Güncelleme Tarihi:
''Aslında talebimiz, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim sonuçlarını değerlendireceği ilk mülakat içindi. Yerel seçimden bir ay kadar önce, yani mart ayı başında başvurmuş, en çok da seçimin ertesi sabahını, 30 Mart Pazartesi gününü istemiştik. Cevap hayır değildi ama tam istediğimiz zaman olamayabilirdi.
Önce araya Başbakan Erdoğan’ın iki parça halinde yaptığı kısa tatili girdi, ardından hükümet değişikliği süreci. Ben neredeyse ümidi kesiyordum ki, cuma günü, ‘Saat yedi civarında Dolmabahçe’deki Başbakanlık binasında olun, iki görüşmesi var arkadan sizi alacak’ dendi, eski başbakanlık çalışanı yeni Radikal yazarı Akif Beki de İstanbul’daydı, beraberce gittik.
Ama bekle bekle Başbakan’ın görüşmeleri bitmedi. Yanında Tarım Bakanı Mehdi Eker ve Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım vardı. Saat dokuzda da TRT’nin yeni kanalının açılışında bulunacaktı. O program için çıkarken kapıda ayaküstü konuştuk, ‘Yarın yapalım artık’ dedi, adres olarak da İstanbul Şişli’deki Cevahir Otel’i gösterdi. Otelde bir düğüne katılacaktı, onun ardından da Akif ve benimle görüşecekti.
Cevahir Otel’e vardığımda daha lig maçları bitmemişti ve benim aklım Sivas-İstanbul Büyükşehir Belediye ve Ankaraspor-Beşiktaş maçlarındaydı. Ligin liderinin değiştiği haftada iki şampiyonluk adayının da Ak Partili belediyelerin takımlarıyla oynaması elbette bir tesadüftü. Ve Beşiktaş’ın nihayet lider olabilmesiyle ben epey bir rahattım görüşmemiz başlarken.
Düğünün yapıldığı salonun yakınında bir küçük salon ayarlanmıştı, orada oturduğumuzda Başbakan Erdoğan, ‘Öyle mülakat gibi, yazılmak üzere yapmayalım da sohbet edelim’ dedi. Açıkçası, sekiz-on soru cevaplık bir mülakattansa açıksözlü yapılacak bir sohbeti daha fazla tercih ederim. Siyasetçilerle gazeteciler arasındaki güven ilişkileri zedelendikçe, daha doğrusu gazeteciler son on yıllarda birçok kez siyasetçinin güvenini bozup sohbet materyalini gazetelerine yazınca, bu çeşit sohbetler de azaldı.
Oysa bence yazılmak üzere olan mülakatlar kadar böyle yazılmamak üzere olan sohbetler de bir gazeteci için çok önemli. Bu sayede hem havayı daha yakından teneffüs etmek hem de muhatabınız olan siyasetçilerin çeşitli durumlardaki düşünme sistematiğini kavramak mümkün oluyor. Ayrıca aldığınız kimi o sıralar gizli kalması gereken bilgiler ve olası girişim haberleri de cabası...
Bu sayede, sohbet sonrası yazılacak yazılar daha gerçeklere yakın, daha ayağı yere basan, daha tartışmanın göbeğine isabet eden yazılar olabiliyor. Daha önce bu köşede sözünü ettiğim adam gibi ve adilane yazılmış düzgün haber analiz yokluğunun bir sebebi de, gazetecilerin biraz da kendi elleriyle siyasetçilerle aralarındaki bu bağı kopartmaları bence.
Her neyse bu uzun girizgahtan da anlaşılacağı gibi elimde ratingleri tavana vurduracak, bütün hafta Türkiye’nin siyasi gündemine damgasını vuracak bir demeç
yok. Daha doğrusu var da onu sizlerle paylaşmayacağım ama onun yerine bazı izlenimlerimi yazmama Başbakan izin verdi; fakat birazdan okuyacağınız cümleler, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın değil, benim cümlelerimdir, sohbetin ‘kesinlikle yazılamaz’ denen kısımları dışında kalan bölümleriyle ilgili benim izlenimlerimdir.
Başbakanla sohbetimiz futbolla başladı, hükümet değişikliğinin anlamıyla devam etti, Hasan Cemal’in Milliyet’te yayımlanan Kuzey Irak izlenimleri ve Murat Karayılan söyleşisinden hareketle Kürt meselesine uzunca bir süre temas etti, tabii kaçınılmaz olarak Demokratik Toplum Partisi’nin son davranışları ve seçim sonuçları da konuşuldu. Araya Başbakan’ın bu haftaki Azerbaycan-Polonya-Rusya gezisi ve dolayısıyla Ermenistan-Azerbaycan yakınlaşması, Rusya ile enerji pazarlıkları vs. de girdi.
