Güncelleme Tarihi:
Tam bir yıl oldu Mehmet Ali Birand’ı kaybedeli. Nasıl geçti bu bir yıl? Hızlı mı, yavaş mı?
Uçtu! Nereye uçtu, onu da bilemiyorum. Mehmet Ali’den sonra aynı insan olarak yaşayamadım. O Cemre öldü. Artık başka bir Cemre var. Bu Cemre, o eski Cemre’ye benziyor ama Memoş’un Cemre’si değil. Çünkü koskoca bir hayatı, o kadar bir bütün olarak geçirmişiz ki, onun ölümüyle, o ilk Cemre de toprağın altına girdi. Tabii ki bir yerlere gidiliyor, geliniyor, ediliyor, insanlar görülüyor, hayat devam ediyor ama aynı zamanda etmiyor. Bir de saçma ama insanın kafasının arkasında hep, “Acaba gelme ihtimali var mı?” diye bir soru oluyor…
Nasıl yani? Kapı çalar da, Birand yine konuşa konuşa evin içine girer gibi mi?
Evet. İnsan beyni tuhaf. Mantıklı bir açıklaması yok. Komadayken de, uyanır ümidiyle yaşıyor. Evde de “Ya gelirse”… Biliyorsun gelmeyeceğini ama bir ümit bekliyorsun…
Yurtdışına habere gitmiş de gelecekmiş gibi mi?
Gibi… Osmanlı’da, Lehistan birkaç kere parçalanmış. Padişah, bunu hiçbir zaman kabul edememiş. Her sene büyükelçiler gelirmiş, toplantı yaparlarmış. Padişah, “Lehistan Büyükelçisi nerede?” diye sorarmış. “Yolda, geliyor” derlermiş. Ama o Lehistan Büyükelçisi hiçbir zaman gelmezmiş! “Padişah’ın bir türlü kabul edemediği gerçeğin üstünü “Yolda, geliyor” deyip örterlermiş. Biz de Mehmet Ali için uzun süre aynı şeyi yaptık.
Torununuz Umberto’ya da, “Dede uçakta… İnmedi” diyordunuz değil mi?
Evet. Ama büyüdükçe daha ısrarlı bir şekilde soruyor: “Dede nerede?” Şimdi diyorum ki, “Yukarda, yıldızlarda!” “Göremiyorum!” diyor. “Merak etme, o seni görüyor” diyorum. “Ama ben onu görmek istiyorum” diyor. Aynı konuşma sürüp gidiyor. Geçen gün yıldızları gösterip, “Oradan bizi koruyor di mi!” dedi. “Evet” dedim. Biz yetişkinler olarak ölümü tam olarak kavrayamıyoruz, çocuklar için çok daha zor!
En çok koyan ne oldu?
Geceler! En zoru geceler. Saat sekize doğru beklemeye başlıyoruz… Ben ve köpekler… Ayak sesi, araba kapısının kapanması, Memoş’un eve doğru yürümesi, merdivenlerden inmesi, zili çalacak… Bekliyoruz… Köpekler her zaman yaptıkları gibi evin koridoruna çıkıyorlar. Kapının önüne yatıyorlar, başlıyorlar o hep alışık oldukları sesleri beklemeye… Benim de kulağım kapıda oluyor. Derken sekizi çeyrek geçiyor, sekiz buçuk oluyor, köpeklerden anlıyorum… Kuyruklar yerde, kulaklar düşük sürünerek odaya dönüyorlar. Göz göze bile gelmemeye çalışıyoruz… Üçümüz de anlıyoruz: “Gelmeyecek…”
Geceler hainmiş yani…
Hem nasıl! Yalnızlık insanı en çok geceleri vuruyor. Gündüzler çok çabuk geçiyor. Torun geliyor, arkadaşlar geliyor. Çıkıyorsun, gidiyorsun, yiyorsun. Ama akşam sekizden sonra o boş odaya girmek fena. Bütün günün birikimi oluyor. Konuşmak istiyorsun biriyle. Ve bazı şeyler var ki, kimseyle konuşamıyorsun. Çünkü kimse sana, o güzel cevapları veremeyecek. Kimse seninle gırgır geçmeyecek…
Evi ne kadar değiştirdiniz?
-Hiç. Yapamadım. Zaten çıkacağım. Satmak, küçülmek istiyorum. Mehmet Ali’yle de hep küçülmeye niyetliydik. Küçük bir apartman dairesi aldık mesela, evi satar satmaz geçeceğim. Ama şu anda ona da hazır değilim…
Hayat yavaşladı mı peki?
