şehir dışında bu tür kurumlaşmalar var mıydı? Üç büyük şehirdeki senfoni orkestralarının, opera-balelerin (bizimkini az-çok biliyordum) repertuvarlarında neler vardı? Neye göre oluşturuluyordu? İzleyici yoğunluğu/profili neydi? Bilmek istiyordum. Pop müziğe gelince, "bana göre" popüler kavramına en uygun tür olan "arabesk", kitle iletim araçlarındaki tüm yasakları delip sınırlarını genişletememesine karşın kabul görmeyi, iyi satmayı ve sektörleşme sürecini sürdürüyordu…Yine "bana göre" müzikte Aşkın Nur Yengi ile başlayan "patlama" henüz gerçekleşmemişti; Serdar Ortaç'ın zeytini tabaktan yediği, Reha Muhtar'ın Atina'dan bildirdiği sıradan günlerdi. Dünya literatüründe yer alabilecek niteliklerdeki müzisyenlerden biri olan Fatih Erkoç'un "oynatmasına" da az kalmıştı. Uzan Ailesi'nin Magicbox-Star1'i belki de henüz fikir aşamasındaydı. "made in Turkey" clip olarak bildiğimiz tek şey ise uzun zaman önce Öztürk Serengil'in TRT televizyonunda hazırlayıp sunduğu "Gülünüz Güldürünüz" adlı programında Türkçe sözlü şarkılar için yaptığı komik şeylerdi. Vitamin, İzel-Çelik-Ercan, Ufuk Yıldırım, Beyaz, Cem Yılmaz, Uygur kardeşler (Meşhur olan ikisi), Hamdi Alkan v.b. büyük olasılıkla okuldaydılar. Tarkan belki Almanya'daydı. Ve yine büyük olasılıkla o günlerde tanınmış ve çoktan piyasada olan Barış Manço, Orhan Gencebay, Mazhar-Fuat-Özkan (devr-i eurovision'da MFO edildiler), Ferdi Tayfur, İbrahim Tatlıses, Sezen Aksu, Küçük Emrah, Küçük Ceylan, Mahsun Kırmızıgül dinleyip; Ferhan Şensoy, Levent Kırca, Nejat Uygur, Perran Kutman, izliyorlardı... Deniz Akel, Abdullah Oğuz kimbilir nerelerdeydiler? Savaş Ay foto muhabiriydi. Haaaa, Sadettin Teksoy'u da unutmayalım. Özel TV kanalı enflasyonu henüz oluşmadığından Zenci komiserli ABD polisiye dizileri salgınlaşmamış, ancak Brezilya menşe'li pembe sabun köpükleri özelkanallara metastasları öncesi TRT televizyonlarındaki yerini almıştı. "Rating" kavramının ise dillerden ve "evlerden uzak" olduğu günlerdi."Caz" ise uzuuun yıllardır yapılagelen bir müzikti. O güne dek yetişmiş olan caz müzisyenlerinden tanınmış birkaçı her şeye karşın birşeyler yapmaya çalışıyorlardı. Ve yine TRT vardı çok şükür! Küçücük bir çocukken dinlemeye başladığım Erol Pekcan programlarını radyoda sürdürüyordu. Kendi arşivindeki plaklarından (öldüğünde 5000'i aşkın LP'si olduğu söylenmişti) hazırladığı programları, sunuş üslubu çok keyifli ve bilgi vericiydi. Yavuz Aydar ve Şebnem Savaşçı'nın "Stüdyo Fm"i ise favorimizdi; bu program sayesinde pek çok müzik türü ve müzisyen tanıma şansımız oluyordu. Hülya Tunçağ ise "extreme" ve seçkinci olma çabasıyla hazırlıyordu programlarını. Çaldığı parçalar ve müzisyenlerle ilgili acayip açıklamalar yapıyordu. Kullandığı kimi sıfatları anımsadıkça hala çok eğleniriz. "TRT Hafif Müzik ve Caz Orkestrası": Müzik türlerinin "ağır", "hafif", "ciddi" v.b. olması birkaç yazının konusu olabilir. Ancak bu orkestranın adında "hafif müzik" ve "caz"ın "ve" bağlacıyla bağlanmış/ayrılmış olması, kurumun caz müziğine bakışını bir yanıyla göstermekte.Cumhuriyet döneminin