Güncelleme Tarihi:
Türkiye'nin ilk 'Ámálar Mektebi' 1891'de, İkinci Abdülhamid'in iktidar yıllarında açıldı ama okul beklenen bağışların yeterli miktarda olmaması yüzünden sıkıntılı günler geçirdi. 'Ámálar Mektebi'nin öğrencilerine o devrin kabartma harfleriyle okuma-yazma öğretilir ve özellikle musiki alanında çok iyi bir eğitim verilirdi. Okulu bitirenlerin çoğu, aldıkları bu eğitim sayesinde hayatlarını müzisyenlikle kazandılar.
Bu sayfada, Türkiye'nin ilk 'Ámálar Mektebi'ne devam eden iki öğrenciyi görüyorsunuz. Fotoğraf okulun faaliyete geçtiği ve İkinci Abdülhamid'in tahtta bulunduğu 1891 yılında çekilmiş.
'Ámálar Mektebi', dün sözünü ettiğim Dilsizler Mektebi'nin bünyesinde oluşturulmuştu ve nüdürlüğünü Gırati Efendi yapıyordu. Avusturya vatandaşı olan Grati Efendi, tam adıyla Merdi Grati, aslında İstanbul'daki Ticaret Mektebi'nin müdürüydü. Gırati Efendi, zamanın Maarif Nezareti yani Eğitim Bakanlığı o günlerde bir dilsizler ve ámálar mektebi kurulması için çalışmalar yaptığı sırada bir rapor hazırlayarak bakanlığa sundu ve okulun başında bulunduğu Ticaret Mektebi'nin bünyesinde kurulmasını istedi. Rapor kabul edildi, 1899'da önce 'Dilsizler Mektebi' kuruldu, bundan iki sene sonra da okulun ámálar bölümü açıldı ve ámá öğrenciler kabul edildi.
Ámálar için özel kabartma harfler yaptırıldı, öğrencilere o devirde önem verilen musiki de öğretildi ve bunun için özel kabartma notalar hazırlandı. Okulu bitiren sağır ve dilsizler genellikle matbaalarda mürettip, yani dizgicilik yapıyorlar; ámálar ise geçimlerini müzisyenlikle sağlıyorlardı. Bazı sağır ve dilsiz mezunların o zamanın başbakanlığı olan Babıali'de yapılan hükümet toplantılarında odacılık ve hademelik gibi işlerde kullanıldıkları da olurdu.
'Dilsizler ve Körler Mektebi' hakkındaki bütün bu bilgileri 'Türk Maaif Tarihi' adlı eserinden aktardığım Mektupçu Osman Bey (Ergin), öğrencilerin okula gidiş-gelişlerini bakın nasıl anlatıyor:
'Ámá ve dilsiz talebenin evlerinden kalkıp mektebe gelişleri ve mektepten tekrar evlerine dönüşleri başka bir özellik gösterirdi. Bu çocuklar daima ikişer ikişer ve kolkola gidip gelirlerdi. İki kişinin birisi ámá birisi de sağır olmak şartıyla evvelá sağır ámáyı bulurdu, ámánın kulağı ile sağırın gözü bu iki kişiyi tek bir insan haline getirirdi. Yolda giderken ámá kulağıyla sesi işitir, sağırı dürtmek suretiyle ikaz eder ve sağır da gördüğünden yine bu şekilde ámáyı haberdar ederdi'
Eskiler, ayın melek olduğuna inanırlardı
İslam öncesi devirlerde melek olduğuna inanılan ay, eski İran'da hayır meleklerinden olan Mazdayasna'dır. Yunan mitolojisinde Artemis'tir olarak geçer ve Romalılar buna Diyana derler. Vezirlerin ve devletin ileri gelenlerinin talihlerinin aya bağlı olduğuna inanılır. İslami edebiyatta ve Doğu edebiyatında ay yaya, kaşa ve yüze benzetilir.
Ay, eski İran'da hayır meleklerinden olan Mazdayasna'dır. 21 Ocak'tan 12 Şubat'a kadar devam eden dönem, yani Celáli takvimine göre on birinci ay, bu meleğe aittir. Aynı zamanda her ayın ikinci günü de bu meleğin, yani ayındır. Dört ayaklı hayvanların koruyucusu olan bu melek, öfkeyi yatıştırmakla da görevlidir.
