Güncelleme Tarihi:
Hadi Uluengin, Maocu olduktan 30, Maoculuk'tan döndükten 20 yıl sonra gittiği Çin'i anlatıyor
İşte bütün bir gençlik ütopyamızı, daha doğrusu ‘illüzyon’ anlamındaki boş hayalimizi belirlemiş olan ülkeye gittim, geldim.
Marko Polo'nun Çin'ini tekrar keşfettim.
Kendi hesabıma konuşuyorum, geçen haftaki Pekin-Şian-Şanghay yolculuğunu önce dürüst bir ahlaki naiflikle ‘Maocu (!) cinnete kapıldıktan otuz küsur yıl; ardından da bu korkunç ideolojinin sahtekarlığını nihayet kavrayıp onunla aramdaki bütün köprüleri attıktan yirmi yıl sonra gerçekleştirdim.
Zaten aynı köprülerin altından da çok sular aktı... Ve, sanmayın ki ‘dönekliğe' (!) terfi etmiş olduğum için yalnız benimkinin altından aktı!
Tam tersine, esas sular, bugünkü yarı devlet-yarı mülkiyet kapitalizmini utangaç biçimde ‘sosyalist piyasa ekonomisi' diye tanımlayan ve son tahlilde Konfüçyüsçü Asya ülkelerinin tümüne özgü otoriter ve yönlendirici kalkınma modelini uygulamaktan başka bir şey yapmayan Çin Halk Cumhuriyeti'nin köprüsü altından aktı.
Hem de ne akış ! Gürül, gürül... Sarı Irmak'ın selleri bile hiç kalır!
DEVİN DÖNÜŞÜMÜ
Dolayısıyla, Pekin Büyükelçimiz Daryal Batıbay'ın dediği gibi, bir milyar üç yüz milyonluk bu dev diyardaki dönüşümü eğrisiyle doğrusuyla saptayabilmek bakımından, bütün dünyada kuşağımıza biraz damga vurmuş olan ve fi tarihinde bizim de ‘rahle-i tedris'inden geçtiğimiz ‘ekol' iyi bir deney oluşturuyordu.
Ancak şüphesiz, Çin ölçeğindeki bir sathı gözlemleyebilmek açısından sekiz gün çok kısa bir süreydi. Her halükarda da, nüfusunun ezici çoğunluğu kırsal alanlarda yaşayan bir ülkede, biraz ‘vitrin' işlevi gören üç şehirle sınırlı kalmak yanıltıcılık payı içeriyordu.
Fakat hem öncesini iyi bilmemden, hem de bugünkü ÇHC'yi sürekli izlememden dolayı genel perspektifimde önemli bir bakış kayması olacağını sanmıyorum.
‘Modern Zamanlar'da Çin'i anlatmayı sürdürürken, bugün de burada bir kaç anektodik çerçeve çizmeye çalışacağım.
ARTIK HİÇBİR YERDE SİPERLİ ŞAPKA SATILMIYOR
Sanmayın ki kafamda fotoğraf çektirdiğim kızıl yıldızlı ‘Mao kasketi'ni edinmek kolay iş oldu. Ara Allah ara, mübarek takke hiçbir yerde satılmıyor.
İnsanların on milyonlarla sayıldığı üç şehirde bu kasketi başına geçirmiş on kişi gördüm dersem yalan söylerim. Üstelik kızıl yıldızları da yoktu...
Çinliler ancak ‘Batı'yı çağrıştıran şeyleri tepelerine oturtuyorlar.
Zaten, inanmayacaksınız ama ‘Büyük Serdümen'in mumyası önündeki kalabalığı hoparlörlerle yönlendiren mihmandarlar bile üzerinde İsveç otomobil firması ‘Volvo' reklamının yazılı olduğu kepleri giymişti. Varın gerisini siz düşünün.
Şu kesin, resmine ilk kez komünistlerin ‘Uzun Yürüyüş' efsanesini anlatan Edgar Snow'un ‘Çin Üzerinde Kızıl Yıldız' kitabında rasladığım ve ‘Kültür Devrimi' denilen o korkunç ‘kültür katliamı' sırasında ‘genç muhafızların' alamet-i farikasına dönüşen siperli şapkaya artık hiç kimse rağbet etmiyor.
Neyse, turistleri kazıklayabilmek için ünlü Çin Seddi'nin girişine yerleştirilmiş dükkanlardan birinde, nihayet zar zor bir tane bulabildik.
Poz vereceğim diye kafama geçirdim ya, bütün yerli ahali matrağa alıyor.
Oysa, aslında çok daha yadırgatıcı olmasına rağmen, pirinç tarlasındaki köylülerin giydiği o tepsi gibi ve bambu kamışından örülmüş şapkalarla dolaşan Amerikalı ve Avrupalı seyyahlara kimsenin aldırdığı yok...
Belli, kızıl yıldızlı veya değil, Çin'de Mao'nun kendisi gibi kasketi de ölmüş...
Çinliler ve köpekler giremez
On dört milyonu aşan nüfusuyla hem ÇHC'nin en büyük kenti olan, hem de dünyanın ilk beş şehri arasına giren Şanghay o kadar eski değildir. Esas olarak 19. yüzyıl ortalarında Batılı sömürgeciler tarafından inşa edilmiştir.