çağdaşlaşma ve batılılaşma hareketlerinde önemli roller üstlenen kurumlar vardı. TRT, 1975'de başladığı "Eurovision Song Contest" muharebeleriyle "rol"den çok bir "misyon" sahibi olmuştu! Ulusal dâvâmız, kendimizi kanıtlama şeyimiz haline gelen bu yarışma yurt sathında ilgi ve kabul gören önemli bir müzik hareketiydi. Türkiye müzik tarihi incelemeleri ve araştırmaları açısından trajik olgular, nabza göre şerbet şarkılar; şarkıcılar, ısmarlama besteci ve aranjörler, 90'lardaki medya dönemine dek 15 yıl boyunca gündemden inmediler. Ha, bir de "San Remo" öykünmesi yarışmalarla tanıştık o günlerde: "Altın Güvercin", "Altın Anten" gibi... Sonucu başından belli bu organizasyonlar ve tabii ki eurovision şarkı yarışması, besteci, aranjör, orkestra şefi, büyük orkestra gibi kavramları soktu hayatımıza. Pop müziğin yazıldığını, düzenlendiğini ve yönetilerek çalınıp-söylendiğini gördük, işittik. Plak kapakları ve kaset kartonetlerinde adlarını okuduğumuz Onno Tunç, Garo Mafyan, Attila Özdemiroğlu, Melih Kibar, Turhan Yükseler, Osman İşmen, Cezmi Başeğmez, Asım Ekren gibi Müzisyenleri tanıdık, feyz aldık; kimilerini idolleştirdik... (Farkında mısınız, müzikle ve müzik yaşamıyla ilgili her konu TRT'ye uğramadan edemiyor…)Sonunda Frank geldi. Gelen Charlie Parker'dı sanki! Üzerimizde garip bir tedirginlik vardı. Kendi adıma birkaç şeyden ürküyordum; orta düzeydeki "frenkçem" Frank'le konuşmaya yetecek miydi? Müzik okuyordum ya, bu frenkler otantik şeylere çok meraklıydılar ya, kendi kültürleri dışındaki her şey de onlar için otantik ve ilginçti ya, hem de soru sormayı pek severlerdi ya! İşte bu bana, Türk müziği ve Türkiye'deki müzik yaşamıyla ilgili binlerce şey sorunca ben hangisine ne cevap verecektim? Tam da gününde gelmişti; burada yeni bir Club-Bar açılıyordu. Haftada bir gece çalmak için anlaşmıştık. Çok heyecanlıydık çünkü ilk kez bir klüpde caz çalacaktık. Frank'ın buraya gelmesinin sebebi olan arkadaşımızdan beklenen telefon geldi: " Ağbi, ......'da buluşalım. Frank akşam beraber çalalım dedi. Ama klüpten önce birkaç saat sokakta çalıp birbirimizin müziğine biraz alışalım diyo... 5'te orda olalım...". "Peki..."Şehrin en işlek, gel-geçi en fazla yerlerinden biriydi buluşma yerimiz.Bu yüzden pek çok mağaza, cafe, fast food, büfe, banka şubesi vardı bu meydanda... Tanışma, çay içme ve neler çalacağımıza kara verme aşaması bir saat filan sürdü. Bu arada enstrumanlarımız ve frenkçe sohbet gereken ilgiyi çoktan görmüştü! Oturduğumuz cafenin sahibine -çekine çekine- burada bir şeyler çalmak istediğimizi, ama elektriğe ihtiyacımız olduğunu söyleyiverdik... hiç düşünmeden "tamam" dedi... Cafenin önüne uzatma kablosu geldi, amfiler çalıştırıldı, akortlar yapıldı... ve... çalmaya başladık!... Aslında biraz utanıyorduk, ama, olsun çalıyorduk işte!... Öteki cafe ve pastanelerde oturan, gelen-geçen insanlar gülümseyerek bizi dinliyorlardı! İlk iki parçanın ardından rahatlamıştık; hemen önümüzde açık duran gitar kutusuna bozuk para, kasa fişi, birkaç satır not yazdıkları kağıtları atan anne-babaların çocukları da bizi