‘Yeni Erdoğan’ dönemi
Hükümet değişikliğinin ifade ettiği anlamla ilgili olarak bu köşede bir ölçüde birbirinin tekrarı olan iki yazı yazdım, Başbakan’la görüşmemden sonra da bu yazılarda ortaya konan temel analiz değişmedi. ‘Yeni Erdoğan’ sözü biraz sloganvari ve her slogan gibi yanıltıcı tarafları da var ama bana göre hükümet değişikliği, Başbakan’ın özellikle 22 Temmuz sonrasındaki yönetme üslubunda ve Türkiye’ye hâkim olan çatışmacı siyasetlerde ciddi bir değişim arzusunun ciddi bir dışa vurumu. Tabii bunun yanı sıra kan değişikliğinin getireceği yeni heyecanı, yeni isimlerin ortaya koyacağı yeni fikirleri, üslup değişikliklerini vs. de yabana atmamak lazım.
Başbakan Erdoğan, daha önce çeşitli vesilelerle liderlik anlayışını anlatan konuşmalar yapmıştı. Ona göre, lider odur ki, etrafında kendisine hayır diyebilen, yanlış yapıyorsun, diyebilen insanları bulundurur, yoksa hep evet efendimcilerle çalışmak, onları yönetmekten daha kolayı da yoktur. İşte, Bület Arınç’ın hükümete girmesinin anlamı tam da burada yatıyor. Kaldı ki, Arınç’ın tam görevi Başbakan Erdoğan’a ‘hayır’ demek olmayacak zaten; onun ikinci bir hükümet sözcüsü gibi davranabileceğini, hükümete yönelik eleştirilere cevap vereceğini ve bu yolla da Başbakan Erdoğan’ı her türlü eleştiriyi tek başına göğüslemek zorunda kalan adam olmaktan kurtaracağını da akılda tutmak gerek.
Benim Başbakan’dan anladığım, bu hükümet değişikliğinin çok ince elenip sık dokunarak yapıldığı, yeni bakanların çok büyük bir özenle seçildiği...
Öte yandan giden bazı bakanlarla ilgili yazılan çizilen kimi hususların ciddi haksızlıklar içerdiğini de söylemem gerek. Benim bu konudaki örneğim, herkese ters düşmek tehlikesine rağmen, eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik. Evet Çelik’in fikirlerini ve onları söyleyiş tarzını çok beğenmeyebilirsiniz, ben de bu köşede çok defa Hüseyin Çelik’i eleştirdim, ama bir hakkı da teslim etmek gerek: Hüseyin Çelik başarılı bir Milli Eğitim Bakanı’ydı. Onun döneminde yapılan altyapı yatırımları ve eğitim sisteminde gidilen değişiklik henüz meyvelerini vermedi ama eğitimimizin uzun süredir başlıca tartışma konusu olan derslik eksikliğinden öğretmen eksiğine kadar pek çok temel altyapı sorununun tamamen çözülmeseler bile ciddi bir rahatlamaya girdiğini de görmemiz gerek. Dediğim gibi Hüseyin Çelik’i sevmeyebilirsiniz, kendisi de sevilmek için çok çaba harcamadı zaten, ama yaptığı somut elle tutulur işleri inkâr etmek, bence çok yanlış.
Yerine Milli Eğitim Bakanı olan Nimet Çubukçu ise beraberinde getirdiği sembolik anlamlarla zaten çok önemli. Bir kadının Milli Eğitim Bakanı olması, Türkiye’de kadın sorununun önünün bir gıdım daha açılmasına yardımcı olacaksa, bu bile başlı başına bir olaydır bence. Ve bir kadını Milli Eğitim Bakanı yapan partinin sık sık ‘İslamcılık’la suçlanan bir parti olması da dikkate değer bir durum.
Kürt sorununda yeni açılımlar olabilir
Kürt meselesi konusunda Başbakan’ın ihtiyatlı ama iyimser olduğu izlenimine kapıldım. Bu elbette çok karmaşık bir mesele. Hasan Cemal’in PKK’nın 1 numarası olduğu söylenen Murat Karayılan’la söyleşisini dikkatle okumuş Başbakan ama buradan bir sonuca ulaşmış değil, bir karar oluşturmuş değil, bu söyleşi nedeniyle bir iyimserliğe ya da kötümserliğe kapılmış değil. Belli ki, onun açısından çok daha fazla sayıda ve farklı parametreler var Kürt sorununda. Ayrıca neye ne kadar güveneceğini de tam kestiremediği, PKK’nın yönetim yapısının ne kadar bir ve beraber olduğunu tam bilemediği, Emniyet istihbaratı ve MİT’ten gelen bilgilerin sorunda bir karmaşıklaşmaya işaret ettiğini düşündüğü izlenimine kapıldım. Sanıyorum önümüzdeki günlerde Hasan Cemal’den izlenimlerini yüz yüze dinlemek de isteyecek Başbakan.