İnanılmayacak sayıdaki gökdelen ve plazalarıyla bugün yalnız Hong Kong'la değil aynı zamanda New York'la da aşık atan dev liman, aslına bakarsanız, daha 1930'lardan itibaren kendine örnek olarak Yeni Dünya metropolünü seçmişti.
İngilizce-Hintçe karışımı bir lisanla ‘çamur deryası' anlamındaki ‘Bund' kelimesiyle tanımlanan ve ‘art deco'sundan ‘Bauhaus'una kadar bütün mimari uslupların çok eklektik ama çok estetik bir biçimde birleştiği uzun rıhtım boyu ve onun hinterlandı durumundaki kıyı mahalleler, komünistlerin iktidara geldiği 1949 yılına dek ‘uluslararası ayrıcalık' bölgesi içinde yer alıyordu.
Antrparantez şunu da belirteyim, şimdi ilk Çin cumhurbaşkanına atfen ‘Sun Yat Sen Bulvarı' denilen ‘Bund'u efsanevi ‘Bund'a dönüştürmüş olan şahıs aslen Osmanlı uyruklu Bağdat Musevisi Viktor Sason Efendi'dir.
Neyse, bankaları ve batakhaneleriyle ünlü bu ‘efendiler bölgesi'nde yalnız ve yalnız İngiliz, Fransız, Alman veya Amerikan borusu öttüğü yetmezmiş gibi, Japonlar 1937 yılında Suzhu ırmağının karşı yakasını işgal edene dek, aynı ırmak üzerindeki Vaybadu köprüsünde şu tabela duruyordu:
‘Buradan ötesine köpekler ve Çinliler giremez'.
Eh etme bulma dünyası, Çinliler bir girdi, pir girdi! Çok da iyi oldu!
Fakat şimdi, ‘Bund' üzerindeki Mao heykeline rağmen Batılılar, Şanghay'a tekrar giriyorlar ve artık ‘efendilik' taslamadıkları için de ala ve valayla karşılanıyorlar.
Çin de değişti, Şangay da, dünya da...
Yediğin, içtiğin SENİN OLSUN
Gördüğümü anlatıyorum ya, yediğin içtiğin senin olsun deseniz bile bir nebze de onlardan söz edeyim.
Taamını kabullenmediğim kurbağa, yılan ve kaplumbağayı hariç tutarsak; bir de tek tük birkaç istisna dışında, daha önce Batı'daki Çin lokantalarından bildiklerimin ötesinde öyle çok yeni bir şey yemedim.
En mükemmel sofrayı, ‘Şinhua' ajansında onurumuza verilen ve sayısız çeşidin tadımlık geldiği ziyafet masasında gördüm.
En ilginci ise, Avrupa'dan ‘Moğol Tenceresi' olarak tanıdığım ve çok ince dilimlenmiş dana etinin binbir cins baharat ve sebzeyle kaynatıldığı yemeği yemek için, muhtemelen açıldığı günden beri Çinliden başka tek bir yabancının asla ayak basmadığı bir mahalle lokantasına kuruluşumuz oldu.
Ne çıkarsa bahtına hesabı, sırf Çince mönüdeki bir maddeyi parmağımızla işaretledik ve başımıza toplanan garsonlardan başka ahçıların da bizi kafeste maymun gibi seyretmesine aldırmadan çubuklara davrandık.
Bu arada, ÇHC'ye gideceklere hatırlatma yapmak ihtiyacını duyuyorum, Han milleti ‘Amerikan uslubu hayat'ı seçeli beri her yerde ibadullah ‘Mac Donald' s' veya ‘Kentucky Fried Chiken' ‘fast food'larına da pek güvenmeyin, çünkü oralarda bile Latin alfabesi diye bir kavram yok!
Çift köfteli hamburger istediğinizi sanmışken pane tavalanmış balıklı sandviçe talim etmeniz ihtimal dahilindedir...
Şaziye DİYE DİYE...
‘Şaziye' aşağı, ‘Şaziye' yukarı!
İki dudağının arasından salavatla laf çıkan ve son derece ciddi Pekin rehberimiz Bayan Wang Şianşin'den sonra bize müthiş sempatik ve sonsuz candan gelen yeni Şian ve Şanghay rehberimiz Şi Rong'u böyle çağırıyoruz.
Yok canım, tabii ki kızcağızın takma adı ne ‘Şaziye', ne de ‘Raziye'...
Fakat, Rong lokantadaki garson kadına veya gişedeki biletçi hatuna ağzında ‘şaruya', ‘şamuya', ‘şavuya' gibisinden bir şeyler geveleyerek hitab ediyor.
Öğrendik, meğer Çincede ‘hanım', ‘bayan' falan anlamına geliyormuş.
Eh, oldu mu bizim sevgili Rong şimdi bir ‘Şaziye'!
Pekin Üniversitesi İngilizce bölümünden mezun ‘Şaziye'miz yirmi sekiz yaşında ve ‘Şinhua' haber ajansında çalışıyor.
Bizim sayemizde, hayatında ilk defa canlı caz dinledi.
‘Şaziye'nin yakınlığını unutmayacağız.