ilgi ve merakla dinliyor, gençlerin kimileri ufak-ufak dans ediyordu...Amfiler bir anda susuverdi!.. Frank ve vurmalı, mikrofonsuz olduğu için devam ediyorlardı. Sonradan anladık ki cafenin sigortaları atmış!... Onarılmasını beklerken öteki mekanlardan, hatta bir de banka şubesinden teklifler gelmeye başlamıştı! Herbiri bize elektrik vermek istiyor, kendi yerlerinin önünde çalmamız için ısrar ediyorlardı... Elektriğimiz geldi... Devam ediyorduk ki üniformalı bir Belediye Zabıtası belirdi; Frank'in burnunun dibine dikildi... Biz beş kişiydik. Ama, hafif kırlaşmış saçlarıyla en yaşlımız olduğu için, zabıta, O'nun şef olduğuna karar vermişti sanırım. Kovboy filimlerinden biliriz; atının üzerindeki kızılderili, hiç kıpırdamadan, ifadesiz, donuk bir yüzle elini başının hizasına kaldırır ve birşeyler söyler... Bizim zabıtamız da tam tamına bu ifadeyle Frank'e "kes!... kes!..." diyordu. Hiçbir şey anlamayan Frank gülümseyerek çalmayı sürdürüyor, neredeyse sessiz denebilecek kadar hafiflemiş olan bizlere başını ve sopranosunu sallayarak "hadi!... hadi!..." der gibi hareketler yapıyordu. İfadesiz zabit, daha gür bir sesle "hşşşşşşşt! kes dedik lağn!" deyince hepimiz sustuk. Zabit, Frank'e "burda çalmak için kimden izin aldınız?" diye gürledi. "kafenin
sahibinden" dedim, "elektriÄŸi de O verdi bize". "ben ona soruyom, sen niye cevap veriyon?" dedi. " o Amerikalı. Türkçe anlamıyor" dedim. Birkaç saniye susuÅŸtuk... O anda iki de polis memuru geldi. Hep birlikte, izinsiz burada çalamayacağımızı anlattılar. Zabit, afiÅŸimizin nerede olduÄŸunu, polis memuru ise içinde kırmızı renk olup olmadığını sordu. "Yok" dedik, "AfiÅŸimiz yok.". Ä°zin için ne yapmamız gerektiÄŸini sorduk. Semtin karakoluna baÅŸvurmamız gerektiÄŸini, hepimizin ikametgah, nüfus sureti, ikiÅŸer fotoÄŸraf götüreceÄŸini, afiÅŸimizin ve söyleyeceÄŸimiz ÅŸarkıların sözlerini götüreceÄŸimizi söylediler. "Biz ÅŸarkı çalmıyoruz, caz çalıyoruz. Yani söz yok… Nota olur mu?" dedik. "Söz"de ısrar ettiler. Bu sırada, küçük oÄŸlu omzunda, daha küçük olanı önündeki bebek arabasında olan bir dinleyicimiz polis memurlarıyla tartışmaya baÅŸladı. Herkesin çok memnun olduÄŸunu, niçin böyle bir ÅŸey yaptıklarını sordu. Polis memurları "ÅŸikayet var!" dediler. Biz de ÅŸaşırmıştık... Çevrede bulunan hemen hemen herkes "ÅŸikayet var" sözünü alkışlarıyla protesto etmeye baÅŸladı. Polis memurları kalabalığı dağıtmaya baÅŸladığında bizler toparlanmaya baÅŸlamıştık. "Olay" büyümeden cafe sahibine ve çevredekilere teÅŸekkür edip oradan ayrıldık...Zabit ve polis memurlarıyla aramızda geçen konuÅŸmaları Frank'e anlattıktan sonra (ve hiçbirimiz ikametgah ve nüfus suretinin Ä°ngilizce karşılıklarını söyleyemeden) bu konuyu bir daha hiç konuÅŸmadık. Ha, bir de korktuÄŸum başıma gelmemiÅŸti. Türk müziÄŸi ve Türkiye'deki müzik yaÅŸamıyla ilgili ne bana ne de ötekilere hiçbir ÅŸey sormadı. Burada kaldığı bir hafta içinde evde, kampüsteki müzik klübü odasında ve club-barda birlikte epeyi çaldık. "Biz-bize" eÄŸlendik, keyif aldık...Atilla A. - 26 Haziran 2000, Pazartesi Â
button