Güncelleme Tarihi:
1940'lı yıllarda gazeteciliğe başlayan Bedii Faik'in, Türkiye'nin matbuattan medyaya geçişini, hatıralarıyla anlattığı kitabı Doğan Kitap'tan çıkalı epey oldu. Ancak, birinci cildi yayımlanan dört ciltlik Matbuat, Basın, Derkeen Medya adlı kitapla ilgili tartışmalar henüz bitmedi. Küçük fıkralarıyla ünlenen ve bir dönem gazete patronluğu da yapan Faik'in anlattığı gazetecilik, şimdikinden çok farklı. Bugünün hortumlarından sonra, o günlerde yapılanlara pipet, dediği gibi... Kalemle yazılan haberler, iki katlı, merdivenleri sallanan ahşap binalardaki 'medya merkezleri', rotatifler, iktisat muhabirleri, maarif habercileri, üç kadeh rakının yanında üç mezenin 15 kuruş olduğu günler. Faik'ten neredeyse 40 yıl sonra gazeteciliğe başlamış biri olarak, anlattıklarını heyecanla okumamak ve dinlememek mümkün değildi.
Babası İstanbullu, anne tarafı Balıkesirli. Kendisi ‘‘hakçası’’na o zamandan düşkün olduğundan olsa gerek, ikisinin arasında, Bandırma'da doğdu; takvimler 1921 yılının 1 Mayıs'ını gösteriyordu. İlk ve ortaokul eğitimini İzmir'de tamamladı. Lise çağına geldiğinde babasını kaybetmişlerdi; İstanbul Kabataş Lisesi'ne yatılı yazıldı. Ailede pek çok doktor vardı; çok küçük yaşlarından itibaren annesi onu ‘‘Benim doktor oğlum’’ diye çağırıyordu. Doğal olarak, liseden sonra Tıp Fakültesi'ne yazıldı. Dört yıl kadavraları kesip biçerek okudu. Ama kardeşi İlhan Akın'ın tahsili ve annesinin geçim derdi, onu tıbbı bırakıp iş hayatına atılmaya zorladı. Kardeşi 16 yıl dekanlık yapacağı hukuk profesörlüğüne doğru ilerlerken, tesadüfler Bedii Faik'i hiç düşünmediği bir mesleğe iteleyecekti.
Daha okurken 900 işçili bir tütün imalathanesinin muhasebesinde çalışmaya başlamış, altı-yedi ay sonra müdür olmuş, bir süre de tütün tüccarlığı yapmıştı. Ancak lisede hocalarının da dikkatini çektiği üzre, öteden beri pek çok arkadaşının ödevini, raporunu, yazısını yazar, Türkçe'lerini düzeltirdi. Çok da iyi bir gazete okuyucusuydu; el fenerlerine mavi, kırmızı kağıtlar takılarak dolaşılan kasvetli İkinci Dünya Savaşı yıllarında yiyip yuttukları gazete haberlerinden, fikir yazılarından başka bir dayanakları yoktu ki. Savaş yeni bitmiş, gazeteler mırıldanmaya başlamıştı ama hálá bir umum müdürünün ‘‘Kapattım ulan!’’ küfürleriyle kapatılıyordu. ‘‘Hürriyet namına bir şey görmemiş’’ gençler olarak tek parti iktidarına karşı konuşmalar yaparlardı sık sık.
