Güncelleme Tarihi:
312. madde tartışması aldı başını yürüdü. Ceza Kanunu'nun bu dillere destan maddesini herkes ucundan-köşesinden, bir yerinden çekiştirmekle meşgul ama bana öyle geliyor ki ne kadar çekiştirilirse çekiştirilsin pek birşey değişmeyecek, uğruna bu kadar yaygara kopartılan Hoca içeri girecek ve dört aylığına zorunlu bir istirahat dönemi yaşayacak.
Hoca uğruna çıkartılan bütün bu patırtı, bana bazı sadrazamların, yani eski zaman başbakanlarının akıbetini hatırlattı. Sadrazamların zindana düşmeleri eski zamanlarda sıradan bir iş sayılırdı ama hapsedilmeleri konusunda o devirlerle bugünler arasında önemli bir fark vardı: Biz eskiden içeri attığımız başbakanların hapisten canlı çıkmalarına pek izin vermez, bir punduna getirip hallediverirdik. Hatta, sakladıkları servetlerinin yerini söylemeleri için işkenceye uğradıkları bile olurdu. Şimdi ise sadece birkaç ay yatırıyor, cezaları bitince kendilerini değil, siyasi geleceklerini hallediyoruz.
İşte eskilerden bir örnek, Midhat Paşa: Paşa, málum, Sultan Abdülhamid'in sadrazamı yani başbakanı ve Türkiye'nin 1876'daki ilk anayasasının mimarıydı. Ama tarihlerin yazdığına bakılırsa etrafını biraz tepeden süzer, ‘‘Ben olmasaydım memleket çoktan batmıştı’’ diye konuşur, hatta bazı meclislerde ‘‘Ál-i Osman (Osmanoğlu) oluyor da niçin Ál-i Midhat (Midhatoğlu) olmasın?’’ gibisinden sözler bile eder, yani Osmanlılar'ın yerini kendi kuracağı hanedanın alabileceği ihtimalinden sözederdi.
Tahtta oturan hükümdar kim olursa olsun böyle konuşmalardan mutlaka işkillenirdi ve Abdülhamid de tabii işkillendi. Sultan o tarihten beş sene önce tahtından indirilen ve vanına kıydığı açıklanan amcası Abdüláziz'in kanını dava ediyor, sabık hükümdarın katledildiğine inanıyor ve Yıldız'da bu işe bakacak hususi bir mahkeme kuruyordu. Zanlılar arasında Midhat Paşa da vardı ve o sırada İzmir'de valilik etmekte olan Paşa tevkif edileceğini öğrenince hemen oradaki Fransız Konsolosluğu'na sığındı. Ama kabul edilmedi, mecburen teslim oldu ve bir gemiyle İstanbul'a yollandı. Yıldız'daki mahkemeye çıkartıldı ve mahkeme 1881 Mayıs'ında da dokuz kişiyle beraber Paşa'yı da idama mahkûm etti. Abdülhamid, bütün idamları müebbed hapse çevirdi, mahkûmlar şimdi Suudi Arabistan'ın sınırları içinde kalan Taif şehrine götürülüp bir kaleye kapatıldılar. Paşa burada 1884'ün 6 Mayıs gecesi boğularak öldürüldü ama ölüm emrini kimin verdiği bugüne kadar hiçbir zaman anlaşılamadı.
Yandaki kutuda Midhat Paşa'nın Taif'te kaleme alıp İstanbul'a gizlice gönderdiği ve ölümünden seneler sonra ‘‘Mir'át-ı Hayret’’ yani ‘‘Hayret Aynası’’ ismiyle yayınlanan hatıralarından zindan günlerinin anlatıldığı bazı bölümler yeralıyor. Okuyun ve o zamanlarda hapse düşen başbakanların çektikleriyle şimdi girecek olanların yaptıkları cilveleri siz mukayese edin.
PAŞA’NIN ZİNDAN NOTLARI
Pranga yüzünden don bile değiştiremiyorduk
Benim hitabet gücümden, Mahmud Paşa'nın da servetinden çekiniyor ve kaçıp Avrupa'ya sığınmamızdan endişe ediyorlar. Bu sebeple muhafazalarımıza bizlere karşı son derece dikkat ve özen göstermeleri emredildi ve sağlam bir yere kapatılmamız gerektiğine karar verildi. Çok eskiden Mısırlılar tarafından yapılmış olan askeri bir binanın bitişiğindeki iki katlı ve kerpiçten bir başka binaya konulduk.
Saray, mahkûmların yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarının karşılanmasını emretmişti. Önce aşçı bulundu, sonra berber ve saka gibi birkaç hizmetkár tayin edildi. Ama Taif'e gelişimizin otuzuncu gününde benim, Mahmud ve Nuri Paşalar ile Şeyhülislám Hayrullah Efendi'nin dışında kalan bütün mahkûmların ayaklarına pranga vurulması emredildi. Başımızda bulunan Kelleci Mustafa Efendi ile bir yüzbaşı bir gün yanlarında birkaç demirciyle gelerek mahkûmları prangaya vurdular. Ayaklara geçen iki halka şeklinde olan ve halkaları birbirine bağlamak için aralarında 45 santimlik bir demirin takılı olduğu prangalar çekiçle ve örs üzerinde vurularak perçinlendi. Ayağına bu demirler geçirilen zavallılar artık yürümeleri bir yana, oturamıyor ve hatta don bile değiştiremiyorlardı.
