Güncelleme Tarihi:
Bugün 24 Nisan
Ermeni diasporasının “Soykırımı Anma Günü” ilan ettiği gün. Paris’te bir “Nefret Anıtı”’nın açıldığı gün. “Nefret Anıtı” diyorum, çünkü Batı ülkelerinde yaşayan Ermeniler, kimliklerini koruyabilmek ve ifade edebilmek için, “Türkler’den nefret etmek” zorunda hissediyor kendini, bu nefreti beslemek, gelecek nesillere aktarmak zorunda hissediyor.
Ve bu nefreti körükleyenlerin başında da Fransa geliyor. (Bu mukayeseyi yapmaktan utanıyorum ama..) Zamamında Cezayirliler’e işkence eden, çoluk çocuğu katleden, kendisiyle işbirliği yapan Cezayirli Müslümanlar’ı (harkiler) bağımsızlıktan sonra ölüme terk eden (aynı kalleşliği Maraş’ta Ermeni işbirlikçilerine de yaptılar), kaçıp Fransa’ya gelenlere de iki nesildir köpek muamelesi yapan Fransa.
Ve bütün bunları, insan haklarına veya Ermeniler’in hayatına verdiği önem için değil, Paris’te ve Marsilya’da yaşayan Ermeni kökenli Fransızlar’ın birkaç yüz bin oyu uğruna yapacak kadar aşağılık Fransız politikacılar...
*
1915’te neler oldu bilmem. Bildiğim Türk milletinin, tarihinin hiçbir döneminde (hıyarlığı, dikkatsizliği boldur maşallah da) ırkçı olmadığı.
Neyse, müsaadenizle ben yine, bugün, eski bir yemeği dolaptan çıkarıp ısıtacağım ve 2001 Ocak ayından kalma bir yazıyı tekrarlayacağım. (Gazetede yerim sınırlıydı, bu hikayeler daha güzel anlatılabilirdi, ama değiştirmeyeceğim.)
Paris’teki Ermeniler, Lefkoşa’daki Rumlar, Tel Aviv’deki Yahudiler bir yana, benim insanlarım bir yana.
*
HAKLI OLMAK YETMEZ, DİKKATLI OLMAK GEREK
Ermeni tasarılarının arkası gelecek. Kıbrıs'ta ve Ege'de sorunlar bitmeyecek. İsrail'in Filistinlilere yaptığı muamele bizi yine isyan ettirecek.
Yani, önümüzdeki günlerde, Ermenilerden, Rumlardan, Yahudilerden sık sık bahsedeceğiz. Ve bu isimleri ve sıfatları kullanırken, bin yıldır birlikte yaşadığımız insanlarımıza, gereken dikkati göstermeyeceğiz. İshak Alaton yine haklı olarak tepki verecek. Benim Koko burulacak. Androniki Dadı'nın kemikleri sızlayacak.
Bunu düşünürken, öğrencilik yıllarımdan iki hikaye geldi aklıma.
Yavrııım !
ASALA'nın cinayetleri, duvarlardaki "Turc=SS" yazıları bizi korkutmuştu. 1970'li yıllarda, Güney Fransa'da okuyan Türk öğrencilerin ana babaları "Aman, dikkatli olun" diye tembih ederlerdi. Otostopla arabasına bindiğimiz genç adam, Türkçe konuştuğumuzu duyunca, bizi arabadan atmak istemiş, sonra "Türkiye'de bir deprem olur da insanlar ölürse, bizim evde şampanya patlatılır" diye gerekçesini de söylemişti.
Sınıfta Ermeni kökenli üç kız vardı. Biriyle dört yıl okuduk, bir kere bile selamımı almadı. Diğer ikisi daha ilk günden "Sen Türk'müşsün, bizim ailemiz de Türkiyeli" diye yanıma gelmişlerdi. Ahbap olduk. Bir gün beni Marsilya'daki evlerine yemeğe davet ettiler. Çekindim ama hayır demedim. Yemekten sonra iki kızla anneleri "Gel, seni bir yere götüreceğiz" deyince, Allah bilir ya bir an tereddüt ettim.
Marsilya'nın varoşlarında, gecekondudan bozma evlerin olduğu bir mahalleye götürdüler beni. Tahta kapıdan geçtik, mısır, fasulye ve domates ekili bir bahçeye girdik. Gözlerime inanamadım: bir çardağın altına kurulmuş sedirde, başında köşeli kasketiyle ihtiyar bir köylü, mesli ayağını altına almış oturuyor. Yanında, üzerinde çiçekli basma entari, başında tülbent, sırtında el örgüsü hırkasıyla, bir köylü kadın. Marsilya'nın ta göbeğinde...
Ben ellerini öperken, yaşlı kadın kızına döndü ve Ermenice (sonradan tercüme ettiler) "Bizden mi?" diye sordu. "Türk öğrenci anne." İşte bundan sonraki yarım dakikayı hiç unutmadım. Mayrik Kerkian, Sivaslı köylü oluvermişti yeniden. "Yavrııııım!" diye boynuma sarıldı. Yarım dakika öylece durduk. Beyaz sabun kokusu hâlâ burnumdadır.
*
Sen Türk'sün, bizdensin
1979 yazında, İngiltere'de dil okuluna gittim. İlk gün, sınıflar belirlenirken, öğrenciler ve öğretmenler okulun terasında toplanmış çay içip sohbet ediyorduk.
Elli yaşlarında, kısa boylu, kalın paltolu ve fötrlü bir bey yanıma geldi. Fransızca:
- Merhaba, siz Türkmüşsünüz, dedi.
- Evet?
- Size bir şey ikram etmek, bir iki kelime konuşmak istiyorum.
Bal rengi gözlü, kumral güzeli bir kızın, şaşkın şaşkın etrafa bakarak oturduğu yan masaya geçtik.
Bey, Atinalı meşhur bir avukatmış; bana çıkarıp kartını uzattı.
- Bu benim kızım Marika, dedi. 17 yaşında. İlk defa yurtdışına çıktı, ilk defa evinden ayrı kalacak. Nedense buranın havasını sevmedim, öğretmenleri gözüm tutmadı. Hepsi daha ilk günden kız öğrencilerin içine düşmüş baksanıza. Ben, hemen Atina'ya dönmek zorundayım, uçağım bu akşam kalkıyor. Aklım kızımda kalacak...
- Size ben nasıl yardımcı olabilirim?
- Okulda Yunanlı öğrenci yokmuş. Sordum soruşturdum, Türk öğrenci bir tek sen varmışsın (siz değil sen diyordu artık). Sen bizim oralısın; bilirim, Marika'yı kardeş bilir, göz kulak olursun. Marika'm sana emanet, oğlum.
*
Bir şey eklememe gerek var mı?
(Milliyet, 16 Ocak 2001)