-Yavaşlamadı da. Kürek çekiyorum ama bir yere gidemiyorum. Olan bu. Olduğum yerde çırpınan bir halim var. Yıllardır Mehmet Ali, “Seyahatlerini yaz” derdi. Kendi kendime söz verdim, yazacağım. Hem iyi bir terapi de olur. Adını da ‘Memoş’a Sözüm’ koyacağım…
Nasıl bir renk eksildi hayatınızdan?
-Grileşti. Mehmet Ali çok sevecen bir insandı. O sıcaklık eksildi. Sarılırdı, öperdi, itişirdik. Bu yaşa rağmen didişirdik. Gıdıklaşırdık. Çok gülerdik, çok eğlenirdik. O bitti.
Hiç. Her akşam, “İnşallah bu akşam görürüm” diye yatağa giriyorum ama bugüne kadar hiç görmedim.
Onu düşünmeden geçirdiğiniz bir tek gün bile olmuyor mu?
Hayır. Ben hâlâ onunla yaşıyorum. Her sabah, gözlerim henüz kapalıyken, uykuyla uyanıklık arasında, yatakta bir anlığına her şey normalmiş gibi geliyor, eski hayatımız gibi, sonra birden bire dank ediyor, artık yok… Küt, bir boşluğa düşüyorum! Sonra gözümü açıyorum. Fotoğrafı tam karşımda. Yatarken de en son gördüğüm o, uyandığımda da. Ama hep yok… Yokla başlıyor günüm, yokla bitiyor…
Bazen evin içinde onu hissediyor musunuz?
Öyle şeylere ben inanmam. Kabrine gidiyorum, orada bile yok geliyor bana. Evet, taşın üzerinde ismi yazıyor ama… Yanında bir boşluk var, orada da günün birinde ben yatacağım herhalde… Hayat böyleymiş… Bazen kızıyorum da, hayat hiç adil değilmiş… Utanıyorum ama söylenmeden de duramıyorum, bir sürü lüzumsuz koca geziniyor etrafta. Karıları da gözlerinin içine bakıyor, “Ölsün de paralar bana kalsın!” diye… Onlar yaşarken, neden bu bizim başımıza geldi diye düşünüyorum.
“Ah bunu Mehmet Ali de görseydi!” dediğiniz şeyler neler?
Umberto. Torunu, onun başının tacıydı. Büyüyor ve o göremeyecek diye çok üzülüyorum. Sonra ailecek gittiğimiz tatiller. Bu yaz Yunan adalarına gittiğimizde, “Ah olsaydı” o kadar çok dedik ki. Onunla gittiğimiz her lokantada, garsonlarla bir fasıl sarıldık, ağlaştık…
Boşluğunuza gelip, “Ay dur, Mehmet Ali’yi arayayım da haber vereyim” dediğiniz oluyor mu?
Hem de kaç kere. Ay şunu anlatayım Memoş’a diyorum, sonra birden hatırlıyorum… Telefonu açık hâlâ. Şarjda duruyor. Her gün bir kere kontrol ediyorum. Tebrikler geliyor, haberler geliyor, reytingler geliyor bazen. Bazen yurt dışından arayanlar oluyor. Açmıyorum, “Şu numarayı arayın” diye mesaj atıyorum.
İnsanların size tavrında bir değişiklik oldu mu? Yaşayan Mehmet Ali Birand’la, vefat etmiş Birand’ın karısı olmak ne kadar farklı?
Bazı arkadaşlar yolda kaldılar, imtihanı veremediler.
Onlar işin ışıltısında mıymış?
Öyle demeyeyim de, zaten yoklarmış! Ama ana halka hiç değişmedi. Yazın da yine arkadaşlarımızı çağırdık, her sene bizim eve gelenleri. Yine geldiler. Hep ona kadeh kaldırdık. Mehmet Ali’nin doğum gününde davet yaptım. Yine herkes geldi. Yine oraya, buraya çağırıyorlar. Ama en çok ne acıttı biliyor musun? Yılbaşında, dağlar gibi paketler gelirdi, hediyeler…
Bu yıl hepsi kesildi mi?
Evet! Bir tane kaldı: Hüsnü Özyeğin. Hüsnü’den her sene Mehmet Ali’ye ve bana Banana Republic’ten veya Marks and Spencer’dan kutu gelirdi. Ve Hüsnücüğüm beni hep ince gördüğü için de küçük beden gelirdi. Ben her sene, onları toparlar, değiştirir, bir beden büyüğünü alırdım. Bu sene baktım gelen tek paket Hüsnü’den. Çok hoşuma gitti…
Bir gün tekrar buluşacağınıza inanıyor musunuz?