Eski Yunan mitolojisinde ay, Artemis'tir ve Romalılar buna Diyana derler. Apollo'nun yani güneşin kızkardeşidir, Zeus'la Leto'nun yani Müşteri ile gecenin kızıdır. Ormanlarla dağların sahibi sayılır. Avı çok sever, su, orman ve dağ perileriyle gezer, onlarla beraber avlanır, sabah olunca yayını asır, Apollo'nun sarayına gider, müzik heyetini toplar ve çalınan havaları dinler, En çok sevdiği iş, sularda yıkanmaktır.
Ortaçağ'da gelişen yıldız inançlarına göre ay, soğuk ve yaş bir tabiata sahiptir. İklimlerin yedincisi, renklerden beyaz, günlerden pazartesi, gecelerden cuma gecesi, duygulardan görmek, bedenden sol göz, çocukluk çağı, çocuklar, koyun, kaz, turna, büyük kuşlar, sivrisinek, kadınlarla fazla oyalanmak, korkaklık, aşırı dindarlık, aya mahsustur. Doğu minyatürlerinde ay elindebir harb, başında taç buklunan bir insan, bazen de dört kişinin kaldırdığı bir öküz şeklinde tasvir edilir. Vezirlerin ve devletin ileri gelenlerinin talihlerinin aya bağlı olduğuna inanılır. Eski kimya ilminde de gümüşe 'ay' denir.
İslami edebiyatta ve Doğu edebiyatında 'ay' yaya, kaşa ve yüze benzetilir.
Mehmed Nazif Bey
Ailesi Kırımlı olan ve 1846'da bugün Bulgaristan'ın sınırları içinde bulunan Rusçuk'ta doğan Hacı Mehmed Nazif Bey, babası Mustafa Efendi ile İstanbul'a geldikten sonra saray okulu olan Enderun-ı Humáyun'a girdi. Orada hat hocası Hafız Abduláhad Vahdeti ile Şefik Bey'den 'altı çeşit yazı' demek olan 'aklám-ı sitte'ye çalıştı.
Hayranı olduğu Sami Efendi ile kırk yaşından sonra celi sülüs, talik ve divani yazılarını öğrendi. O zamanın Genelkurmay'ında Harita dairesi hattatlığında çalıştı ve haritalarda yer doldurmak için uzatılan kelimeleri ve yer adlarını yazmaktaki başarısıyla tanındı.
Nazif Bey, kuvvetli bir hattattı. Aslında 19. yüzyılın üç büyük hattatı, Mehmed Şevki, Sami ve Nazif Beyler ádeta üçlü bir ekoldür ve ve bütün yazıları en ideal ve olgun bir seviyede yazmışlardır. Necmeddin Okyay'ın da dediği gibi 'Şevki Efendi sülüs ve nesihte, Sami Efendi celi sülüs ve nestalikte, güzel yazının heykelini dikmiştir. Nazif Bey de Sami gibi aklám-ı sitted eve celi sülüste Mustafa Rákım'ın üslubunda yazmışsa da sülüs ve nesihlerinde o kadar güzel bir şive vardır ki, bunların içinde büyük hattatların hepsinin zevki gizlidir. Güzel sanat anlayışıyla ve zevkiyle yarattığı şivenin sayesinde, altında imzası olmasa da hatla biraz uğraşan bir kimse, o yazının Nazif'e ait olduğunu anlar'.
Medfune
Diyarbekir taraflarının yemeklerinden olup patlıcandan yapılır ve bu isimle meşhurdur. Taze patlıcanlardan yeteri kadar alınıp kabukları soyulur ve ceviz boyunda doğranırlar. Bir tencereye kat kat doldurulur, içine üzerini örtene kadar yarım ölçü su, yarım ölçü de koruk suyu konur ve pişirilir. Diyarbakır taraflarında, sumak ekilir ve ekşi nar pekmeziyle pişirilirse de, limon ve koruk suyuyla da yapılabilir ('18. Yüzyıla Ait Yazma Bir Yemek Risálesi'nden).