Güncelleme Tarihi:
Türkiye’de mayına karşı ilk kampanyayı 2003’te Diyarbakır Barosu olarak yaptık. Mayına karşı duyarlılık yaratmaya çalıştık, albüm çıkardık. Eğitim çalışmaları yaptık. Batman Barosu Başkanı Sedat Özevin ile beraber de çalıştık. Mayınla böyle mücadele ettiğimiz arkadaşım mayın kurbanı oldu. Cenazedeki vefasızlığı da anlamadım. Onun üzerine o yazıyı yazdım. Mayını hangi amaçla, kim olursa olsun kullanamaz. Şiddet artık Kürt meselesinde hiçbir biçimde meşru değil. Kürtler, taleplerini demokratik yolla elde edebilecek imkan ve bilince sahipler. Bu yöntemin hukuken ya da siyasal meşruluğu yok. Toplumsal meşruluğu var; PKK’nin kullandığı bu yöntem Kürtlerden destek alıyor. Bu desteği en alta indirmek lazım. Çünkü Kürtlerin kafasında halen biz mağduruz, ‘PKK olmasa bu devlet bizi ezer’ gibi bir düşünce var. Zaten bu düşünce PKK’yi ayakta tutuyor. Ateşkesin nedenlerinden biri, mayın olayı sonrasında şiddetin Kürtler arasında sorgulanması. Askerle örgüt üyelerinin karşılaşmayacağı fiili ortam yaratılırsa örgüte Kürtlerden daha çok baskı gider. PKK de biliyor ki artık elindeki silah dönüp dolaşıp kendisini de vuruyor. Ama nasıl, hangi yöntemle silahsız hale gelecekler, bunu hükümet olmasa bile devletin kurumlarıyla görüşüyorlar. Hakkari’de dokuz PKK militanının öldürülmesi ve sonra polise saldırı ateşkesin devamını zora soktu. Ben her şeye rağmen sivil toplum kuruluşlarının çabalarının etkili olacağını ve ateşkesin uzayacağını düşünüyorum. BDP, referandumdaki boykotla halktan yeniden destek aldı. Halk, “Bizim meşru temsilcimiz BDP’dir, muhatap odur” dedi. BDP’nin topu taca atmaması lazım ama ona bu desteği kullanabileceği bir zaman dilimi de verilmeli. Ateşkes biter, şiddet yeniden başlarsa BDP’ye verilen yetki boşa çıkmış olur. Bu nedenle de ateşkesin devam etmesi lazım.
BİZİM ADIMIZA SİLAH KULLANMA DEMELİYİZ
Kürtler, bu ortamda PKK’yi eleştirmeyi ahlaki görmediler. Kendimi bildim bileli şiddetin Kürt sorununda çözüm olmadığını ifade etmişimdir. 2005’te Diyarbakır’da baro toplantısını açarken “Bu örgüt bizim adımıza silah kullanıyorsa, biz ‘kullanma’ demeliyiz. O kullanmasın, gerisi bize ait” demiştim. Ben şiddeti yöntem olarak reddeden bir ortamda yetiştim. Babam Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmendi. Yetiştiğimiz siyasal ortamda böyle bir hat olmadı.
Demokratik özerklik baronun projesi
İDARİ YAPI REFORMU
Aslında demokratik özerklik projesinin arka planında Türkiye Barolar Birliği’nin 2001’de hazırladığı Anayasa taslağının 126. maddesi var. O taslakta, “Türkiye’nin idari yapısının 20-25 bölgeye ayrılması gerekli ve zorunludur” deniyordu. Özdemir Özok başkandı o zaman. 2007’de Demokratik Toplum Kongresi Diyarbakır’da toplandığında taslağı ben verdim. Öcalan da söyledi ama formülasyonu o taslağa göre yaptılar. Gerçi Barolar Birliği 2008’de o taslağı revize etti, orayı çıkardı. Kamu yönetimi reform tasarısı alt yapısını oluşturacaktı aslında. Cumhurbaşkanı iade etti, bir daha Meclis’e gelmedi.
Suçduyurusu adli müşavirlikte bekliyor
YAŞAR BÜYÜKANIT
Yaşar Büyükanıt hakkında Şemdinli’deki bombalama ve e-muhtırayla ilgili iki suç duyurusunda bulunmuştuk. Maalesef sonuç alınamadı. Genelkurmay başkanlarıyla ilgili fiili bir yargılama yasağı var. Sivil savcılık şikayetinizi Genelkurmay Adli Müşavirliği’ne gönderiyor. Adli müşavir zaten genelkurmay başkanının müşaviri. Velev ki izin verse, ondan kıdemli asker olmadığı için mahkeme oluşamıyor. O yüzden de açılan hiçbir soruşturma yok. Diyarbakır’dan gönderdiğimiz bütün suç duyuruları, adli müşavirlikte bekliyor.
