Son yirmi saatimi
Arif Keskiner'in (yiğit lakabıyla anılır) nam-ı diğer
‘‘Komünist Arif’’in, gene nam-ı diğer
‘‘Çiçek Arif’’in Doğan Kitapçılık tarafından yayımlanıp 4 Mart günü piyasa çıkacak olan ‘‘Çiçek Gibi’’ adlı anılar kitabıyla geçirdim. Bence bal gibi bir roman olmuş. 315 sayfalık kitabı okurken kafamın içinde iki soru vardı. Yazıma nereden başlasam? Başladığıma göre, bu sorunu halletmişim. Peki ben
Arif'i nerede, nasıl tanıdım? Bunun yanıtını bulamadım. İstanbul'da
Yılmaz Güney aracılığıyla olabilir. Ankara'da
Tunca Yönder ve AST Tiyatrosu marifetiyle.
Aziz Çalışlar mı desem... Ama
Aziz'in adı geçmiyor kitapta. Benim adım bir yerde geçiyor: En eski Kulis'e gidenler arasında. Sanki
Arif'i tarihsiz bir zamandan bu yana tanıyorum.
Yazımın başlığındaki
‘‘Mazbut’’ sıfatı nereden geliyor? Perşembe günü
Arif'in evinde Akdeniz tarzı sabah kahvaltısı yaparken, bir cümlesini yazmıştım defterime.
Arif, İsveç yolunda Alman sınırını otobüsle geçerken, sahipsiz bir portakal sandığında baz morfin bulunuyor. Sandığa yakın oturduğu için
Arif de sorguya çekiliyor. Alman polisi yolculardan birini tutup ötekileri serbest bırakıyor. Bana şöyle diyor
Arif:
‘‘Ürperiyorum. Korkuyla karışık bir ürperti bu. Bir yerde tutuklu kalmak. Özgürlüğüm. Ne müthiş bir duygu bu özgürlük.
Ondan hiç ödün vermeyeceğimi düşünüyorum. Bu korkumdan dolayı, hayatımda illegal bir iş yapmadım. Yasalara hep saygılı olmaya çalıştım.’’ Sözlerini bir kátip gibi defterime yazıyorum. Bu sabaha karşı kitabın 294. sayfasında karşıma çıkıyor aynı cümle. Sözcükler aynı. Ne eksik ne fazla. Yazdığı metni ezberlemiş sanki. Cümleyi
Arif'in ağzından duyduğum zaman,
‘‘Yahu bu adam mazbut bir bohem’’ demiştim içimden. Çünkü hemşerimiz
Demirtaş Ceyhun, kitabın başına
‘‘Anı değil, sanki aydınımızın bohem tarihi’’ başlıklı önsözvári bir yazı yazmış. Koskoca Demir-taş yalan söyleyecek değil ya! Kitabın başında
Tunç Başaran'ın çok zarif,
Refik Durbaş'ın çok veciz yazıları var. Demek ki ya kitabın elyazmasını ya da prova baskısını okumuşlar. Kitabın dış kapağından anlaşıldığına göre, aynı şekilde,
Atıf Yılmaz, ressam
Birol Kutatgu ve
Cengiz Alpman da okumuşlar kitabı. Övüyorlar... Duyduğuma göre,
Yaşar Kemal de
‘‘Kitabı birinci 'En Çok Satan' olmazsa görünmesin gözüme’’ diyesiymiş...
‘‘Çiçek’’ Arif 32 yaşında bir baltaya sap olamadığı için hayıflanıyor kitabında. 1970 sonrasından bugüne bir değerlendirme yapsa, hálá bir baltaya sap olamadığını söyleyebilir. Ama 4 Mart 2002'den sonra böyle bir kaygısı kalmayacak. Artık bir nasihatnáme kitabının, bir hayatbilgisi kitabının, bir ádáb-ı muaşeret kitabının yazarı.