Liseyi terkedip gazeteciliğe başlayan arkadaşı Kadri Kayabal'la yeniden karşılaşmış, görüşmeye başlamıştı. Hatta Kayabal'ın pek anlamadığı bir futbol haberini bile o yazmıştı. Bir gün Kayabal onu gazeteciliğe feci şekilde tahrik etti. Dedi ki, ‘‘Bak, Doğan Nadi bizim gazeteye (Tasvir-i Efkar) ne güzel fıkralar yazıyor. Ama siz okumazsınız ki.’’ O sıralar sağcı solcu ayrımı olmasa da solculukla eleştirilen Tan gazetesi ile savaştaki tutumu nedeniyle tamamen faşist bulduğu Cumhuriyet'i okurdu Faik. ‘‘Ne var canım bunda!’’ diyecek oldu. Kayabal'ın ‘‘Otur da sen yaz bakalım’’ karşılığı vermesi tüm hayatını değiştirecekti. Eve döner dönmez, birbuçuk saat içinde tam 17 kısa fıkra yazdı ve Kayabal'ın patronu Ziyad Ebuzziya'ya postalayıverdi. İki gün sonra, başyazının altında ona hitap eden bir not vardı: ‘‘B.A. Lütfen yazı müdürümüzle görüşünüz.’’ Cağaloğlu'ndaki üç katlı ahşap Osmanlı binasına görüşmeye gittiğinde, fıkra yazarı olarak işe alınmıştı. İlk köşesinin adı, ‘‘Taşı Gediğine’’ oldu.
Tasvir'le birlikte Son Saat'te de yazdı. Küçük fıkraları, alamet-i farikası oldu. Kısacık ve esprili yazılardı bunlar, mesela ‘‘Tarih Dersi’’ başlıklı olanı şöyleydi: Yıl 1914, Birinci Dünya Savaşı / Yıl 1918, Mondros / Yıl 1939, İkinci Dünya Savaşı / Yıl 1950, Menderes...'' Türkiye'nin her iki dünya savaşının sonunda bir felakete düştüğünü anlattığı bu yazıdan dolayı, başı epey ağrıdı. Bir başkası şöyleydi. Dünya'da yazdığı ve DP'yi eleştirdiği zamanlarda partinin avukatları bir telgraf çekerek ‘‘Dünya gazetesini bundan sonra tuvalette kullanmaya karar verdik’’ demişlerdi. Karşılığında şunu aldılar: Devam ediniz, devam ediniz / Bir gün gelecek kıçınız başınızdan daha akıllı olacak!'' Sivri dilinden, dikkafalılığından başı çok ağrıdı dedik ya, bir ara her günkü yazısından dolayı sıkıyönetime çağrılıyor, savcı onu ‘‘Yarın görüşürüz’’ diye uğurluyordu. Tasvir'de yazarken, bir de 147 kelimelik fıkraları vardı. Cihat Baban, onu biraz zorlamak, belki de kaçırmak için, yazıyı sınırlayan rakamı kendisinin bulmasını istemişti. O da bir yazı yazmış, kelimelerini saymış, gazete ressamından şöyle bir başlık istemişti: 147 Kelimeyle...
Tek parti döneminde CHP muhalifi olan Faik, Demokrat Parti'nin kuruluşuyla Babıali'nin yüzde 90'ı gibi DP'yi desteklemişti. Ancak insanın DP'yi sonuna kadar desteklemesi için deli olması lazımdı; nitekim iktidara gelmesinden bir ay sonra Arapça ezanı kabul eden DP, daha o gün Faik'in sivri kaleminden nasibini aldı. Hatta CHP'nin gazetesi Ulus'a bile yazdı. DP'li Fikret Karakoyunlu'yla birlikte çıkardığı Demirkırat gazetesinden ise parti yayını olmasına karar verildiği gün ayrıldı. Ardından ‘‘ortada olan işadamları gazetesi’’ olarak nitelendirdiği Yeni İstanbul'da yazmaya başladı. Yanısıra radyoda da konuşuyor, bu konuşma ertesi gün ‘‘Radyo Konuşmalarım’’ başlığıyla gazetede yayımlanıyordu. Menderes radyo konuşmalarını yasaklayınca, köşenin adı ‘‘Radyoda Konuşamadıklarım’’ oldu. 1952'de ise Ali Muhittin Hacıbekir, Terzi İzzet, Ali Sohtorik gibi 10 işadamının 12 bin 500'er lira koyup Falih Rıfkı Atay'ı da aralarına alarak kurdukları Dünya gazetesine geçti. 1967'de Falih Rıfkı ile birlikte gazetenin sahibi olacak, ardından gazete sahipliğini tek başına sürdürecekti. 1975'te gazeteyi satana kadar orada küçük, büyük fıkra ve sohbetler kaleme aldı. Ayrıca uzun yıllar Gazete Sahipleri Sendikası başkanlığını yürüttü.