-Hayır.
Valla mı? Umut iyi bir şeydir…
Keşke inanabilsem! Ama tabiatta öyle bir şey yok. Tabiatta, hangi böcek öbür böcekle buluşmuş, hangi yaprak diğeriyle buluşmuş. Yok…
Ruhlar buluşuyordur belki…
Ne varsa hayatta, bugün burada Ayşe... Bitince bitiyor. Keşke inançlı olabilsem. Annem çok inançlıdır mesela. Her akşam, çoluk çocuk, geçmiş gelecek herkes için dua eder. Ben öyle değilim, anneannemden öğrendiğim duaları bazen mırıldanırım ama otomatik oluyor, inandığım için değil, rahatlamak için. Mehmet Ali de inançlıydı, her sabah, “Allah’ım çok şükür, bugünü de gösterdin!” diye kalkar, her gece de, “Allah’ım şükür, çok güzel bir gün geçirdim!” diye yatardı.
“Ben inançlı değilim” diyebilmek zor bir şey… Nasıl böyle oldunuz siz?
Ben gördüğüm şeye inanırım. Kafam öyle çalışıyor. Bu yaştan sonra da yalan söyleyecek halim yok.
Ama derler ya, “Özellikle de hastalık gibi durumlarda inanç insanı korur, yardımcı olur” diye... Siz o safhaları da geçirdiniz...
Evet ama o zaman da hep dedim ki, “Biz ne yaparsak yapalım, olacağına varacak!” “Allah’ım sen onu kurtar!” demedim. Belki de alın yazısına inanıyorum. Evet, bir program var. “Genetik program” de, “Allah’ın programı” de. Ne dersen de. Bazı şeyler olacaksa oluyor, olmayacaksa da olmuyor…
Peki onun yok olabileceğine inanıyor mu beyniniz? Nasıl yok olabilir ki onun enerjisi? Vardır, bir yerlerdedir...
Annemin bir amcası vardı, Profesör Reşat Garan. Muazzam bir adamdı. Müthiş bir klasik müzik bilgisi vardı. Sorduğun en abuk sorulara bile cevap verirdi. Google gibiydi. Ziyaretine gittiğimizde Mehmet Ali hep derdi ki, “Ya Cemre bu adam ölecek… Bütün bu bilgileri nereye gidecek bunun?” Ben de derdim ki, “Churchill’inkiler nereye gitti? Sheskpear’inkiler nereye gitti…” Tabiat bu. Toprağa gidiyorsun. Keşke Hintliler gibi olsam da, reenkarnasyona inansam. Ama beynim görmediğine inanmıyor. Keşke… Hayat daha kolay olurdu…
Şu anda belki biraz daha mesafeli bakabiliyorsunuzdur… Hastanedeki zamanlarını tekrar değerlendirdiğinizde, “keşke” dediğiniz, “Şöyle yapsaydık, bugün hayatta olabilir miydi” değdiniz oluyor mu?
Hayır. Demin de konuştuğumuz gibi her şey olacağına vardı. Bu, böyleymiş. Ve ben hâlâ niye öldüğünü bilmiyorum. “Kalpten” dediler ama niye kalpten öldü, niye öyle oldu bilemiyorum… Oldu… Bu hastalığın sonu çok kötü bir biçimde bitiyor ve Mehmet Ali aslında istediği gibi öldü… Küt diye… Akşam işini düşünerek… Günlerini, haftalarını, aylarını programladığı ‘cafe defteri’ vardı onun, tatillerini yazmış, her şeyini yazmış, öldüğü akşam bilmem ne toplantısı varmış, onu bile yazmış… Bir tek programlayamadığı ölümü oldu!
Oğlunuzla aranızdaki ilişki, her zaman bu kadar güçlü müydü? Her durumla, her şeyle de alay edip gır gır geçebiliyorsunuz…
Bu, galiba bizim ailecek korunma mekanizmamız. En kötü zamanlarda bile, birbirimizi güldürmeye çalışıyoruz. Kuvvetli karakterlerden oluşuyor bizim aile. Mehmet Ali de kuvvetliydi. Kardeşim Ali de öyledir, Ömer de kendine özgüdür, annem de kuvvetlidir. Bunların arasında ayakta kalabilmek için bir mizah geliştirmen gerekiyor! Hem kendinle hem onlarla hem de hayatla dalga geçmesini bileceksin!
BABAM SADECE BENİM OLDU/UMUR BİRAND
Senin bir yılın nasıl geçti?