Herkese haklarını öğrettik
BARO BAŞKANLIĞIM
Diyarbakır Barosu başkanlığım altı yıl sürdü. 2008’de kendim aday olmadım. Diyarbakır Barosu, 2000’li yıllarda dinamik bir hale geldi. ‘Herkese adalet’ projesini yürüttük. AB fonlarından yararlandık. Hak eğitimi yaptık, ‘Haklarınız Nedir’ kartları dağıttık. Türkiye’de ilk kez billboardlara ‘Ücretsiz avukat’ yazarak insanlarda avukata ulaşma bilincini ve adli yardımı geliştirdik.
Kennedy’nin kızına anlatmıştım
İNSAN HAKLARI ÖDÜLÜ
1997’de Diyarbakır Barosu’nun genel sekreteriyken bana Robert Kennedy İnsan Hakları Ödülü verildi. Merkezi New York’ta bulunan İnsan Hakları İçin Avukatlar Grubu önermiş. Barodaki insan haklarıyla ilgili çalışmalarımızdan dolayı ödül, tam bir sürpriz oldu. O zaman ağırlıklı olarak işkenceler ve faili meçhul cinayetlerle mücadele ediyorduk. Gölgemizden korkar hale gelmiştik. Arkadaşlarımıza haber vermeden bürodan çıkmazdık. Taksiye bineceğim zaman mutlaka evi arardım. Eşim beni pencerede beklerdi. Her gün biri sokakta ensesinden öldürülüyordu. Bir gün baroda otururken zihni sinir projesi geliştirdik. “Omuzlara yerleştirilen dikiz aynası olsa gidip yaptırsak yolda yürürken arkamızı görebiliriz” dedik. Bunu, ödül almak için New York’a gittiğimde Caroline Kennedy’ye anlattım. “Karanlıkların ötesinden gelen sesler” diye dünyadaki insan hakları savunucularıyla ilgili olarak bir albüm hazırlıyordu. O söyleşileri Ariel Dorfman bir tiyatro eseri haline dönüştürmüş, bizim ayna projesi orada da var. Dünyanın birçok ülkesinde oynanıyor şimdi.
O öğrenci ben taze avukattım
EŞİMLE TANIŞMAM
Eşim (Remziye) de avukat. Diyarbakır Barosu Çocuk Hakları Merkezi’nin kurucusuydu. Daha sonra Kadın Hakları Merkezi’nin kuruculuğunu yaptı; orada epey çalıştı. Askerden yeni gelmiştim. 1986’da önce medeni kanun tasarısına ilişkin bir seminerde gördüm... O öğrenciydi, ben de taze avukattım. Dicle Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyordum. O ortamda tanıştık. İnsan hakları hukukuyla, baroyla ilgilenmeden önce asıl çalıştığım alan ticari uyuşmazlıklar, iş hukuku davalarıydı. Yıllarca Diyarbakır’da birkaç bankanın avukatlığını yaptım. Yaşamımızı onurlu bir biçimde sürdürecek kadar bizi finanse eden o davalardan gelendir. Avukatlıktan kazanmadım desem doğru değil. O nedenle insan hakları hukukuyla rahat ilgilenebildim.
Başvuran üçüncü avukatım
AİHM
Türkiye’de İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yapan üçüncü avukatım. Başvuru hakkı 89’da kabul edildi. İlk başvuruyu 90’da yaptım, Mehdi Zana’nın başvurusuydu. O zaman tabii elimizde hiç kitap, yayın filan, hiçbir şey yoktu. El yordamıyla başvuru yaptık. Başvuranlara yardımcı olmak için de ‘İnsan Hakları Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitabı’ diye bir kitap yazdım. Ondan sonra yüzlerce başvuru yaptım. Çoğunu kazandım. En son Hataylı Şerife Yiğit adlı kadının Büyük Daire önündeki savunmasını yaptım. İlginç bir olay. İmam nikahlı bu kadın, 46 yaşına kadar nüfusa hiç kaydolmamış. Kocası vefat edince nüfusa kaydolmuş ve Bağ-Kur’dan kocasının maaşını istemiş. Resmi nikah olmadığı için maaş bağlanmamış. AİHM’de birlikte yaşama evliliğe dönüşmüşse, resmi nikah gerekmediği tezini savunduk.
Moskova’ya mı gidiyon lan!