ÇATMADAN YAZAMADI
Sonraki durakları Son Havadis, Hürriyet, biraz muhafazakar bulsa ve kendini mescitte smokinle gezen bir adam gibi hissetse de Tercüman oldu. Kiminden gücenmeler ya da dedikodular nedeniyle ayrıldı. Tercüman'dan ilk ayrılışı ise Prof. Orhan Aldıkaçtı yüzündendi. Kemal Ilıcak, o sıralar 1982 Anayasası'nı hazırlamakta olan Aldıkaçtı ile ‘‘samimi’’ydi. Bir gün Aldıkaçtı Ilıcak'a ‘‘Kov bunu’’ demişti. Ilıcak'ın ısrarına rağmen istifa etmişti Faik; Ilıcak'ın kovacağından değil, Aldıkaçtı'yla, bunun söylenebileceği bir samimiyette olduğu için! Yazmaya uzun zaman ara veren ve eşinin sağlığı için gittiği Londra'da suluboya resimler yapan, kitap yazan Faik, kızının düğünü nedeniyle geldiği İstanbul'da Ilıcak'tan bir teklif daha aldı. Artık Özal dönemiydi. Ilıcak'a, ‘‘Bak yazarım ama seni rahatsız ederler’’ dedi, Özal'ı methedecek hali yoktu, Mehmet Barlas değildi! Nitekim, beşinci küçük fıkrası yayımlandığında yazı müdürü Taha Akyol Ankara'ya çağrıldı, kendisi ise telefonun başında bekledi. Cevap vermeden kapattığı telefonda ‘‘Özal'a çatmadan yazamaz mısınız?’’ deniyordu. Bir süre de Mehmet Ali Yılmaz'ın çıkardığı Adam dergisinde yazdı, sonra bıraktı. Zaten ‘‘medyalaşmaya doğru giden basın’’ da onu bırakıyordu; ayrı istikamete giden iki vapur gibiydiler. Artık ‘‘köşe yazarlığı’’ devriydi. Oysa ona göre, gazetenin coğrafyasına bağlı köşe yazarı, orta yazarı, kıç yazarı olmazdı! Fıkra yazarı, makale, başmakale, araştırma yazarı olurdu. Neyse bunları, yani medyaya dönüşen matbuatı dördüncü ciltte anlatacaktı.
İzmir Necatibey İlkokulu'ndan mezun olduğu yıl. Oturanlar içinde, dizinin altına mendil koyan tek öğrenci...
Dünya Gazetesi sahipliğini uzunca biri süre birlikte yürüttüğü Falih Rıfkı Atay (ortada) ile. Soldaki Hayri Alper.
Bir dönemin gazete patronları Doğan Nadi (Solda), Bedii Faik (Ortada) ve Ercüment Karacan. ‘‘Ben yazardım ve aynı zamanda gazete sahibiydim. Ama gazete sahibi olarak, yazar kendimi bile susturmadım’’ diyor.
1950'li yılların sonları, dönemin ünlü gazetecileri. Soldan Şevket Rado, Burhan Felek, Bedii Faik, havayolu şirketi yetkilisi ve Mithat Perin.
Ünlü yazar Yaşar Kemal'le görülen Faik, bugünün medyasında fıkra yazarı olsaydı, hangisinde yazmak isterdi? Hepsinde! Ama en fazla bir ya da iki gün veriyor kendine.
Tüm aile birarada. Bedii Faik, eşi, çocukları ve torunlarıyla.
Faik, sağlık sorunları nedeniyle hayatının bir kısmını Londra'da geçiren eşiyle.
1964, Eymir gölü kenarı. Bir tek Demirel'i destekledi, onunla bozuşmadı. Arkadaşıydı Demirel. Talihsiz bir devrenin insanıydı; '68 kuşağı denilen huysuzlukların karşısında politika yapmıştı!