Güncelleme Tarihi:
Çoğumuz 'miskin' sözünün sadece tembel ve iş yapmaktan kaçınan kişiler için kullanıldığını zannederiz ama 'miskin'in bir başka karşılığı daha vardır: 'Cüzzam hastalığına yakalanmış', 'cüzzamlı' demektir ve cüzzamlıların toplu olarak kaldıkları mekánlara da 'miskinhane' veya 'miskinler tekkesi' derler. Batı dünyasının bir asır öncesine kadar toplum dışına ittiği ve şehirlerin değil içinde, yakınlarında bile yaşamalarına izin vermediği cüzzamlılar Anadolu'da her zaman şehirlerde ama dış mahallelerde yaşamış, onlar için vakıflar kurulmuş, hastahaneler açılmış ve bunlara gelir kaynakları temin edilmişti. Osmanlı tarihinin ilk 'miskinhane'si 15. asırda, İkinci Murad tarafından Edirne'de açtırıldı. Miskinhanelerin hastahane haline gelmesi ise 1514 yılında Yavuz Sultan Selim zamanında oldu. Bu tarihte Üsküdar'da, bugünkü Karacaahmet mezarlığının yakınında açılan ve adına 'Miskinler Tekkesi' denilen cüzzam hastahanesi arada sık sık yapılan tamirlerle 20. yüzyıla kadar geldi ve 1927'de resmen kapandı. Miskinler tekkesinin ilginç taraflarından biri, hastaların getiriliş şekliydi. Yetkililer nerede bir 'miskin' yani cüzzamlı olduğunu duyarlarsa İstanbul'a getirip miskinler tekkesine yatırırlardı. Hastaların kendi aralarında evlenmeleri serbestti ve Üsküdar'daki tekkenin sakinleri oldukça kalabalıktılar. Hastahanenin geliri ise büyük ölçüde adaklardan ve her zaman gelen yardımlardan sağlanır, yardımlarda bir azalma olması halinde devreye saray girer ve masrafları bizzat zamanın hükümdarı öderdi. Üsküdar'da bugün Ayrılıkçeşmesi'nden Nuhkuyusu'na giden yolun sol tarafından ilerlerseniz, büyük bir asfalt şantiyesiyle karşılaşırsınız. İşte bu şantiyenin bulunduğu arazi, 1967'de çevreyolunun yapımı sırasında yıktırılan cüzzamhanenin yeridir ve asırlar boyunca onbinlerce cüzzamlı burada yaşamıştır.
Besmele üzerine kavram tartışmaları
Kur'an'ın ilk ayeti olan Bismi'l-láhi'r-Rahmani'r-Rahim'in mánası 'bağışlayan ve çok acıyan Tanrı adıyla' demektir. Hazreti Muhammed, bir hadisinde bu sözle başlanmayan hayırlı işlerin sonlarının gelmeyeceğini bildirmiş olduğundan, Müslümanlar bir işe başlamadan evvel bu ayeti okurlar.
Ancak haram işlerde besmele çekmek yani bir işi bu ayeti okuyarak yapmak haramdır. Helál sayılır ve kasten yapılırsa küfürdür, yani okuyan káfir olur.
Dervişler ve sufiler, bu ayetteki 'Allah' adının zat ismi olduğunu yani bütün tanrı sıfatlarının bu isimde bulunduğunu 'Rahman' adının yani 'bağışlayan' adının Allah'ın sıfatının ismi olduğunu, yani Tanrı'nın zátına yönelik bulunduğunu, çok acıyıcı mánasına gelen 'Rahim' isminin ise fiillerinin isimlerinden bulunduğunu, yani Tanrı'nın zuhuru olan áleme ait olduğunu kabul ederler. Baştaki 'B' harfinin ise mülábese (münasebet, yakınlık kurmak) için geldiğini söylerler.
Bu durumda, Besmele'nin mánası 'Tanrı'nın zátı, sıfatı ve fiilleri ile' demek olur ki, bu da vahdet yani birlik anlayışından başka birşey değildir.
'Bismilláh', 'buyur, haydi' mánalarına da gelir ve hálá Azeri lehcesinde bu mánada kullanılır.
Ahmet Karahisari
Asıl adı Ahmed Şemseddin olan bu büyük hattatın hayatı hakkında bildiklerimiz az ise de, sanatıyla ilgili olarak oldukça geniş bilgiye sahibiz.
Ahmed Karahisari'nin 1470'lerde Afyon'da doğduğu, 1556'da İstanbul'da öldüğü ve İkinci Bayezid'in tahta çıktığı yıllarda sanat hayatına yeni başlamış olduğu biliniyor.
Hocası Esedullah-ı Kirmani'nin etkisinde kalarak Yakut'un üslubunu benimseyen Ahmed Karahisari, 13. asırda yaşayan ve çok önemli bir hat ekolü kurmuş olan Yakut'un Osmanlı ülkesindeki temsilcisi oldu.
Yakut'un yazıda nisbeten sağlamayı başardığı anatomik güzelliği ve dinamizmi daha ileri götürerek onu aştı. Başka bir ifadeyle, Yakut'un sıradan bir takipçisi olarak kalmadı ve bu üstünlünü yüzünden meraklıları peşinden sürükleyecek bir üslup meydana getirdi ve bu üsluba 'Ahmed Karahisari Ekolü' adı verildi.
Karahisari'nin sülüs yazılarında ciddi ve azametli, muhakkak yazılarında ise abidevi bir dutuş ve görünüş sezilir.
Ahmeddiyye helvası
İki çorba kaşığı tereyağı, bakır bir kapta hafif kararıncaya kadar eritilir.
İçine dört çorba kaşığı halis un konur ve un tahta bir kaşıkla rengi değişinceye kadar yarım saatten fazla çevrile çevrile karıştırılır.
Ayrı bir kapta ısıtılan sıcak suyun içerisine kırtlama şekeri boca edilip bir taşım kaynatılır ve soğumasına yakın tülbentten geçirilir.
Tekrar ateşe konur ve koyulaşıncaya kadar çevrilerek kaynatılır. Şekerli mayi, çevrilmesi kızarmış olan unun üzerine boca edilir ve yeniden karıştırılır.
Daha büyük bir tencereye boşaltılır, üzerine birkaç tutam Horasan safranı serpilir.
On beş dakika kadar bekletildikten sonra iyice karıştırılır, yeniden ateşe konur ve safran helvanın her tarafına dağılıp renk verdikten sonra helva ılık ılık yenir.
Ahmediyye'yi İstanbul'a Sudan'daki Ahmedi tarikatı dervişleri tarafından getirilmiştir.