Çok zorlandım. Çünkü bizimki, eksik kalmış bir baba-oğul ilişkisiydi. Tamamlayamadık… Ama öbür yandan da, tuhaf bir şey oldu. Artık onu kimseyle paylaşmıyorum… Ne sevenleriyle, ne izleyicisiyle, ne annemle, ne oğlumla, ne eşimle… Babam sadece benim oldu!
Hayatın boyunca paylaşmak zorunda mı kaldın?
Evet. Oysa şimdi benim kalbimde duruyor. Bu his, an azından içimdeki fırtınayı biraz olsun hafifletiyor. Çünkü o fırtına bir türlü dinmiyor…
O biliyor muydu bu eksik baba-oğul ilişkinizi?
Bilmez mi? Hep telafi etmeye çalışıyordu...
Senin oğluna bu kadar düşkün olması, belki de seninle olan kopuk ilişkisini telafi etme biçimiydi…
Farkındaydım bunun. Fakat tuhaftır, gün geldi oğlumla yakınlığını da kıskanmaya başladım. “Ulan” dedim, “Toruna ayırdığı zamanı, bana hiçbir zaman ayırmadı. Benimle hiç bu kadar zaman geçirmedi!” Beni, “Gel oğlum laflayalım” diye çağırırdı, sonra eklerdi, “Ama Umberto’yu da getir!” Derdi, Umi’ydi aslında. Sonra tabii bu duruma da alıştım, bu bile babamla daha sık vakit geçirebilmek için bir fırsattı...
Peki hiç, “Anladım büyük adamsın. Ama bu kahrolası kariyerin yüzünden, bana ihtiyacım olan zamanı hiçbir zaman ayırmadın!” dediğin oldu mu?
Yok, böyle bir konuşma hiç yapmadık. Zaten genel olarak konuşmalar annem üzerinden oluyordu. Bazı şeyler hiçbir zaman konuşulmadı. Evet, maçlara filan birlikte giderdik. Güzel vakit geçirirdik, ama hep kakara kikiri. Hani odanın içindeki fil var derler ya çok ortadadır, görülmemesi mümkün değildir ama görmezden gelirsin, bizimki de o hesap. Güney Afrika’ya gitmiştik bir kere. N’apsaydım, punduna getirip, “Ya baba, sen de aslında bana hiç göz kulak olmadın mı!” deseydim. Adam beni Güney Afrika’ya götürmüş. Bu tür şeyler yaparak, telafi etmeye çalışıyordu. O da başka türlüsünü bilmiyordu…
Onunla ilgili en çok neyi özledin?
Pazar gününü. Saat 11 gibi arardı, “N’apıyorsun?” derdi. Biliyorum soru nereye gidiyor. “Görüşüyor muyuz? Sen gelemiyorsan bile torunu yolla…” Benim de oğlumla pazarları mutlaka bir programım olur, o program bitince, saat dört gibi onu babama götürürdüm. Bu bir ritüeldi. En çok bunu özledim.
Ondan öğrendiğin en önemli şey?
“Ayakta kal!” Bu, onun felsefesiydi. “Herkes düşüyor. Sen de düşeceksin. Ben de başarısız oldum oğlum. Ama kalk ve yürümeye devem et. ‘Ah başıma gelenler!’ deme, kendine acıma, ilerle…”
Bu bir yıl içinde en çok ne zaman eksikliğini hissettin?
İlk programda. Çünkü onun vefatından sonra 32. Gün’ü devam ettirmeye ve sunmaya karar verdim. O ilk programda o kadar eksikliğini hissettim ki, “Keşke kulağımda o konuşsaydı” dedim. “Şöyle bak, şöyle yap!” diyebilseydi. Ve o kadar pişmanım ki, bu işlere daha önce, o hayattayken başlamadığıma. O hep diyordu, “Hadi oğlum ver şu kiloları! Hadi oğlum yap şunu.” “Benim televizyonla ne alakam var” diyordum. Aptal kafam! Hiçbir şey için geç değil ama insanın Mehmet Ali Birand gibi bir mentor’unun olması farklı olurdu! Geçenlerde, “Onu kaybedince ne hissettin?” diye sordular. “Everest”in bu dünyadan gitmesi gibi bir şey dedim! Gerçekten de Everest gibi bir şeyin artık arkanızda duramaması, “Bak oğlum böyle yapman gerekiyor, şöyle yapsan iyi olur!” diyememesi ne kadar büyük kayıp. Sektörde bir sürü insan, “Keşke Birand’la çalışabilme fırsatı bulabilseydim” diyor. Çok acı ki, şimdi oğlu aynı cümleyi kuruyor!