GENÇLİK YILLARIM
Annemin bir kuzeni vardı avukat. Onun çocuklarıyla geçti çocukluğum. Herhalde o yüzden çocukluğumda hep avukat olmak istedim. Ağabeyimin epey hukuki sorunları oldu; gözaltına alındı, tutuklandı. Vildan, DDKD’nin (Devrimci Doğu Kültür Derneği) Genel Sekreteriydi. Ailede siyasi gelenek oradan başlıyor. Liseyi 77 ile 80 arasında okudum, siyasi ortam hareketliydi. Seminerlere gidiyor, yürüyüşlere katılıyorduk. Hiç unutmam, lise birinci sınıftaydım herhalde. Diyarbakır’da 1 Mayıs kutlanamıyordu sıkıyönetim olduğu için. Bitlis’te sıkıyönetim yoktu. Fakat DDKD karar almış, herkes kırmızı gömlek giyecek diye. Beyaz gömlekler büyük kazanlarda kırmızıya boyandı. Diyarbakır’ın çıkışında polis otobüsü durdurdu. Bir arkadaş, beyaz gömlek giymiş kırmızı kravat takmış. O dikkat çekti. Polis, tuttu kravatını, “Moskova’ya mı gidiyon lan?” diyordu. Evimizin altında Temel Kitapevi vardı. Babamın muhasebe dükkanı bitişiğindeydi. Taradı bir gün PKK orayı. 1977-78’di. Mehmet Çakmak diye TKP’li Merkez Komite üyesi gözümün önünde öldü. Yaralanan Ömer Ağın’ı ben taksiye taşıdım. Sonra o kitapçıyı kapattılar.
“Kürt müsün?” diye sordular
AYRIMCILIK
İstanbul Üniversitesi Hukuk’a kaydımı 12 Eylül darbesinden dört gün sonra yaptırmıştım. Dolayısıyla öğrenciliğim pek eğlenceli olmadı. Diyarbakır Öğrenci Yurdu 12 Eylül’den sonra boşalmıştı, hiç kimse yoktu. Eski öğrencilerin hepsi kaçmıştı. Diyarbakır’dan 5-6 kişi yeni kazanmış, gitmiştik yurda. Yurdu bastılar, iki kez gözaltına alındım ama serbest bırakıldım. Kendimle ilgili en ayrımcı uygulamayı 84’te üniversiteyi bitirdiğimde yaşadım. İstanbul Üniversitesi’ndeki hocalarımız, yeni kurulan Dicle Üniversitesi’ne rotasyona geliyorlardı. “Başarılı bir öğrencisin, Diyarbakır’da üniversitede kalırsan iyi olur” dediler. Üç hocanın referansıyla Ceza Hukukuna başvurdum. Hatta jürinin sorularını İstanbul’dan ben getirdim. Ama sözlü sınavda “Türk müsün, Kürt müsün” diye sordular. “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım” dedim. “Biliyoruz vatandaşsın, evinizde hangi dil konuşulur?” dediler. “Evimizde Kürtçe konuşulur Kürdüm” dedim. Tabii almadılar üniversiteye. Sonra İstanbul Üniversitesi’nde ‘Etkili başvuru hakkı’ konulu doktora yaptım.
Kılıçdaroğlu’yla görüştüm
SİYASET
DEP, barış sürecinde kurulan bir partiydi. DEP’i oluşturan dört Kürt siyasi eğilimi vardı. Bana geldiler, siyaset düşünmüyordum. Dediler ki, “Diyarbakır’da hiç kimse üzerinde uzlaşmadık. İl başkanlığını kabul etmezseniz olmaz.” O şekilde Diyarbakır kurucu İl Başkanlığı yaptım. Sonra Şemdin Sakık’ın Bingöl eylemi oldu. Genel Merkezi aradım, “33 askerin öldürülmesini kınayalım” diye. Genel Başkan Yaşar Kaya ile telefonla görüştüm. “Bakalım” dedi. İl örgütü olarak o eylemi kınadık. Kongrede il başkanlığını bırakmamın nedeni orada başlayan süreçti. Ondan sonra bir partiye girmedim. Geçen dönem bağımsız adaylık için başvurdum ama sonra geri aldım. Şartlar uygun olmadı benim açımdan. Bana “Meclis’te sizin gibi arkadaşlara ihtiyacımız var” denmişti. Kemal Kılıçdaroğlu, kurultaydan önce aradı beni, görüştük kendisiyle. Şimdi de zaman zaman arıyorlar ama CHP’ye katılmayı konuşacağız daha.
Keşke o konuşma olmasaydı
BAŞBAKANLA TARTIŞMA
Başbakan Erdoğan, Ocak 2008’de Diyarbakır’a geldiğinde samimi bir konuşma olmuştu. Kürtçe yayın yapılmasını söyleyince “Bekara karı boşamak kolay” demişti. Sivil toplum örgütleri olarak randevu aldık geldik. Başbakan o gün sinirliydi. “Almanya’dan yeni geldim. Orada da Türklere ana dilde eğitim yok” deyince “Sayın Başbakan, Almanya’yı biliyorum. Gönderdiğiniz öğretmenler oradaki çocuklara Almanca mı öğretiyor” cevabı verdim. Elini masaya vurarak, “Yalan konuşuyorsun” dedi. “Benimle böyle konuşamazsınız” dedim ve çıktım. Keşke o gergin konuşma olmasaydı. Keşke TRT ile ilgili yayın o zaman yapılabilseydi. Gecikince toplumda karşılık bulmuyor bunlar.