Ama öte yandan daha önce Kürt sorununun kültürel ve kimlik boyutunda çok kapalı durduğu konuları daha fazla konuşulabilir bulmaya başladığı izlenimine de sahibim Başbakan’ın. Bazı sembolik adımlar, mesela Kürtçe ismi değiştirilen köy, mezra vs. isimlerinin geri verilmesi gibi konularda adımlar gelebilir, aynı şekilde yerel TV’lerdeki Kürtçe yayın saati kısıtlaması da gözden geçirilebilir. Tabii bir de üniversitelerde açılacak Kürtçe bölümler meselesi var, o kanatta bir hızlanma olursa şaşmamak gerek.
Anlaşılan 10 yıl önce düşünülemez, konuşulamaz olan pek çok şey bugün devletin gündeminde, bu çeşit açılımlara geleneksel olarak taş koyan iki kesim, yani asker ve siyasetçi de artık farklı düşünüyor, açılımı tartışmaktan en azından kaçınmıyor.
Burada bir zorluk, DTP’nin tavrından kaynaklanıyor. Parti, bana göre Kürt sorununun Kürt milliyetçiliği cephesinde daha sivil olanı değil giderek daha sert olanı temsil eder hale geliyor. Son kapsamlı KCK operasyonundan sonra alınan tavır da terörle araya mesafe koymaktansa teröre sahip çıkar yönde oldu. Bunlar Başbakan’ın değil benim görüşlerim ama Başbakan’ın yakın çevresinin de buna benzer görüşlere sahip olduğunu duyuyorum.
Bu arada ‘KCK’nın ve ona yönelik operasyonun ne olduğunu da söylemem gerek: PKK’nın Türkiye içindeki örgütlenmesine verilen isim KCK. Güvenlik birimleri, artık PKK ve Kongra-Gel vs.’nin yerini tamamen KCK’nın aldığını düşünüyorlar. Birkaç hafta önce KCK’ya ve onun lider kadrosuna yönelik çok kapsamlı operasyonlar yapıldı, bu operasyonlarda çok sayıda DTP il ve ilçe yöneticisi de önce gözaltına alınıp sonra tutuklandı. Parti kadrolarından çok kişinin doğrudan terör örgüüyle bağlantılı olduğu kanıtlanacak olursa, Türkiye’de Kürt sorunu çok yeni bir aşamaya da gidebilir.
Bu havaya rağmen Başbakan’ın DTP ile ilgili geçmiş tavrında bir yumuşama olma ihtimali de yok değil. Birkaç hafta sonra DTP Eş Başkanı Ahmet Türk Başbakan’a yazdığı mektuba bir cevap alırsa ve Başbakan tarafından kabul edilirse hiç şaşırmamak gerek. Yumuşama her alanda yaşanıyor.
Stratejik bir gezi
Başbakan, bu hafta yapacağı Azerbaycan-Polonya-Rusya gezisine çok önem veriyor. Azerbaycan parlamentosunda yapacağı konuşmayla bu ülkenin Türk-Ermeni yakınlaşmasından duyduğu tedirginliği tam olarak bitireceğini düşünüyor, Bakü’den iyi enerji anlaşmalarıyla dönmeyi umuyor.
Polonya gezisi, bu ülkenin Türkiye’nin AB üyeliğine verdiği desteği sürekli kılmak ve AB konusunda yeniden harekete geçmek olarak görülüyor.
Rusya gezisi ise aslında Putin gezisi. Başbakanı Rusya Başbakanı Putin çağırmış ve baş başa görüşecekler. Burada enerji kadar Ermenistan-Azerbaycan ve dolayısıyla Türkiye-Ermenistan ilişkileri de konuşulacak. Rusya’nın kendisine gelecek için çizdiği strateji içinde Türkiye’nin yeri ve önemi, buna bağlı olarak da Azeri-Ermeni sorunu bir yola girebilecek. O bakımdan gezi çok önemli.
Siyasette sertlik istenmiyor
Son bir not, dün Radikal’in manşetine de yansıyan Başbakan Erdoğan’ın Anayasa değişiklikleriyle ilgili tavrına ilişkin. Benim izlenimim o ki, Başbakan, özellikle de ekonomik krizle mücadeleyi düşünerek, bundan sonra büyük siyasi kavgalar, sürtüşmeler, gerginlikler yaşansın ve hükümetin hızı kesilsin veya gündemi değişsin istemiyor. O yüzden de Anayasa başta olmak üzere pek çok konuda önceliği hep uzlaşma olacak. Bu, Başbakan’ın ana muhalefetle olan ilişkilerini de
yumuşatmasına neden olabilir.
Ben pek çok bakımdan siyasette yeni bir döneme girmekte olduğumuz hissindeyim, umarım yanılmıyorumdur.''