Annen sana daha mı düşkün oldu baban gidince?
Annem her zaman bana düşkündü. Babamın eksikliğini hep annem telafi etmeye çalışırdı. Böyle söyleyince ben, annem hep araya girip, “Öyle deme, baban seni hep parka götürürdü!” gibi cümleler kuruyor. Ne acı ki hatırlamıyorum ben, böyle karelerim yok…
“Everest” büyüklüğü aynı zamanda bir dezavantaj senin için…
Olmaz mı? Gölgesi çok soğuk Everest’in. Tırmanması zor, ulaşması zor, her şeyi çok zor. Ama Allah’tan, “Babamın gölgesinde kaldım” diye düşünen bir tip olmadım. Babam da beni bu anlamda ne ezdi, ne ezdirdi. Hep, “Oğlum, sen de yapabilirsin. Yap” diye teşvik etti. Onun oğluyum ama benim kendi kişiliğim var. Kendi hislerim, düşüncelerim, fikirlerim var. Bir de tabii güzel bir mirasım var: 32. Gün…
Hah tam da bunu sormak istiyordum! 32. Gün’ü devam ettirmen büyük cesaret. Fakat ağzınla kuş tutsan bile, bu kadar büyük bir ismin yerini doldurman çok zor. Korkmadın mı? Nasıl kalkıştın böyle bir şeye?
Niye korkacaktım ki? “Yaptı, olmadı!” diyecekler diye mi? “Beceremedi!” diyecekler diye mi? Desinler! Bu kadar kötü bir şey mi bir şeyi becerememek? En azından deniyorum. Ama yapmasaydım, yapmaya bile kalkışamadığım için, bu gerçekle hayatımın sonuna kadar yaşamam gerekecekti. Asıl bu, insanın babasının gölgesinin altında kalmasıdır.
İyi de, bilmem kaç yılın tecrübesiyle o Bolşoy gibi bir şey sergilerken; sen, daha bale yapmayı yeni öğrenen biri olarak hangi akla hizmet cüret ettin! Cesaretine saygı duyuyorum. Ama neticede yeni başlamış biri Bolşoy yapıyor. Kimse “Yapma etme!” demedi mi?
Çok kişi dedi! “Deli misin, ne yapıyorsun! O, babanın programı. Ne işin var orada! Bu padişahlık mı?” diyenler bile oldu. Ben de “Evet” dedim, “Padişahlık!” Yapmasaydım korkmuş ve babamın altında ezilmiş olacaktım. Böyle baktım ben olaya...
Ama o bu işin şahikasını yaptı! Sadece sen değil, başkası da onun gibi yapamaz. Niye ben daha kötüsünü izleyeyim?
Yaptı, bravo! Ama marka çok kuvvetliydi…
Nasıl yani? Mecburiyetten mi? “Para kazanmaya devam etmem lazımdı” mı?
Hayır. Bu, babamdan bana kalan bir miras. 29 yıllık bir marka bu ve inşallah 30’uncu yılını da görecek. Ben o markayı devam ettirmek istedim. Kötü de gitmiyor. Saatleri düzgün yayınlandığı zaman ilk 30’a girdiği de oluyor. Tabii babamınki gibi yapamam. Ben UMUR BİRAND’ın bakış açısıyla bir 32. Gün yapıyorum…
Başka bir program da yapabilirdin…
Kim o fırsatı verecekti? Hele Everest gittikten sonra… Bu sektör o kadar kolay bir sektör değil. Fırsatlar nadiren geliyor. Bu fırsatı görüp de kullanmamak aptallık olurdu.
Bir ara, “Her hafta onun yetiştirdiği biri sunsa” diye bir şey duymuştum. Bir hafta Mithat Bereket, bir hafta Can Dündar, bir hafta Cüneyt Özdemir.
Herkesin kendi hayatı var… Kaç kişi, kaç hafta sunacaktı ki? Gerçekçi değil. Bir de kim Mehmet Ali Birand’ın koltuğuna oturmak ister? Cüneyt mi, Mithat mı, Can Abi mi? Onlar için de zor. Bir şeyi tek bir kişi yapabilirdi, o da ben…
Ama habercilikten bile gelmiyorsun!
Ben televizyon sunucusuyum. Gazeteci değilim ki.
Şimdi şöyle bir hissin var mı? “Bu yol uzun. Daha önümde 20 yıl var. Ben bu işi gerçekten hakkıyla yapmayı öğreneceğim…”
Kesinlikle!