Yaşar Abi, gözün aydın, oğulluğuna tayin ettiğin
Arif yazar oldu
Veba’nın yazarı KamüArif bir yandan lisede okuyor, bir yandan avukat yamaklığı, bir yandan bir ambarda katiplik yapıyor. Bir gün
sinema oyuncusu
Senih Orkan'ın hayranı sıfatıyla peşine takılıp, Baro Han'ın karşısındaki Bacı Restaurant'a giriyor. Hepimizin uğradığı hayat istasyonu. Bacı'da iki gün içinde bütün hayatını dolduracak insanların yüzde sekseniyle tanışıyor. Sinemacılar, tiyatrocular... Yazarlar:
Fethi Naci, Demirtaş Ceyhun, Demir Özlü, Hilmi Yavuz, Tahsin Yücel, yıllardır Paris'te yaşayan ressam
Yüksel Arslan, rahmetli
Ege Ernart... Bizim
Arif de masanın bir ucuna yerleşiyor... O günler
Albert Camus'nün ‘‘Veba’’ adlı romanı yayımlanmış. Genç yazarlar ‘‘Kamü, Kamü’’ deyip duruyorlar. Arif her zamanki gibi tuvalete gidip küçük defterine notlarını yazıyor. Filmse filmi görecek, oyunsa tiyatroya gidecek, kitapsa alıp okuyacak ve İstanbullu entelektüellerle arayı kapatacak.
Arif doğruca Remzi Kitabevi'ne gidiyor. Ne istediğini söylüyor. Tezgáhtar Varlık Yayınları tarafından yayımlanmış kitabı
Arif'in önüne koyuyor.
Arif bakıyor, yazarının adı
‘‘Camus’’ olarak yazılmış.
‘‘Ben Kamü'nün Veba'sını istedim, bu başka bir kitap galiba.' Tezgáhtar, ‘‘Evet o işte. 'Camus', 'Kamü' okunur oğlum...’’ diyor.
‘‘Çok utanmıştım. Bu olaydan yedi sekiz sene sonra, Ağaoğlu Yayınevi müdürlüğüne başladığımda aynı kitabevine, bizim çıkardığımız yayınları götürürdüm. Uzun boylu tezgáhtarla gülümserdik. O benim nereden nereye geldiğimi en iyi bilen sırdaşımdı.’’ Arif Keskiner budur işte!
Hayalet Oğuz'u niye kızdırdı?
O zamanlar Adanalılar Adanalı gibi konuşurdu. Ama o, İstanbul'a gelir gelmez dilini düzeltmeye, İstanbullular gibi konuşma öğrenmeye karar veren
Arif! Şimdiki Nevizáde Sokağı'ndaki Lefter'in Meyhanesi'nde arkadaşı
Hayalet Oğuz'un sözde nişanlısına laf atanlarla kavga edip
Hayalet'ten zapartayı yiyen
Arif (
‘‘Ulan’’ dedi,
‘‘ben nişanlıyken karışmıyorum. Peki sana ne oluyor?’’) (s.116); dayak yemekten kurtardığı
Egemen Bostancı'nın kaçması üzerine tek başına dayak yiyen
Arif... Ama aliyyüálá bir öğrenci. Hayatının üniversitesi ‘‘Kulis’’ bardan diplomalı. Daha on yıl dolmadan sinema, tiyatro, edebiyat, basın dünyasının; birbirinden güzel kadınların ve yaşamayı seven iş çevresinin aktörleri arasına giriyor. Türkiye İşçi Partisi saflarında siyaset yapıyor. Nereden bakılırsa bakılsın tam anlamıyla bir marjinal adam. Yani acayip bir şahsiyet. Çok çalışmış, uykusuz kalmış, tonlarca rakı, konyak ve viski götürmüş, ama alkolik olmamış. Kendi dediği gibi bataklığı geçerken sapmamış, sapıtmamış. Arif'i ben erkek bir külkedisi, bir Pygmalion olarak görüyorum, tam anlamıyla bir
‘‘Hand made’’ (el yapımı)!
Yaşar Kemal ailesini yazdı
Yaşar Kemal, Arif'in ailesini çok iyi tanır.
Yaşar Kemal,
Arif'in babası nalbant Hasan'ı, emmisi (amcası) Mehmet Ağa'yı, öldürülen amcası Hakkı'yı anlatırmış.
‘‘Bir gün sizin ailenin ve Mehmet Ağa'nın romanını yazmak istiyorum ama 'Acaba sizin aile ne der?'
diye de düşünüyorum.’’ ‘‘
Aman be Yaşar
Abi,’’ der
Arif,
‘‘bizim aileden hiç sorun çıkmaz. Ailede kitap okuyan iki kişi var... Bizden sana izin.’’ Ve
Yaşar Kemal o ölümsüz başyapıdı ‘‘Demirciler Çarşısı Cinayeti’’ni yazar.