O sırada hac mevsimi yaklaşmıştı. Hacca gitmemize izin verilmesini istedik ve isteğimiz her nedense hemen kabul edildi. Ama diğer bütün isteklerimiz hep reddedilirken hac arzumuzun kabulü zihnimizde şüphe uyandırdı. Yolculuk sırasında bir suikasde uğramamız yahut sahte bir kazaya kurban gitmemiz ihtimalinin bulunduğunu hatırladık ve Mekke'ye gitmekten bir bahane ile vazgeçtik.
Aradan bir müddet geçtikten sonra Taif'e tayin edilen yeni vali vücutlarımızı ortadan kaldırmak için acele etmeye başladı. İlk iş olarak tayınlarımızı tamamen kesti ve aşçılarımızı aldı.
Uşaklarımız da gönderildikten sonra ben bir gün hasta yatağımda sırtımdaki çıbanın ağrısıyla uğraşırken yanıma bir binbaşı geldi ve hapishanedeki yeni uygulamayı gayet sert bir lisanla anlattı. Askere sabah-akşam verilen çorba ve sebze bundan böyle bizlere de karavana şeklinde verilecekti. Çarşıdan yiyecek aldırmamız yasaklanmıştı ve karavanadaki gıda ile yetinecektik. Çamaşırlarımız da artık eskisi gibi dışarıda yıkanmayacak, herkes kendi çamaşırını kendisi yıkayacak ve kimsenin yanında káğıt, hokka, kalem ve yazılı evrak bulunmayacaktı.
Her bir karavana sekiz kişi tarafından paylaşılıyor. Şimdi sabahları çorba, akşamları da turp yaprağı vesair şeylerden yapılmış iki tencereyi getirip önümüze koyuyorlar. Herkes başına toplanıyor, açlıktan halsiz kalmış olanlar zar-zor birşeyler yerken bazıları da önceden sakladıkları ekmekle yetiniyorlar.
Parası olanlar sabun ve kömür alıp su ısıtıyor, çamaşırlarını bu su ile yıkıyor, parasızlar ise işlerini küllü su ile hallediyorlar. Ben zaten dişlerim olmadığı için, sadece tirit yiyebiliyorum.
Arkadaşlardan çoğunun hiç parası yok. Mahmud Paşa'yla beraber bir kısmına don ve fanila veriyoruz ama yırtıkları yamamak ve ayakkabı bulmak için paraya ihtiyaçları oluyor.
Mahkûmlar arasında binbaşı ve albay rütbesinde olanlar var. Bunlar ellerine verdiğimiz beş-on kuruş ile çarşıdan bez aldırıp donlarını ve gömleklerini kendileri dikiyorlar. Ama gene de paraya ihtiyaç duyuluyor. Yarıdan fazlası oruçlu oldukları için zeytin ve üzüm gibi zaruri maddeler gerekiyor. Durum böyle devam edip gider ve ailemden 40-50 lira gelmez ise gümüş su tası ve saat gibi eşyalarımızı satmaya mecbur olacağımı ve bunun ne derece rezalet yaratacağını düşünüyorum.
Türkiye’den utanan Türkler
Claude Cahen, son devrin en seçkin Osmanlı tarihçilerindi. Fransız'dı, Sorbonne Üniversitesi'nde tarih profesörüydü, dünyadan 1991'de ayrıldı ve arkasında şimdi bizimle ilgili birinci derece kaynak sayılan çok sayıda eser bıraktı.
Profesör Cahen'in en önemli kitaplarından biri ‘‘La Turquie Pre-Ottoman’’ yani ‘‘Osmanlılardan Önce Türkiye’’ idi. İngilizcesi de aynı şekilde ‘‘Pre-Ottoman Turkey’’ başlığını taşıyor ve aynı mánaya geliyordu.
Kitabın Türkçesini geçenlerde Tarih Vakfı yayınladı. Ama bu yayında her nedense eserin ismi değişti, ‘‘Türkiye’’ kelimesinin yerini ‘‘Anadolu’’ aldı ve kitabın adı da ‘‘Osmanlılardan Önce Anadolu’’ oluverdi.
İşin benim anlamadığım tarafı da, işte burada: Elin yabancısı ‘‘Türkiye’’ sözünü eserinin başlığında rahatça, hiç çekinmeden kullanıyor ama bu söz bizdeki bazı zevatı rahatsız ediyor. O zevat kalkıyor, işi Claude Cahen gibi bir álimin kitabının adını değiştirmeye kadar götürüyor! Ne cür'etle ve neden?
Cahen'in eserini adına tasallut ederek yayınlayan Tarih Vakfı'na naçiz bir tavsiyem var: Kitap yeni baskı yapacak olursa ismindeki ‘‘Anadolu’’ sözünü de çıkartın ve yerine ‘‘Türk’’ kavramından daha da uzak, bizi hiç bir şekilde hatırlatmayacak bir başka ibare bulun. Meselá ‘‘Küçük Asya’’ deyiminden faydalanır, kitabın adını ‘‘Osmanlılardan Önce Küçük Asya’’ yapabilirsiniz. Bu şekilde bir isim ‘‘mozaik’’, ‘‘renk’’ ve ‘‘hoşgörü’’ gibi masallara da çok daha iyi uyar!
‘Osmanlılardan Önce Türkiye’, son dönemin önde gelen tarihçilerinden olan Fransız profesör Claude Cahen'in en tanınmış ve en önemli eseriydi. Tarih Vakfı kitabın Türkçesini yayınlarken ‘‘Türkiye’’ demekten her nedense çekindi ve eserin adını ‘‘Osmanlılardan Önce Anadolu’’ya çeviriverdi. Acaba neden dersiniz?